
Hepimiz bu serüvene hazır cıvıl cıvıl halimizle hedefe hızla gidiyoruz. Gece 12’den sonra Şems her zamanki gibi arabayı kenara çeker ve “benim uykum geldi” der. Pili biten oyuncak bir robot gibi aniden devre dışı kalıyor. Bunu bildiğimden Konya düzlüklerine doğru hareket etmek üzere direksiyona asılıyorum. Gökyüzü açık gece lacivert. Yıldızların hepsi gezmeye çıkmış; parlaklık yarışı yapıyor. Bir tanesi kayıyor ve ölüyor. Geç kalınsa da dilekler tutuluyor. Ahmet Kaya çalmaya başlıyor. Yavaşlıyorum. Arkadaşların uykusu derinleşiyor. Düşünceler hızlanıyor. Birkaç saniyede çocukluğa dönüyor, ilk gençlik heyecanlarını, arkadaşlarla köyümüzü değiştirme girişimlerimizi hatırlıyorum. Düşünceler seyahatte kalıyor bir süre ve çoğunlukla geçmişte. Ve bu seyahati aniden arkadan gelen ve ağzımda son bulan poğaça bitiriyor. Peynirli ve Zülü kokulu. Leziz. Poğaçayı çiğnerken ve etrafta sonsuz ovaya bakarken keyifle hayret etmeye devam ediyorum. Arabada yamula yamula uyumaya çalışan Şems ve Hande’nin tartışmaları başlıyor bir anda. Ve sonuçlanıyor hemencecik. Her zaman duyduğum son cümleler geliyor kulağıma. Hande, “Ya şems sen ne biçim adamsın? Kafan nasıl bir sistemle çalışıyor?” Şems, her konuda istatistiki bilgilerini hazırlamış Hande’ye cevap yetiştiriyor. “Sen benim söylediğimin ancak %10’nunu anlıyorsun.” Gülümsüyorum. Yine başladık. Birkaç saat daha gidiyor ve Arizona çöllerini anımsatan terk edilmiş bir benzinlikte küçük bir uyku molası veriyoruz.


Ürgüp’e dönüyoruz. Kayseri yolu üzerinde 1800 rakımda bulunan Ürgüp eski adıyla Osiana Kapadokya bölgesinin en popüler yerlerinden. Halen içinde yaşanılan mağara evler ve peri bacaları çok ilgi çekici. Yaklaşık 12 sene önce gittiğimden farklı olarak şehir yapılaşması belli bir düzene girmiş görünüyor. Her türlü binanın yörenin sarı kesme taşlarından yapılması zorunluluğu ilçeye sevimli ve doğaya uyumlu bir hava vermiş. Zaten Kapadokya bölgesi turizm alanında belli bir standart yakalamış, düzenli, temiz ve gezginlere kolaylıklar sunması açısından ileri bir noktaya ulaşmış durumda. Çok sevindirici. Kitaptan Ürgüplü kütüphaneci Mustafa Alagöz’ün hikayesini öğreniyoruz. Mustafa 1969’da eşek sırtında kitaplar taşıyarak köyden köye dolaşmış ve yöre halkına kitap okuma alışkanlığını aşılamaya çalışmıştır. Bu ilginç girişiminden dolayı zamanın ABD başkanı J. F. Kennedy tarafından ödüllendirilmiş ve 1969’da Amsterdam’da yılın kütüphanecisi seçilmiştir.
Ertesi gün sabah tembel tembel kahvaltı yaptıktan ve bayram fotoları çektikten sonra Uçhisar’a doğru yola çıkıyoruz. Zülü’nün elinde Birsen’den alınma kutsal gezi listesi, bunun dışına çıkmak isteyenleri azarlıyor. “Burada duralım, şunu görelim” diyen Hande’ye “ama listede bu yok, olmaz” diyerek tersliyor. Hiç durmuyoruz. Arabada giderken gezegeni ortadan geçen karayolunun sağında ve solunda dünyaya ait olmayan yeryüzü şekilleri, sarı kayalar, vadiler, bağlar, peri bacaları ve güz renkleri ile gerçek olmayan bir coğrafyada sanal bir tur yapıyor hissine kapılıyorum. Sabahleyin tartışma olmazsa olmaz sözünü haklı çıkarmak adına Zülü Şems ile beraber peribacaları arasında kamp kurma fikrime şiddetle karşı çıkıyorlar. Bu harikalar diyarını peribacaları arasında ve çadırda yada sadece uyku tulumunda gece sırt üstü yatıp ellerimi başıma altına koyarak ve yıldızları izleyerek yaşamak istediğimi anlatmaya çalışıyorum. Hızlı çevreciler “doğaya zarar verirsin”. “Bunu yapmamalısın”, diyerek fikrimden vazgeçirmeye çalışıyorlar. Hande ilk defa lehimde görüş bildiriyor. Tartışma daha fazla uzayabilirdi ancak aniden Uçhisar kalesini önümüzde buluyoruz. Bizi yukarı davet ediyor. Burası tepelerin oyulması ile yapılmış bir kale. Kalenin dibinde güz mahsulü, vadilerde yetişen meyvelerin kurularını fark ediyoruz. Parlak renkli, bol şekerli ve taptaze. Köylüler sürekli “tatmadan almayın, tadın” diye tezgahlarına davet ediyorlar. Şems bu daveti abartıp bu meyvelere açık büfe muamelesi yapıyor. Karnı doyuyor herhalde. Poşet poşet cevizler, kuru üzümler, elma kuruları satın alıp kaleye fırlıyoruz. Kaleden gezegenin uzak köşelerinin ve ortamla bütünleşmiş taşlardan yapılma Uçhisar yerleşim alanının en güzel geniş açı fotoğraflarını çekiyorum. Uçhisar kalesi ve etrafını sarmış evlerini gece ışıkları ile aydınlanmış bir şekilde uzaktan seyretmek peri masallarında prensesin yaşadığı kaleyi ve gece çekilmiş Mardin fotoğrafını anımsattı.
Kapadokya bölgesini gezmek hem çok kolay hem de pek zevkli. Kolay çünkü ilgi çekici bütün yerler birbirlerine çok yakın mesafede. Ve gidilecek yerler arasında geçilen mesafede, yol üstünde şaşırtıcı bir çok yer şekli, peri bacası yada doğal bitki örtüsüne rastlıyorsunuz. Gözler ve beyin sürekli aktif durumda. Bir günde bu kadar farklı şeyle karşılaşmaya alışkın olmadığınız için yorulma ihtimaliniz fazla. Uçhisar’ın hemen dibindeki Güvercin Vadisine iniyoruz. Artık bölgeyi yukarıdan değil aşağıdan görmenin vakti gelmişti. Aşağıda ilk göze çarpan ilginç yeryüzü şekillerinin arasında yetişen elma, armut ve diğer meyvelerin bu şekillerle oluşturduğu bütünlük. Elmalar ve armutlar yerlere dökülmüş. Üzümler soğuktan yaralı ama hala tatlı. Atıştırıp yürürken başımızın üstünde uçan güvercinlere bakıyor ve vadinin içlerinde keyifle çığlık atmalarına tanık oluyoruz.


Ertesi gün Ihlara vadisini görüp vadi içersinde yürüyüş yapmayı planlıyoruz. Ama Zülü Mustafa paşa’yı gündüz gözü ile görmenin hoş olacağını söyleyince hepimiz bu fikir ile heyecanlanıyoruz. Mustafa paşa’da yarım saat geçirmek 85 yıl öncesini yaşamak gibi bir şey idi. Rum evinin yanındaki ilginç resimlerle bezeli ve kapısının üstünde “bu eve sadece güzel düşünceler taşıyorsan gir aksi halde girme” yazısının olduğu evi seyrediyorum. Bu yazıyı buraya yazdıran ev sahibi ve yazan usta giriyor hayalime. Yüzlerini ve kıyafetlerini seçmeye çalışıyorum. Ve bu insanların bu evi terk etmek zorunda kaldıklarında hissettikleri acıları tahmin etmeye çalışıyorum. Sevdiğimiz bir oteli bile terk etmekte zorlanıyorken yüzlerce yıllık aile hikayesi olan evimizden nasıl çıkılabilir? Çok garip değil mi? İki lider masa başında milyonlarca insanın evini ve yurdunu terk etmesi için karar alıyor. “Kutsal amaçlar için.” Garip olan bu acının halen mübadil çocuklarında ve torunlarında taze olması. Kasabadan çıkarken ilginç ve acı bir olayla karşılaşıyoruz. Yüzü çuval ile kapatılmış, dört beş kişi tarafından itekleye itekleye zorla yürütülmeye çalışılan boğa kurban edilmek üzere evden çıkarılıyor. Boğa önünü göremediğinden yürümekte zorlanıyor. Bu sahne et yeme isteğimizi köreltiyor ve hayvan öldürmelerinden kendi payımıza düşen utancı hissediyoruz. O anda Şems “bundan sonra hayatım boyunca et yemeyeceğim” deyip vejetaryen oluveriyor. Önce şaka sanıyoruz ama “Şems bu yapar” deyip inanıyoruz. Bundan sonra Şems’in yeni hayatının neye benzeyeceğini tahmin etmeye çalışıyoruz. Ihlara’ya giden yol üstünde coğrafya yine hayranlık verici sürprizlerle dolu. Bu dönem köylerde kabak çekirdeklerini kabaklardan ayırma ve kurutma dönemi. Bu sebeple yol kenarlarında kabaklar birikmiş bazı yerlerde ise insanlar yerlere serilmiş kabakları karıştırmaya yani onları havalandırıp kurutmaya çalışıyorlar. Fotoğraf çekmeye düşkün olanlar için iyi malzeme. Çiğ çekirdeğin tadına da bakmalı.
Ihlara kasabasına varıyoruz. Meydanda bizi 81 yaşındaki Mukaddes nene karşılıyor. Evine gitmek istiyor ama yokuşu tırmanamadığından onu yukarı çıkarmamızı istiyor. Hemen bindiriyoruz. Bayramı korku ile geçirdiğini söylüyor. Ona kulak veriyoruz merakla. “Oğlum doğuda asker ve her an kötü bir haber gelecekmiş gibi korkuyorum” diyor ve ekliyor, “ama sürekli dua ediyorum”. Şu an Mukaddes teyze gibi binlerce annenin korkular içerisinde olduğunu ve daha kötüsü bazı anaların bu korkularının gerçeğe dönüştüğünü düşünüp kızıyorum. Bu işte payı olan herkese.
Ihlara vadisi düz olan bir ovanın bir kısmının çökmesi ile oluşmuş ve ortasından azgın bir at gibi hızla akan bir nehir geçmiş. Çöktüğü yerdeki kayalar taş ustasının elinden çıkmış gibi itinayla kesilmiş heybetli uçurumlar oluşturmuşlar. Etrafı güzel düzenlenmiş merdivenlerden aşağıya inerken vadinin ihtişamı daha etkili görünüyor ve bunu yapan doğaya hayranlık beslemeye başlıyorsunuz. Yürüyüşle beraber hayaller de başlıyor. Yine bir çadır kampı ve geceyi vadinin koynunda geçirme isteğini şiddetle hissediyorum. Böyle yerlere gelme isteği ile gitmeme isteğinin şiddeti aynı. Ama şimdi gitme zamanı. ‘Medeni hayat’ acele etmemizi istiyor. Çünkü Konya’da Mevlana’yı ancak saat beşe kadar görebileceğimiz söylendi. Mevlana bunu duysa ne düşünürdü acaba. Hızlanıyoruz. Ve zamanında yetişiyoruz. Zülü ve Hande’nin Mevlana’dan istekleri vardı. Onları ilettiler. Konya’ya gelmişken etli pide yemek için-bayramdan dolayı- zar zor bir lokanta buluyoruz. Şems meraklı bakışlarımız altında ilk sınavını başarıyla veriyor ve etli değil peynirli pide yiyor.
Her tatil erken biter. Ve hep eksik yerler kalır, !neyse bir dahaki sefere' deriz. Bir dahaki sefer ilerisi için umut yatırımıdır. Kendimizi avutmadır. Bilerek de avuttuk kendimizi. Olsun. Dersler çıkardık kendimizce. Bundan sonra daha az yer gezilecek ama her gezilecek yerde daha fazla vakit geçirilecek. Daha derine inmek için. Bakmaktan çok görmek ve yaşamak için. Bir seyyah gibi mesela. Şimdi dönmek zamanı. Her dönüş işe başlamak, hayata kaldığın yerden devam etmek demek. Bu durum hafifçe burur mideyi. Ama geri dönmek aynı zamanda gezinin verdiği mutluluk ile ertelenen projeleri, işleri, hayalleri gerçekleştirmek için kendinde coşkun bir enerji bulmak demek. Yine de dikkat bu enerji kısa sürelidir ve tükenmeden harekete geçmek gerekecektir. Keşke gündelik hayatımızın her anında tatilde hissettiğimiz gibi hissedebilsek. Kim bilir ne güzellikler yaratırdık; kendimizi ve dünyayı sevindirecek. Dönüş yolu daha karanlık. Vücutlar yorgun düşmüş, Hande ve Şems'te üşütme belirtileri baş gösteriyor. Ancak şiddetli bir tartışma bu ağır havayı dağıtabilir ve özümüze döndürebilirdi. Az sonra düşündüğüm gerçekleşiyor. Konya çıkışında başlayıp İzmir girişinde biten çetin konulara giriyoruz. Göçmen ve farklı etnik kökenden gelen insanlara hakim kültürlere sahip insanların davranışlarını analiz ettik. Genelde o davranışları beğenmedik. Şems'in bazı Türkçe kelimeleri farklı telafuz etmesine güldük. Termoz gibi. O da bize kızdı. Biz yine güldük. Sonra da fırsat olsa nerede yaşamak isterdiniz sorusuna yanıtlar verdik. Farklı yerlerden gelen ve farklı hikayelere sahip bizler acaba vatanım yada memleketim dediğimiz yerleri mi tercih ederdik? Verdiğimiz cevaplar dünyalı kimliğimizi ortaya çıkardı ve yeni tartışmaları tetikledi. Günlük hayatımızın aktığı zamanlarda birbirimizle bu kadar uzun sohbet etmediğimizden tam olarak tanış olmadığımızı fark ediyoruz. Şimdi dört teker üstüne oturmuş, karanlıkta giderken sonsuz sohbetler için sonsuz zamanımız vardı. Hande için derin felsefelere girme fırsatıydı bu. Konuşmayı sevince çok fırsatı sonuna kadar kullanılıyor tabi ve sevimli yeni şeyler keşfediyorum sözlerinde. Dönüş yolu birbirimizi tekrar tekrar tanımak için ayrılmış özel bir zaman gibi idi. Ve artık şunu rahatlıkla söyleyebilirim. Sevdiklerinizle yola çıkmanız lazım. Daha çok sevmek yada onlardan ayrılmak için. Biz daha çok sevdik.
10 kasım 2011, izmir