Bilgi:
Servas, kültürler arası barış ve hoşgörüyü kendine amaç
edinen, kar amacı gütmeyen, ırk, dil, din, cinsiyet ayrımı gözetmeyen
bir Sivil Toplum Örgütü’dür.
|
Bir kenti tanımak için o kentin binalarına bakmak
yeterli midir? Kentin binaları derken evleri, müzeleri, sarayları, tiyatroları,
dükkanları, köprüleri hatta mezarları kastediyorum. Kentin kimliği kentin yaratıcıları
olan insanlar olmadan anlaşılabilir mi? Bence anlaşılmaz. Bu felsefeden
hareketle kenti tanımak ve anlamak için otellerde kalmak yerine insanların
evlerinde kalmayı ve onlarla beraber kısa süre yaşamaya karar veriyoruz. Ailenin
günlük hayat rutinine katılmak, kültürü, tarihi yerel insanların tecrübesi ve
anlatımları ile öğrenmek kenti anlamamızı kolaylaştıracaktı. Bu olanağı bize
Servas adlı kültürler arası barış örgütü sağlayacaktı. Bu organizasyona üye
olanlar dünyanın her yerindeki üyelerin evlerinde kalabiliyorlar. Yolları,
köyleri, ormanları, dereleri, sıradan insanları, bakkalları ya da sincapları
yakından görebilmek için araba ile seyahat etmek gerekiyordu. Ne de olsa
uçaklar her şeyin üstünden geçmekle yetiniyorlar. Ve sadece büyük şeyleri
gösteriyorlar bize. Ve büyük şeyler çoğu zaman küçük şeylerin üzerini
örtüyordu.
Bilgi:
Turing ve Otomobil
Kurumunda Yapılacak İşlemler (Yarım Saat):
Yeşil Sigorta: 220 TL
Uluslar arası
Ehliyet: 374 TL (1 yıllık)
http://www.turing.org.tr/tr/burolar.asp
|
Neyse yola çıktık. Bagajlar dolu. Gıda ağırlıklı. Yeşil
zeytinden balığa meyveden yol üstünde
teyzeden aldığımız bir kasa domatese
kadar yanımıza çok şey aldık. Gıda Avrupa’da pahalı bunu biliyorduk. Ne de olsa
21 gün boyunca 8 bin km gidecek ve 8 ülkeyi keşfedecektik. Yanımızda 21
aylık
çocuğumuz ve Ferdus olunca olduk mu dört kişi. Dört boğaz. Hedefimiz Ege
denizinin sıcak suyundan başlayıp Belçika’nın Brugge kıyısındaki soğuk Kuzey
Denizine varmaktı. Ahmet’ten GPS aletini ödünç almış, arabamızın bakımını
yaptırmış, yurt dışına çıkarmak için gereken yeşil sigorta ve uluslar arası ehliyeti
sağlamıştık. Tüm bu belgeler bize pahalıya mal oldu ama yapacak bir şey yoktu.
Sistem seyahat özgürlüğünü kolaylaştırmayı istemiyor sanırım. Seyahat
önyargıları buharlaştırıp barış duygusunu geliştiriyor. Böylece diğer
devletlerdeki insanlar yabancı olmaktan
çıkıyorlar. Savaş fikri biraz daha
zayıflıyor. Onlarla savaştırmak da zorlaşır. Acaba sebep bu mu?
Bilgi:
Çanakkale-İpsala
Feribotu;
Araba başına 28 TL.
Yazın her yarım saatte kalkıyor. Boğazı geçiş süresi 45 Dk.
|
İzmir’den Çanakkale’ye oradan karşıya feribotla
geçip İpsala gümrük kapısına varıyoruz. Free shoptan dost olacağımız insanlara
şaraplar alıp Yunanistan topraklarına giriyoruz. Sınırdan geçmesek Yunanistan’da
olduğumuzu anlamazdık. Türkiye ile aynı yeryüzü şekilleri, aynı bitkiler,
ayçiçeği tarlaları…
Yunanistan’da ilk kent Türkiye’den 40 km sonra gelen
72 bin nüfuslu deniz kenti Aleksandrapolis. Burası ilk bakışta insan zihninde sadece
yazlıkların ve otellerin göründüğü Bodrumvari bir şehir havası uyandırıyor.
Ancak akşam vakti kıyıdaki caddeler trafiğe kapatılıp hayata açılınca her yana masalar
kuruluyor, yemekler geliyor, müzik ve muhabbetler araba
seslerinin yerini
alıyor. Ara sıra geçit töreni yapar gibi geçen bisiklet konvoylarını bizim Enis
hayranlıkla izliyor. Peşlerinden gidiyor. Masamıza Ege’nin deniz lezzetleri
geliyor. Ev yapımı şarapları Yunan aksanı ile Türkçe konuşan garson Ercüment
getiriyor. Sofranın yıldızı kalamar dolma idi. Bu kentte Servas üyesi
olmadığından yerelden bir insanla konuşma ihtiyacını Ercüment ile karşılıyoruz.
Koyu Beşiktaşlı ve Çarşı hayranı olan Ercüment, bu kentte çok Türkün yaşadığını
ve İstanbul’a fırsat buldukça gittiklerini anlatıyor. Gerçekten de ertesi gün
bu kentten ayrılıp Selanik’e doğru yola
çıkınca yol üzerinde onlarca camili köy
görüyoruz. Önce bize garip geliyor sonra sık sık rastlayınca alışıveriyoruz.
Yakın geçmişe kadar yaşanan savaşlara, milliyetçi uygulamalara ve bezdirme
politikalarına rağmen Yunanistan’da Müslümanların halen kalabalık bir şekilde
varlıklarını sürdürebilmelerine şaşırıyorum. Ve seviniyorum. Farklı dinlerin ve
milletlerin birlikte yaşamaları her zaman için ayrı yaşamalarından iyidir.
Uzaklık artınca dokunmak zorlaşıyor ve böylece yabancılaşma artıyor.
Türkiye’deki Rumlar için aynı şeyleri söylemek pek mümkün değil maalesef. Yunanistan’da
Türkler o kadar görünür ve kalabalık iken Rumlar sevgili kentleri
Konstantinapolis’de bile bir avuç kalmışlar. Devletin insanlığa yakışmayan
farklı uygulamaları Rumları İstanbul’dan kaçırtış ve İstanbul fakirleşmiştir. Rumlar
memleketlerinden olmuş hem de Türkiye büyük bir kültürel ve insan zenginliğini
kaybetmiştir.
Aleksandrapolis’den Selanik arası 200 km. Yollar
ücretsiz ve otoban. Hava oldukça sıcak. Enis koltuğunda. Keyfi yerinde. Halası
Ferdus seyahat boyunca yapacağı gibi sıcak su termosumuzdan kahveleri
dolduruyor ve kayıntıları (atıştırmaları) bize uzatıyor. Arada da Enis’i
besleyip eğlendiriyor. Bu arada iki kişi iseniz ve küçük çocuğunuzu da yanınıza
alıyorsanız mutlaka arkada iyi anlaşabildiğiniz üçüncü bir kişiye ihtiyacınız
vardır. Bekar olması tercih sebebidir.
Selanik’in kale içine varıyoruz. Motorsikletli bir
genç bize rehber oluyor o önde biz arkada Servaslı Rudi’nin evini bulmaya
çalışıyoruz. Aynı isimden iki sokak olunca GPS bizi yanlış olana yönlendiriyor.
Neyse zor da olsa sonunda Rudi’y buluyoruz. 1930 doğumlu ancak çalışacak ve
toplu taşıma ile seyahat edebilecek kadar dinç bir insanla beraberdik.
Hayatının çoğunu Avustralya’da geçirmiş ve oradaki Yunanlılar için çıkartılan
bir gazetede gazetecilik yapmış. Annesinin Menemen/
İzmirli olduğunu öğrenince
hayat hikayesi daha da ilginç hale geliyor. Rudi annesinden kalan İzmir
tencerelerini mutfağında sergiliyor. Evi müze gibi değil tamamen müze.
Antikalar, eski fotoğraflar, gazete haberleri, 2 Dünya savaşından kalma haritalar,
antika eşyalar, dünya liderlerinin büyük posterleri, halılar, deniz kabukları,
taşlar ve daha bir sürü şey… Müze evi gezerken gayri ihtiyari sessizleşiyor ve
eşyalara dokunmamaya çalışıyorduk. Piramitlerin gizli bölmelerine girmiş gibi
hissediyoruz. Ancak kurcalamayı seven Enis için çok tehlikeli bir yerdeydik. Az
sonra Enis bizi haklı çıkarıyor ve balkondan aşağı bir taş fırlatıyor. Ucuz
atlatıyoruz. Rudi şehir turuna çıkarıyor bizi. Kitaptan bir şey anlatmayı
gerekli görmüyordu. Ne de olsa kendisi bir tarih idi. Yaşadıklarını anlatması bize
yeterince bilgi ve şaşkınlık sunuyordu. Şehrin 1. Dünya savaşında Fransız
komutan ve yerli liderlerin işbirliği ile çirkin yapılaşması olduğu için kasten
yakıldığını ve Paris örnek alınarak yeniden inşa edildiğini öğreniyoruz. Bu
yüzden de Yunanistan’ın en düzenli ve en geniş caddelerinin Selanik’de olduğunu
belirtiyor. Gerçekten de öyle. Selanik İzmir’e benzetilir. Evet, gerçekten de
benziyor. Deniz kenarına kurulu ve modern yapılar genelde sık inşa edilmişler.
Kadifekale gibi bir kale de denize tepeden bakıyor. Ancak belirgin bir fark var.
Kentin çevresini ormanlar kaplamaya devam ediyor ve kale içi Selanik’in en
çekici bölgesi. İzmir hayatının en eski yerlerinden biri olan Kadifekale gibi
hayatın dışına itilmiş durumdadır. Selanik’in kale içine şöyle bir göz
attığımızda geleneksel mahalle hayatını, eski evleri ve dökük bir skodanın arkasında
karpuz satan insanları fark ediyoruz. Şehir merkezinde ise eski bina namına bir
Osmanlı hamamı ve meydanda Beyaz Kule (Lefkos Pirgos) dikkat çekiyor. Beyaz
Kule dediğime bakmayın. Asıl ismi kanlı kale. Geçmişi kara bir kule. Yapı zindan olarak kullanılırken 1826’da Sultan II. Mahmud’un emri
üzerine kuledeki tutukluların hepsi kılıçtan geçirilince adı, “Kan Kulesi”
olarak değiştirilmiş. Bu kötü ününü hafızlardan silmek için ismi
Beyaz Kule olarak değiştirilmiş.
Rudi ile 1900’lü yıllara kadar süregelen Selanik’in Levant
kültürünü, işçi ve kadın hareketlerini ve sendikalaşma açısından ne kadar canlı
bir kent olduğunu konuşuyoruz. Jön Türkler başta olmak üzere birçok ulusal
hareketin bu vahada filizlendiği anlatıyoruz birbirimize. Sonunda
Milliyetçiliğin Selanik, İzmir, Trieste, İskenderiye, Odesa, vb. gibi kentlerde
farklılıkları nasıl yok ettiğini ve
kentleri tek ırk, tek din, tek dil yani tek
kültüre mahkum ettiğini hayıflanarak konuşuyoruz. Neticede bahsi geçen tim
kentler entelektüellerini ve muazzam dinamiklerini kaybetmiş oluyordu. İstemesek
de seyahatimize devam etmek üzere Ansikopediyi çağrıştıran Rudi’den
ayrılıyoruz.
Hangi kentten ayrılsak bu kenti yeterince yaşayamadığımı
ve keşfedemediğimiz hissine kapıldık. Bu yüzden de bu kente tekrar gelme ve
daha uzun kalma isteği uyandı. Selanik’ten ayrılırken de öyle hissettim. Tarih
boyunca tartışıla gelen soru aklıma geliyor. Sadece bir yere gidip orada uzun
süreli mi kalıp o yeri doyasıya tanımak mı
yoksa kısa sürelerle çok yere gidip
tüm yerlerin tadını azıcık almak mı daha iyi? Biz ikincisini tercih ediyoruz.
Ancak bir farkla; kentleri kısa sürede ayrıntılı tanıma yöntemleri
keşfediyoruz. Bunun için Servas üyeleri ve Internet bunu olanaklı kılıyor.
Gölün Çocuğu; Ohrid-Makedonya
Bilgi:
Selanik-Ohrid: 280 km
Makedonya’da benzin: 1.3 Euro
Otobanda girişlerde ve
çıkışlarda ücret ödeniyor. 1.5 Euro ya da 300 Florin. Bozuklarınız hazır
olsun.
Kalmak için apart evler en uygun seçenek.
Fiyat: 30-50 Euro/3-5 kişi kalabilir.
|
Dağlardan, deniz kenarından ve köy kıyılarından
geçen bol dönemeçli yolu merakla izleyerek ilerliyoruz. Başka coğrafyalarda
olma isteği insanoğlunu her zaman çok cezp etmiştir. Gözler ve ruh farklı
renkleri, sesleri, taşları ve tatları her zaman arzu ediyor. Neden olsa her
zaman göz önünde olan zaman içinde ruhu sıkar. Aklımı bu düşünceler sarmalarken
Makedonya sınırına geldiğimizi fark ediyorum. Korkumuzun aksine gümrükte fazla
bekletilmiyoruz. Zira gurbetçilerin tatil dönüşü henüz başlamamıştı. Bagaj ve
kâğıt kontrolü nadiren yapılıyor. Tarımla uğraşan köylerden ve güzel evlerinin
yanlarından geçiyoruz. Makedonya’nın ucuzluğu yüzlerimizi güldürüyor. Özellikle
biranın ucuzluğuna şaşıp kalıyoruz. Köy marketinden gıda takviyesi yapıyoruz.
Ormanların en muhteşemi ve hayranlık uyandıranlarını izleyerek Ohrid gölüne ve
kasabasına varıyoruz. Bu kasaba-kent Amasra’nın
bozulmamış eski haline
benziyor. Taraça şeklinde eski evler, uçurum kenarına kurulu, kentin her
yerinden görünen Ortodoks kilisesi, tekneler, tarihi meydan, çarşının ortasında
büyük bir cami ve yaşamak dışında başka işleri olmayan turistler ve yerli
insanlar. Dinlenmek, yemek ve içmek için kanal boyunda göl manzaralı bir
cafe&barda oturuyoruz. Fiyatlar düşük olduğundan korkmadan yiyip içiyoruz. Türkiye’de
yaşaması güç bir his bu çünkü bizim memlekette içki içmeye para cezası var.
İçki fiyatlarını aklınıza getirirseniz ne demek istediğimi anlarsınız. Birçok
Avrupa ülkesinde bizim çay geleneğimize yakın içki geleneği ile karşılaşıyorum.
Sıklıkla içilmesi, kültürün, günlük hayatın bir parçası olması ve ucuzluk
açısından durum böyledir. Yeni bir memlekete gelince yerel içkinin tadına
bakmadan olmaz. Mekan sahibinden Ohrid rakısı isteğince gülümsüyor ve beni
içeri davet ediyor. Arada bir yerde bir shot ikram ediyor. Bizim boğma rakısına
çok benziyor ama onlar incir üzüm yerine elma ya da erik kullanıyorlar. Sevimli,
cana yakın ve yabancıya alışkın insanlar. Türk nüfusun yoğun olarak yaşadığı
bir yer olan Ohrid’in sokaklarında gezinirken kulağınıza sizi gülümseten Türkçe
aksanlı konuşmalar çalınıyor. Başı kapalı teyzelerle karşılaşıyorsunuz.
Apartımızın sahibi yaşlı teyze birkaç yabancı dil biliyor, çarşıya pazara
bisikletle gidiyor ve sizinle sohbet etmek için her fırsatı kullanıyor. Çok
sevdiği Türk komşularını anlatıyor. Türklerin eskisinden daha huzurlu
hissettiklerini, geniş haklara sahip olduklarını ve isterlerse kendi
okullarında Türkçe eğitim alabildiklerini söylüyor. Sabahleyin minik bahçesinde
bize şeker şerbeti yerine sütle yapılmış revani tatlısı ve kahve ikram ediyor. Kahvaltımızı
yaparken bahçeden domatesleri sofraya getiriyor. Ohrid’in insanı kendi hayat
akışına katan güler yüzlü bir havası var. Sanırım bunda kültürün ve suyun çok
büyük bir etkisi var. Bize tanıdık gelen bazı özellikleri burada yaşamak da pek
hoş bir şey. Mesela mahalle bakkalında yerli param çıkışmayınca teyze “sonra
ödersin” diyor eli ile işaret ederek. Gülümseyerek çıkıyorum.
Ertesi gün kenti keşfe çıkıyoruz. Eski taşlı ve
yokuşlu sokaklardan yürürken kiliseleri ve camileri komşuluk yaparken
görüyoruz. Kaleye çıkan yol üzerinde güzel evleri, göle bakan kafeleri, pamuk
helvası, limonatası ve sokakta Makedon kıyafetleri, hediyelik eşya satışı yapan
insanlar… Uçurumun kenarında bulunan Plosnik kilisesinde bayram nedeniyle büyük
bir ayine tanık oluyoruz. Renkli dini kıyafetlerle ayini yöneten 10 kadar papaz
ve o anı derinlemesine
yaşamaya çalışan şık kıyafetli teyzeler, genç kızlar ve
amcalar. Tepedeki ayini izlerken arkada
uzanan ve sonsuzluk hissi veren gölün
manzarası dini duyguları daha da güçlendiriyor zannımca. Buraya çok yakın başka
bir kilisede vaftiz ayinine denk geliyoruz. Bizim sünnet geleneğinin havası
burada da esiyor. Özenle hazırlanmış çocuk ve etrafını çok heyecanlı, duygulu
ve şık giyimli aile
üyelerinin oluşturdukları geniş bir halkayı görüyoruz.
Papaz ise bu işi uzun süredir yapıyormuş hissi veren el çabukluğu ve rahatlığı
ile hareket ediyor.
Karnımız acıkınca çarşı içindeki bir lokantada
meşhur Makedon köftesini, kuru fasulyesini, salatasını yiyip yörenin kekremsi
şarabından içiyoruz.
Öğleden sonra yerlilerin ve turistlerin akın ettiği
orman ve göl kıyısında kurulu Ohrid’e 29 km mesafedeki Ljubaništa’ya gidiyoruz.
Temiz ve bakımlı plajlar, kafeler ve arkadaş canlısı bir ortam. Plajda bir
yanda yüzüp muhabbet eden aileler, gençler diğer yanda ise tavla oynayan ve
sayıları yek, dü, şeş beş … şeklinde söyleyen amcalar. Göle Akyaka’daki gibi
coşkun azmak suyu dökülmektedir. Orman içindeki azmak suyu kenarında cennet
bahçelerini andıran restoranlarda canlı müzik yapılıyor ve ahşap restoranlar
kazıklarla yüzdürülebiliyor. Renkli teknelerle tatlı su üzerinde gezinirken
orman içinde gizlenmiş
yüzen müzikli restoranlarla karşılaşıyor ve pek
şaşırıyoruz. Sular yeşil, yosunlu, berrak ve davetkar. Ancak bizim azmakta
olduğu gibi burada yüzmeye izin verilmiyor. Doğayı rahatsız etmemek için.
Dönüş yolunda göl üstüne kurulu bir müzeye giriyoruz.
Adı Su Üstü Müzesi. Ağaç kalaslar üzerine inşa edilmiş eski toprak evlerle
binlerce yıl önceki yaşam canlandırılmaya çalışılmış. Uzaktan bakıldığında su
üstüne kurulu bir Kızılderili köyü sanırsınız. Burada da toprakevler karşımıza
çıkıyor. İçinde büyüdüğüm toprak evimiz (beytuturab) aklıma düşüyor ve bunca
uzaklığa rağmen benzerliklere çok şaşırıyorum. Tüm insanlarla akrabalığımız
tekrar ispatlanmış oluyor sanki.
İkili
Kültürün Merkezi; Üsküp
Şimdiki rotamız Üsküp; Makedon dilindeki adı Skopje.
Yine dağlık, ormanlık, yine dolambaçlı yollar, ara sıra karşımıza çıkan
Müslüman ya da camili ve kiliseli karma köyler. Balkanlar çok kültürlüğü
kaybetmemek için hala direniyor.
Bilgi:
Ohrid-Üsküp:
180 km.
|
Bu seyahati mümkün kılan GPS her zaman yaptığı gibi bizi
kentin eski yerleşim bölgesine getiriyor. Avrupa’da eski şehirlerin kalbi genelde
trafiğe kapatılmış insanlara açılmıştır. Her zaman yaptığımız gibi arabamızı
park edip kenti yürüyerek keşfe çıkıyoruz. İlk olarak 1492 yapımı Mustafa Paşa
Cami karşımıza çıkıyor. Cami ve yöre hakkında yerli Türklerden bilgiler
alıyoruz. Türkiye Devleti son zamanlarda tüm Makedonya’da tarihi eserlerin
restorasyonuna ciddi katkılar sunduğundan Müslüman nüfus arasında Türkiye ve T.
Erdoğan hayranlığı had safhaya çıkmış durumdadır. Müslümanlarla
konuştuğunuzda
Türkiye’de var olan T. Erdoğan karşıtlığına bir anlam veremiyorlar. Sanki
siyaha beyaz diyormuşuz gibi tepkiler geliyor bize. Bir ara eleştirimiz
arttığında çok tanıdık laflar geldi kulağımıza; “Çapulcular” J.
Üsküp’ün merkezine gelince kentin Antakya gibi nehir (Vardar) ile ikiye
ayrıldığını; bir yanda eski Üsküp diğer tarafta ise yeni Üsküp olduğunu
görüyorsunuz. Eski Üsküp herhangi bir
Anadolu kasabası gibi çarşı, camiler, dükkanlar, kahvehaneler ve lokantalardan oluşuyor.
O kadar çok cami var ki sabah namazında ezan sesleri kaldığımız yerin (Viyana
Motel) içinde kadar girip bizi uyandırdı. Bir anda nerede olduğumu
hatırlayamadım. Melez bir kent özelliğini halen devam ettiriyor Üsküp. 500 bin
nüfuslu kentte Makedonlar, Arnavutlar, Türkler, Romanlar, Boşnaklar ve
Aromanyanlar yaşıyorlar.
Muhteşem taş köprü II. Mehmet tarafından Roma köprü
kalıntıları üzerine inşa edilmiş. Köprünün olduğu bölge Makedonya
uluslaşmasının ve ayağa kalkışının sembolü olmuş. 1991 yılında bağımsızlığına
kavuşan 2 milyon nüfuslu Makedonya uluslaşma sürecinde geç kalmanın verdiği
telaşla muazzam bir inşa sürecine girmiş. Klasik antik dönemi mimari tarz ile
yapılan devasa resmi binalar, müzeler ve yeni köprüler ülke başkentinin en
büyük meydanında hayata geçirilmiş durumdadır. Köprülerin üstüne dizilmiş ülke
tarihinin sembol olmuş kişileri (ressam, din adama, yazar, müzisyen, siyasi
önderler, vb.) gece ışıklandırmaları ile çok ilginç bir
görüntü sunuyorlar.
Meydanda yer alan büyük İskender’in dağ başında dikilmiş olan büyük
Milenyum
Haçına (66 metre) bakan heykeli Makedonya uluslaşması konusunda çok şey
anlatıyor. Gece ve gündüz hayat burada canlı akıyor. Bu mekana geldiğimizde
dolunay vardı. Taş köprünün gözleri arasından dolunayı, kenti izlemek ve öpüşen
çiftlerin siluetleri kente büyülü bir hava katıyordu. Bir kahve alıp bu mucize görüntüyü
hayranlıkla seyre daldık.
Makedonların mazlum tarihini Makedonya Savaş
Müzesini rehber eşliğinde gezerken öğreniyorum. Müzede tüm tarihi dönemler
birebir oluşturulmuş ve önemli şahıslar balmumu heykellerle resmedilmiş.
Osmanlıların son dönemlerinde bağımsızlık hareketlerine kalkışmış olan
Makedonların bu kalkışması kanlı bir şekilde bastırılmış. Osmanlı valileri,
padişahları ve Atatürk’ün Hıristiyan sevgilisi ile beraber canlandırılmış
balmumu heykellerini görüyorum. Rehber, Mustafa Kemal’in anne tarafının
Ortodoks Hıristiyan olduğunu söylüyor. Tanıdık olmayan bir bilgi idi bu. Makedonlar
bağımsızlık mücadelelerinin ardından 1. Dünya savaşında ve savaştan sonraki
dönemde kendi coğrafyaları içerisinde sol sağ çatışması sırasında büyük acılar
yaşıyorlar. Daha sonra Yunanlılar Makedonları
farklı bölgelere ve ülkelere
sürüyorlar. Rehber hanım Komünist dönemde de mutsuz bir dönem geçirdiklerini
üzüntü ve kızgınlıkla anlatıyor. Yani anlayacağınız Makedonlar ancak 1991
yılında bağımsız olduktan sonra rahat nefes alabiliyorlar. Bu yüzden
bağımsızlık onlar için çok değerli bir şey. Muhteşem şekillerin çizili olduğu
müze kubbesinin altında yer alan bağımsızlık ilanını gösteren belgeyi hüzünle
izliyorum. Bunu elde etmek için bu kadar uzun ve acı bir yolculuğa gerek var
mıydı?
Biraz
Tarih Biraz Karmaşa Çok Eğlence; Belgrad
Bilgi:
Birkaç
kişi ile beraber seyahate çıkmışsanız kalmak için en uygun yer apartman daireleridir.
Avrupa’nın her yerinde yaygınlaşan bu tarz konaklama ile insan ev rahatlığını
buluyor. Yemek pişirebiliyor ve kahvaltı yapabiliyor. Belgrad’ın kalbine
hayatın dibine 15 dk. yürüme mesafesindeki tuttuğumuz dairenin (Apartman
Park) fiyatı günlük 40 Euro. 4 kişi için çok makul değil mi?
|
İstanbul’un eski bir semtine gelmiş gibi hissettim
Belgrat’a varır varmaz. Yılların hışmına uğramış yüksek binalar, dar sokaklar,
sık park etmiş araçlar, hızlı akan trafik ancak yavaş hareket eden insanlar. Yoldan
geçen insanlara kalacak yer sorduğumuzda sadece cevap vermekle kalmadılar Internetten yer bulmamıza da yardımcı oldular. Telefon edip pazarlık yaptılar
ve bir anda kendimize çok rahat bir dairede bulduk. Temiz, geniş, İnternet olan ve balkonundan ince mimari zevkle ile yapılmış bir müze manzarası olan bir
daire idi bu.
Vakit kaybetmeden eski mahalleden kentin merkezine yollanıyoruz.
İstiklal caddesi gibi ama daha geniş bir cadde üzerinde Belgrad’da görülmesi
gereken şeylerin çoğu bulunuyor. Müzeler, meydanlar, sokak müzisyenleri,
konserler, katedral, tarihi Moskova oteli ve cadde sonunda kentin kalesi
kendilerine şahane yerler bulmuşlar. Kenti boydan boya kesen cadde Tuna Nehri
kıyısındaki muhteşem kalede
bitiyor. Ben böyle yaşayan bir kale görmedim. Kale
için günlük hayatın bir parçası haline getirmek için caddenin sonuna
bağlamışlar. Ancak bu yetmemiş olacak ki kale içinde basketbol sahaları, tank
müzesi, kültür merkezi, sokak sergi yerleri, her daim dolu olan satranç masaları,
çeşmeler, satış yerleri ve solucan gibi şekiller çizen Tuna nehrini izlemek
üzere seyir duvarları yapılmış. Gün batımı,
Belgrat şehri ve solucan gibi kıvır
kıvır Tuna Nehrinin başka bir nehir ile birleşmesi elbette ki seyre değer.
Zamanınız darsa minik traktörün çektiği vagonlara binip bunların hepsini
görebilirsiniz. Gece canlı olsun, geleneksel müzikli ve yemekli olsun
istiyorsanız büyük tarihi tiyatro binasına (yukarıda anlattığım caddeye) birkaç
dakika mesafedeki Skadarlija’ya gitmeniz lazım. Siyah taşlarla döşeli yolları, üzerinde
salınan her daim şık giyimli insanları, çatal bıçak sesleri ve evlerin önünde
akşamlayan yerel insanlarla beraber sürekli devinim olan turistik bir sokaktan
bahsediyorum. Bu restoranlar sokağı turistik
olduğundan doğal olarak her şey için daha çok ödemeniz gerekiyor. Turistlerin
Skadarlija’da
yemek yiyip eğlendim deme maliyeti bayağı yüksek. Bu arada
Belgrat’da pizza yemeli ve Helen (Yelen) birası içmelisiniz.
Genç turistlerin çok tercih ettiği, müzik
festivalleri, ucuzluğu ve uzun güzel kadınları ve erkekleri ile Belgrat çok
dinamik ve uçarı bir kent.
Bilgi:
Üsküp-Belgrad: 440
km.
Benzin: 1.20 Euro Lt.
1 Euro: 120 Sırp
Dinarı
Hvala: Teşekkürler
|
Şimdi seyahat boyunca tanığımız ilginç bir insanı
anlatmak istiyorum. Kaldığımız apartmanın girişinde yaz kış yara bandı,
oyuncak, kalem vb. şeyler satan üstü başı yırtık
pırtık olan 70 yaş civarındaki
Momo’dan bahsediyorum. Girip çıkarken selamlaşmaya başladık. Bir ara elinde
İngilizce bir kitap dil öğrenmeye çalıştığını fark ediyorum. Gözler ve yürekler
güvenince bizim Momo anlatmaya çalışıyor. Aslen Karadağlı ve kitabı basılmış
bir yazar. Ayrıca el yazısı ile yazdığı ve Amerika’ya oğluna gönderip daktilo
ettirmekte olduğu dört kitabı daha varmış. Basılan kitabı 2. Dünya savaşı
sırasında Karadağ’daki Müslüman Hıristiyanlar arasındaki dostluğu anlatıyor. Görüşlerinden
dolayı hapiste yatmış. Yola çıkmak üzere olduğumuzu anlayınca hikayesini tam
bitirmeden ayağa kalkıyor ve evine gidip Enis’e oyuncaklar getiriyor. Yavaş ve
itina ile pillerini takıyor. Para lafını duymak istemiyor tabiî ki. “Parasız
dost olalım” diyor. Aklıma not ediyorum. Defterime adresini yazıyor ve bir
dahaki sefere onun yanında kalmamı istiyor. Yüzünden iyilik akan, sürekli saklı
bir tebessüm taşıyan kamil bir insan hissi uyandırıyor içimde. Babamı hatırlıyorum.
İranlı dostum Muhammed’in dedikleri aklıma geliyor. “Seyahat sırasında benim için
mekanlar değil insanlar ve kitaplar önceliklidir.” Momoyu tanıyınca Muhammed’e
tekrar hak verdim. O anda tüm mekanlar hayalimden silindi sanki. Bir an önce
Momo’yu anlatasım geliyor. Onu tekrar göreceğim.
Işıklarla
Yanan Şehir; Budapeşte
Bilgi:
Macaristan gümrüğünde
Vinetta denilen otoban kartı almanız lazım. 10 günlük kartın fiyatı 13 Euro.
Ayrıca aynı yerde para da bozdurabilirsiniz.
1Euro: 315 Forint
Benzin: 1.2 Euro
|
Budapeşte deyince aklıma Atilla, Hunlar, Orta Asya,
Türklerle akrabalık, Tuna nehri ve müzik geliyor. Bu kentte kaldığımız süre
boyunca bu kavramlarla sık sık haşır neşir oluyorum.
Sırbistan’ı geçer geçmez Macaristan’ın ilk köyleri
görünüyor. Yine alımlı evler ve güzün alabildiği kadar çeşit çeşit yeşillik. O
anda aklıma bir şey geliyor. Osmanlılar buraya kadar at sırtında gelmiş. Hatta
burası da kesmemiş Viyana’yı da almak istemişler. Biz ise araba ile bile zor
geldik. Başka insanların topraklarını, kültürlerini, ürettiklerini zorla almak
ve onları kendi evlerinde yönetmek çok garip geliyor bana. Zamanın koşulları
diyeceksiniz ama yine de bana makul gelmiyor. Sanırım insanlık tarihinin
hiçbir
anında başkasının toprağını almak normal karşılanmamıştır. Otobandan direk
Servaslı ev sahibimiz Scaba’nın muhteşem evine varıyoruz. Sıra dışı bir iç
tasarımı, sayısız odası, gökyüzüne açılan pencerelere sahip çatı katı ile şehir
dışında sakin bir evdeyiz. Bahçesinde meyve ağaçları, çim alanı ve geri dönüşüm
köşesi de olunca birçok insanın hayalindeki ev tamamlanmış oluyor. Evin sahibi
Scaba yeni bir Servaslı ve biz onun ilk misafiriyiz. “Çocuklarımı evlendirdim.
Eşimden de boşandım. Bu koca evi ne yapacağım derken kızımın teşviki ile
Servaslı oldum. Bari dünya insanları gelip bu geniş evde kalsınlar” diye
düşündüm. İş hayatının uzun bir dönemi Frankfurt’ta geçmiş olan bu düzenli,
nazik ve bilgi dolu insan çok hızlı iş hayatını bir kenara atmayı başarmış. Ve sonunda
sakin bir hayata başlamış. “Birkaç sene önce İspanya’ya hacca gittim ve
dönüşümde yavaşlamam gerektiğini
anladım” diyor. İçimden Scaba’ya hak veriyorum.
Bu hız neden? Acaba insanlar oradan oraya koşturunca çok şey yapıp
yaşadıklarını daha mı iyi hissediyorlar? Bilmiyorum. Scaba şu anda hem evden
yarı zamanlı çalışıyor hem de insanlara yardım amaçlı bir dernekte gönüllü
görevler alıyor. İyi tasarlanmış planlaması ve içtenliği ile kısa sürede kendimizi
evimizde imiş gibi hissediyoruz. Günler süren yolculuklar ve gezmelerden sonra
sıcak bir eve ihtiyacımız vardı gerçekten. Akşam olunca “Budapeşte gece
gezilmeli. Karanlıkta sadece güzel şeyler görünür” deyip bizi arabası ile kent
turuna götürüyor. Tepelerden şehre baktığımızda Buda Nehri, ışıklı, devasa
tarihi binalar, köprüler, ışık kıvılcımları ile titreyen Tuna nehrinin suları,
uzun gezi tekneleri ile gerçek olmayan bir yerde hissediyoruz kendimizi. Bir filmin
kahramanları gibi idik. Sonra kahramanlar meydanı, müzeler ve yanı başındaki
gölün kıyısında yer alan kilise ve kaleye ulaşıyoruz. Göl kış aylarında
donduruluyor
ve buz pistine dönüştürülüyormuş. Kahramanlar meydanında 1100 yıl
önce orta Asya’dan buraya göç eden ilk atlı ekibin temsili heykellerini
izliyoruz. Nazım Hikmet’in “Uzak Asya’dan gelip bir kısrak gibi uzanan bu
memleket bizim” şiiri geliyor aklıma.
150 yıl hüküm süren Osmanlılardan geriye kalan
hamamları gösteriyor. Halen faal olan ve restore edilmiş bu hamamların kimisi
kadın kimisi erkek kimisi de gey ya da lezbiyenlere ayrılmış. Ertesi gün
Macaristan Tarih Müzesine girdiğimizde Osmanlının izlerini daha fazla
görüyoruz. Müzede Osmanlı hayat tarzını anlatan kıyafetler, oda örnekleri, eşyalar,
paralar, fermanlar ve daha bir çok şey sergileniyor. Macarlar bana Farsileri
çağrıştırıyor. Kendi tarihleri, kültürleri ve bağımsızlıklarına çok düşkünler.
Tarih boyunca da hep yöneten ve etkileyen bir ulus olarak
varlıklarını
sürdürmüşler. Sanırım Orta Asya’dan gelmiş ve savaşçı olmalarının bunda büyük
bir etkisi var. Ancak diğer yandan göçebelikten yerleşik hayata uyum sağlama ve
her alanda şehir kültürünü oluşturmuş olmanın da etkisi var. Osmanlıların bu
topraklardan ayrılması ile Macar yükselişi başlıyor. Avusturya-Macaristan
imparatorluğu zamanında altın çağlarını yaşadıklarını ve saray gibi evlerin,
parlamento binasının, müzelerin ve köprülerin o dönemin ürünü olduğunu
öğreniyoruz. İlk metro sistemi İngiltere’den sonra 1896 yılında Macaristan’da
kurulmuş. 1956’da Sovyet işgaline karşı geliştirdikleri direniş ile
övünüyorlar. Komünizm sonrası dönemi ve AB katılımını yeni bir atılım dönemi
olarak görüyorlar.
Bilgi: Budakart almanız durumunda 24 saat
boyunca istediğiniz kadar toplu taşıma araçları ile seyahat edebiliyor, bazı
müzelere, termal havuzlara, restoranlara, nehir turlarına indirimli ve ya da
ücretsiz girebiliyorsunuz. Size verilecek kitapçıkta bu bilgilerin hepsine ulaşabiliyorsunuz.
|
Budapeşte keşfine ertesi gün devam ediyoruz.
Budakart alıyor ve tarihi bir binadaki termal havuza giriyoruz. Kale
içini
yürüyerek geziyor kenti gece izlediğimiz noktadan bu defa gündüz seyrediyoruz.
Muhteşem köprülerden yaya geçiyor Tuna (Danube) Nehrine daha yakından
bakıyoruz. Eiffel tarafından tasarlanan Doğu Tren Garında biraz soluklanıyor ve
Paris caddeleri örnek alınarak tasarlanmış geniş caddelerden geçiyoruz. Genelde
düz ve çok uzun olan bu caddeler büyük bir anıt ya da heykelle bitiyor. Cadde
başından cadde sonundaki devasa anot ve heykelleri seyretmek harika bir
deneyim. Sokak festivalinde müziklerle dans ediyor yemek stantlarından bir
şeyler atıştırıyoruz. Buradaki insanların yaşamın tadına vardıklarını ifade
eden yüzleri, şen halleri ve havaya yayılan muhabbetleri beynimde başka
çağrışımlar yapıyor. Aklıma Soma, Cumhurbaşkanlığı seçimleri, memleketimin kızgın
suratları ve
IŞID geliyor. Hüzünleniyorum. Sanırım tüm sorunların kaynağında insanoğlunun
kendini yaşayamaması yatıyor. İzmir’den tanıdığım bir salsa ekibi sahneye
çıkınca kendime geliyor ve her zaman yaptığımız gibi yürekte acı varken eğlenebiliyorum.
Gençler enfes bir gösteri Yapıyorlar. Kente doymak mümkün değil. Enis olmasa da
biz bitkin düşmüştük. Evde Scaba ile uzun muhabbetlere devam ediyoruz.
Budapeşte’den ayrılmadan önce Harabe Publardan
birine gitmeye ne dersiniz? Köhne evler oldukları gibi bırakılmış ve içerisine
çağımızın çöpleri olan eski bilgisayar, radyo, araba, demir, alet edevat, vb.
yerleştirerek bara çevirmişler. O çöplerin arasında bira içip muhabbet etmek
ilginç olmaz mıydı?
Budapeşte’nin yeni tarafını Peşte oluşturuyor. Araba
ile Peşte’ye onlarca köprüden birini kullanarak geçerken yavaşlamalı ve kente
bu noktadan bakmalısınız. Binaları, nehir taşımacılığında kullanılan ve 100
metreyi bulabilen dar uzun gemileri seyretmek muhtemelen kendi coğrafyanızdan
çok uzakta olduğunuzu hissettirecek. İster istemez yaşadığınız kentle bu kenti
karşılaştıracaksınız. Seyahatin en karmaşık yönü de bu değil midir?
Karşılaştırmalar yapmak. Bu karşılaştırmalar insanda üzüntüler, kızgınlıklar,
kaygılar, yeni farkındalıklar, bazen göç isteği ve bazen de sevinci duyguları
uyandırır.
Bugünün
Dünyasında Masal Kenti olur mu?; Slovakya-Bratislava
Macaristan’dan tam çıkacağımız sırada mola
veriyoruz. Sıklıkla gördüğümüz ve kornaları ile bize
selam veren Türkiyeli
kamyonlarla bu defa mola yerinde karşılaşıyoruz. Bu defa farklı olan şey, kamyoncuların
Antakyalı olmaları idi. Arabadan inip onlarla Arapça konuşunca elbette ki şok
oldular. Ortak tanıdıklar ve akrabalar çıkıyor. Kamyonun mutfağından
kahvaltılıklar çıkıyor. Özlemini duyduğumuz çay kaynamaya başlıyor. 3 aydır
yolda olan Adnan çocuk özlemini Enis’le gideriyor. Enis’i kamyona çıkarıyor ve
içini gezdiriyor. Telefonlar alınıyor, selamlar gönderiliyor ve yola devam
ediyoruz. İnsan ne kadar evrensel düşünürse düşünsün memleketten uzakta iken aynı
ülkeyi, kenti, havayı, kültürü ve hatta çelişkileri paylaştığın insanları
görmekten mutlu oluyor. Neden acaba? Bu arada araba ile üstelik bebek ile bu
kadar uzun yola çıkmak kamyoncuları ve karşılaştığımız bir çok Türkiyeliyi
şaşırtıyor. Seyahat boyunca Türk plakalı başka bir otomobil göremeyince
yaptığımız şeyin çok sıradan bir şey olmadığını daha iyi anlıyoruz.
Antakyalı yeni dostların önerisi ile GPS’in dediğini
yapmıyoruz. Otobanı terk edip normal
karayolundan Slovakya’ya giriyoruz. Aynı
zamanda Euro bölgesine de ayak basmış oluyoruz. Artık her ülkede para bozdurma
derdimiz kalmıyor. Tuna nehri yine iki ülke arasındaki sınırı oluşturuyor ancak
yeni bir ülkeye girdiğimizi fark etmiyoruz. Her türlü sınırın çok kalın
çizgilerle hissedildiği bir ülkeden sınırların önemli olmadığı ya da gevşek
olduğu coğrafyalara gelmek her Türkiyeli için şok edici olabiliyor. Bunu ilk
defa yaşayan bir insan davranışlarını, hayallerini ve düşüncelerini yeni duruma
uyarlamada zorluk çekebiliyor doğal olarak.
Bilgi:
Benzin: 1.5 Euro
Budapeşte-Bratislava:
200 km
|
Düz bir ülke. Mısır tarlaları yine çok yaygın.
Köylerden geçerken hız sınırına uymanız gerekiyor. O yüzden yavaş bir seyahatte
hazır olmalısınız. Yavaşlığın keyfini ve olanaklarını değerlendirmeye
çalışıyoruz biz de. Bu sırada yol üstündeki büyük bir ikinci el kıyafet
dükkanında duruyor ve kilo ile güzel şeyler alıyoruz. Kilosu 7 Euro. Doğaya ve
bütçeye yapılabilecek en büyük iyilik bu değil mi?
Bratislava hem Avusturya’ya hem de Macaristan’a
sınırı olan 450 bin nüfuslu bir kent. Bu özelliği ile dünyada iki ülkeye sınırı
olan iki şehirden bir tanesidir. Tuna Nehri kıyısındaki Bratislava’ya girer
girmez yine eski gösterişli binalar ve kale içi karşılıyor bizi. Hemen oracıkta
kapalı bir araç parkı buluyoruz. Kent merkezlerinde arabadan kurtulmak müthiş
bir özgürlük hissi veriyor. İçimizde şehri keşfetme heyecanı ile Züleyha hızlı
bir şekilde kent ile ilgili aldığı notlara bakıyor ve harekete geçiyoruz. Kale
içine dar kale kapısından giriyoruz. Sapasağlam kalabilen kaleden içeri girince
ortaçağ insanlarını ve at arabalarını görmeyi umuyorsunuz doğal olarak. Ancak
onların yerini turistlerin aldığını fark ediyorsunuz. Her Avrupa şehrinde
olduğu gibi
restoranlar, hediyelik dükkanlar, publar, müzeler, kuleler, büyük
meydanlar ve eskinin kokuları kale içlerinin olmazsa olmazlarını oluşturuyor.
Kent turunu yine vagonlu traktörümsü bir araçla yapabiliyorsunuz. Ancak zaman
ve enerjiniz varsa elbette ki salına salına gezmelisiniz. Kentin en ilgi çeken
yönü beklemediğiniz yerde bitiveren ve bir şeyler anlatan sıra dışı heykeller.
Mesela kanalizasyon kapağından yarım çıkmış bir işçi, kollarını bir bankın
arkasında dayamış bir beyefendi ya da sokak başında fotoğraf çeken bir adamın
heykeli. Çok yaratıcı, mizah yüklü ve düşündürücü tipler. Bu heykellerle
beraber fotoğraf çekmek turistlerin en büyük fantezisini oluşturuyor. Bu arada
Arap kökenli yerli insanların ve turistlerin çokluğu dikkatimi çekiyor. Tur rehberi ile anlaşamayan bir Filistinli
gruba Arapça
tercümanlık yapıyorum. Çok mutlu oluyorlar. Bir yanda Gazzedeki
Filistinliler diğer yanda Bratislava’daki turist Filistinliler. Hayat bu kadar
tezadı nasıl kaldırabilir? Antakyalı olduğumu öğrenince annemin mutluluk
seslerini çıkaran teyzeler etrafımı sarıyor ve Arapçanın en güzel kelimeleri
ile sesleniyorlar bana. Şükren habibi (Teşekkürler canım)….
Enis’in günlük döner ziyafetini bu defa Lübnanlı bir
dükkanda karşılıyoruz. 20 yıl önce buraya göç eden sahibi Bassam ile Arapça
sohbet ediyoruz. “Burada hayat huzurlu ve sakin ancak pahalı. Özellikle Avroya
geçtikten sonra pahalılık daha da artmış. Bratislava’nın şöyle bir tadına
bakıyor ve yolumuza devam ediyoruz. Hedefimiz Avusturya’nın Linz kenti.
Keppler’in
Kenti, Linz
Bilgi:
Benzin:
1.50 Euro
Bratislava-Linz:
270 km
|
Avusturya’da yeşil, yağmur ve çiçekler karşılıyor
bizi. Orman dibinde bahçeli evlerin birisinde bizim Servaslı aile kalıyor.
Güler yüzlü ve mizah yüklü Walter ile eşi …….. ile kırk yıllık ahbaplar gibi
sohbete dalıyoruz. Walter içki bankasını kasaya doldurup masaya koyuveriyor. Ev
yapımı şaraplar ve likörlerin tatlarını baktırıyor. Çam kozalağı ve yeşil ceviz
likörleri güçlü aromaları ile beni mest ediyor. Tariflerini alıyorum tabi ki. Bütün
Servaslıların yaptığı gibi Walterlar da özel bir yemek hazırlamış, şehrin
haritalarını, rehberlerini masaya dizmiş ve uzun sohbetler için zihnen hazırlık
yapmışlar. Uzun bir gece. Okul
sistemlerinden evliliklere kadar konuşmadığımız konu kalmıyor. Vücut dinlemek
için alarm veriyor ancak biz onu dinlemiyoruz ve ev sahiplerimizle daha çok paylaşmak
istiyoruz. Çok susamışken bir su kaynağı keşfetmiştik ve o yüzden doyuncaya
kadar su içmek istedik. Öyle de yaptık.
Kahvaltımızı evin kış bahçesinde orman kenarında
yapıyoruz. Geleneksel kahvaltıda kahve, peynirler, farklı ekmek çeşitleri ve
meyve suyu vardı. Elbette her evde yapıldığı gibi Enis’e kayısı kıvamında
yumurta haşlandı. Günlük gezi performansını gerçekleştirebilmesi için olmazsa
olmaz bir yiyecekti bu. Nede olsa gezimizin kaderi Enis’e bağlıydı.
Walter ile Linz gezisine çıkıyoruz. İlk dikkatimizi
çeken şey Tuna nehri kıyısındaki gemi şeklinde tasarlanmış cam binadır. Walter
buranın çok ilginç deneylerin yapıldığı teknoloji müzesi olduğunu söylüyor. Müzenin
yanından geçip her zaman yaptığı gibi kenti ikiye bölen Tuna nehri üzerindeki
uzun köprüden yürürken Walter bu köprü ile ilgili ilginç bir bilgiyi paylaşıyor
bizle. 2. Dünya savaşının sonlarına doğru Hitler’i durdurmak için Amerikan ve
Sovyet birlikleri bu şehre ulaşır. Rus birlikleri köprünün bir tarafında Sovyet
birlikleri de köprünün diğer tarafında konuşlanırlar. İki süper güç Linz’i
korumak için bu şekilde karşı karşıya gelirler. Köprünün ortasında da kontrol
noktası oluşturulur ve bu şekilde aylarca beraber yaşarlar. Ortak düşman Hitler
rakiplerin işbirliği yapmasına
sebep olmuş. Köprüyü geçip kentin meydanına
ulaşıyoruz. Meydanda çok gösterişli olmayan bir anıt bulunuyor. Bu anıtın
yerinde çok eskiden suçluları taşlamak, üzerlerine tükürmek ya da idam etmek
için büyük bir platform varmış. Zamanla medeniyet gelişmiş ancak suç kavramı
ortadan kalkmamış. Ancak suçluları cezalandırma işi gözlerden uzak bir noktaya
taşınmış. Aynı meydanda bitpazarına denk geliyoruz. Etrafta sadece tarihi
binaların olduğu bu mekanda ihtiyarla, bit pazarı ve eski eşyalar ilgi çekici
bir görünü oluşturuyor.
Astrolog Keppler’in evini ziyaret ediyoruz. Bu
ilginç adam gökyüzünü sürekli gözlemleyip en büyük keşiflerini bu evde yapmış.
İşine o kadar aşık ve kendinden geçmiş bir şekilde yapıyormuş ki Protestan
olmayı ret eden köylülerin ayaklanması sırasında çıkarttıkları gürültüler
nedeni ile onlara fena kızıyormuş. Penceresine çıkıp köylülere ve askerlere
şöyle seslendiğini duyar gibi oluyorum; “Hey, ne bu gürültü? Yavaş olun biraz.
Yıldızları izleyemiyorum.”
Linz’in büyük katedraline girerken kilise korosunun
sesi ile ürperiyoruz. Birden sessimiz kısılıyor ve ortamdaki ilahi atmosfer
bizi etkisi altına alıyor. Walter kiliseyi anlatırken bize hükümdarlığı boyunca
hiç savaşmamış olan bir kralın kalbi ve midesinin olduğu duvarı gösteriyor.
Kalbinin buraya gömülmüş olması bana çok garip gelmemişti. Ancak ya midesi?
Midesini neden gömmüşler? Cevap yok. Hiç savaşmamış kral! Ne güzel. Savaşsızlık
özlemi insanlık tarihi kadar eski görünüyor. Bu arada kilisenin dış duvarında
Çin haritasını ilk defa çizen ………için asılmış levhayı fark ediyoruz. O
tarihlerde ta Linz’den kalkıp harita çizmek için Çin’e kadar gitmek ve orada
yıllarını harcamak bana ilginç bir yaşam tarzı olarak geliyor. Ancak şunu da
biliyorum. İnsanoğlu hep çılgındı. Ve de öyle kalacak. Sanırım sırrımız burada
saklı.
Kentin en eski Restoranı 1687 tarihli ve hala
çalışıyor. Camından içeri bakıyorum. Ve uzun tarih geçiyor beynimden. Farklı
zamanlarda farklı kıyafetlerle yemek yiyen insanlar, çalışan aşçılar, yamaklar,
restoran sahipleri, sesler, fareler ve belki de kavgalar….
Walter’dan ayrılma vakti gelmişti bile. Yağmur
çiselemeye başlamış karnımız da acıkmıştı. Bilgi yüklü, esprili, insanları
rahat ettirmeyi iyi bilen, sade ve dünya insanı olma özelliği taşıyan Walter’ı
bir daha görmeyi çok isterim. Ona el sallayıp taş sokakların içinde
kayboluyoruz.
Nazilerin
En Alman Kenti; Nurnberg
Beş yıl önce izmir’de konuk ettiğimiz Servaslı
dostlara doğru yol alırken heyecanlanıyoruz. Normalde Servaslıların evine
giderken heyecan, merak ve acaba nasıl insanlar ve nasıl bir evde yaşıyorlar?
hisleri taşıyoruz sürekli. Ancak bu defa eski dostlarla buluşmaya gidiyorduk. Onları
sevecek kadar tanıyorduk. Konser yerinde buluşalım dediler. Dans edeceğiz
dediler. Eve gidip ne yapacağız dediler. Biz de Nurnberg’e yakın bir kasaba
olan Fürth’e doğru yol alıyoruz yol yorgunluğunu görmezden gelerek. Eski renkli
evlerin olduğu bu tarihi şehrin aynı anda sekiz meydanında sekiz farklı müzik
grubu farklı müzikleri icra ediyorlardı. Geleneksel Alman müziğinden Rock ‘n
Rolla Jazz’den Metale kadar birçok tarzda müzik. Herkes kendi zevkine uygun
müziğin yamacına oturmuş ruhunu dinlendiriyordu. Meydanlar ve sokaklar
eğlenmek, içmek, yemek ve dostlarla buluşma keyfini
yaşamak isteyenlerle dolu
idi. Sokakların ortasından eskinden bizim köylerde olduğu gibi arklardan sular
da akıyor. İnsanlar tek ya da çift katlı bahçeli evlerde yaşıyorlar. Tuhafıma
gelen bir şey fark ediyorum başım havada yürürken. Sanayileşmiş modern ülkeler yaşamın
en doğal ve geleneksel halini yaşamaya çalışıyorlar. Bizim gibi ülkelerde ise
en üst sınıftakilerin bir kısmı, orta sınıf ve köylüler apartman tarzı büyük
binalarda yaşamayı tercih ediyorlar. Geçmişin zor kırsal yaşamı insanları hala
korkutuyor sanırım.
70 yaşlarını geçmiş olan Anja ve Norbert’ı sahnede
dans ederken buluyoruz. Sarılmalar ve muhabbetlerden sonra dansa devam
ediyorlar ve bir daha durmuyorlar. Birkaç saat sonra bizi yemeğe götürüyorlar.
Nereye dersiniz? Az ilerde park
ettikleri karavanlarına. Aracın ortasını bir
anda sofraya dönüşüveriyor. Seyahat konusunda tecrübeli olan dostlar az para
harcayarak çok eğlenme, gezme ve ziyafet çekme konularında uzmanlaşmış
durumdalar. Sanırım insanlarımızın seyahat etme azlığının bir sebebi de
seyahati ucuza getirebilme tecrübelerinin olmamasından kaynaklanıyor. Yemekten
ve beş yıllık geçmiş özetinden sonra onlar dans etmeye devam ediyorlar. Bize de
ev anahtarlarını verip eve gönderiyorlar. Servas insanları arasındaki bu güveni
çok seviyorum. Yine orman kıyısında, karanlıklar içinde, yabancılara alışkın
sessiz bir bahçeli ev karşılıyor bizleri. Ev bize hazırdı. Biz de yatmaya
hazırdık. Kendimizi yatağa zor atıyoruz.
Sabah uyandığımızda kış bahçesinde şık bir masada
geniş bir kahvaltıyı ve camların arkasındaki
ağaçlarda koşuşturan sincapları
buluyoruz. Termos ise çay ile doldurulmuş. Bize yazdıkları notta sabahın 3ünde
eve geldiklerini ve geç kalkacaklarını öğreniyoruz. Yani onca yorgunluktan ve geç
saate rağmen kahvaltımızı hazırlayıp yatağa gitmişlerdi. Böyle insanlar
sevilmez mi? Ömür boyu dostluk kurulmaz mı?
Arkadaşlarımız uyanıyor ve biz de onların 1990larda
Türkiye’nin doğusunda ve dünyanın sıra dışı bölgelerine yaptıkları seyahatleri
dinliyoruz. Çok eskiden beri tuttukları Servas konuk defterini paylaştılar
bizlerle. Okuduk, şaşırdık, gülümsedik, kıskandık ve en önemlisi yeni
seyahatler için ilham aldık.
Norbert ve Anja günümüzü planlamışlardı. İlk durak
Dokümantasyon Merkezi idi.
Nazilerin
Karargahı ve Toplanma Merkezi; Dokümantasyon Merkezi
50 bin taraftarın toplanabileceği örgütlenme ve
propagandanın yapıldığı göl kenarında birkaç stadyum büyüklüğünde bir alan.
Kocaman binalar ve salonlar. Hitler’in insanların beynini ve ruhlarını uzun bir
süre tutsak etmek için kullandığı merkezdeyiz. Buraya şu anda Dokümantasyon
Merkezi deniyor çünkü Nazi dönemi ile ilgili tüm dokümanlar ve geçmiş burada
saklanıyor ve sergileniyor. Mükemmel kurgulanmış ve oluşturulmuş bir merkezin
ve düşüncenin insanların aklını ele geçirmesi dehşet verici bir şey olsa da çok
şaşırtmıyor? Hitler, Nurnberg’i kendisi için başkent olarak seçmişti.
Almanya’nın en Alman kenti diyerek yerel insanları etkisine almıştı. İlk
örgütlenmeler, yürüyüşler ve iktidara hazırlıklar buradan başlamıştı. Bu
merkezde şu anda Hitlerin yükselişinden ölümüne ve hatta
savaş sonra yapılan
uluslar arası mahkemeye kadar bütün aşamaların dokümanları sergileniyor. Tarihi
sıraya göre, adım adım, odadan odaya geçerek, fotoğraflar, gerçek belgeler,
filmler ve audio rehber sayesinde Nasyonal Sosyalist dönem ziyaretçilerin
yüzüne sert bir tokat gibi iniyor. Burayı gezenlerin yüzlerindeki şaşkınlığı,
utancı, hüznü ve ‘bu adam insanları nasıl bu kadar etki altına alabildi’ ifadelerini
fark ediyorum.
Dokümantasyon merkezinin bir bölümünde tren rayları
üzerine serpiştirilmiş ve üzerlerinde Yahudi kurbanların olduğu plakalar çok
şey anlatıyor. Hitler’in peşinden giden insanların o rüzgara nasıl kapıldıkları
anlatan belgeseli
dinliyorum. Bir halkın basireti ancak böyle bağlanabilirdi. Ve
elbette propaganda’nın gücünü çok iyi biliyorum. Hitler’in subayları ve
soykırıma katılan diğer suçluların Uluslar arası mahkemede yargılamalarını
gösteren videolar ve ifade dosyalarını izlemek tüyler ürpertici bir şey. Uluslar
arası mahkeme fikri ilk defa burada uygulanıyordu. Binanın son bölümde tramplen
gibi bir platform Arena gibi bir yere çıkarıyor sizi. Çok yüksekten Hitler’in
hayranlarına baktığı yerden bakıyoruz devasa alana. Hemen yanınızda alanın dolu
halini gösteren siyah beyaz fotoğrafları görüyorsunuz. Ürkünç.
Merkezden çıktığımda tarihte seyahat etmiş, Hitlerin
yaptıklarına birebir tanık olmuş, korkmuş ve dayak yemiş gibi hissediyorum.
Irkçılığın ve faşizmin insanın çocukları olduğunu kabul etmekte zorlanıyorum. Merkezin
dibindeki gölün güzel manzarasını bile görmek istemiyorum.
Almanlar Hitler deneyiminin bir daha yaşanmaması
için bu tarihi unutturmamaya çalışıyorlar. Hem
de çok ciddi bir şekilde. Biz
ise tarihte olan kötü şeyleri unutmaya ya da unutturmaya çalışırız. Unutmak
istemeyenleri de devlet ve bazen toplum cezalandırır. Bu merkeze öğrenci ve
öğretmenlerin ücretsiz girmesi de unutturmama çabasına bağlıyorum. Bu durumdan
biz de faydalanıyoruz. Tarih ancak bu kadar etkili öğretilebilirdi. Burayı
gezen bir insan tarihten ders almayı öğreniyor, savaş karşıtı olma ihtimali yükseliyor
ve barışın değerini daha iyi kavrıyor. Batı Avrupa’nın birçok tarih müzesinden
çıkardığım sonuç bu. Amaç tarihlerini yüceltmek ve zaferleri ile övünmek değil
savaşların yıkım olduğu gerçeğini göstermek. Bizim tarih öğretme anlayışımız
geliyor aklıma. Geçmişin kahramanlıkları anlatıp yeni savaşlara yeni askerler yaratmaya
çalışılıyor. Üzülüyorum.
Nurnberg insanı her açıdan doyurma gücüne ve zevkine
sahip bir kent. Kentin trafiksiz kadim
sokaklarını dolanırken bir çok Avrupa
şehrinde olduğu gibi tarihi binalar, mekanlar, köprüler, gelenekler,
festivaller, yemekler, çeşitli yüzler ve çok kültürlü yaşam izlerine
rastlıyoruz. Sokaklarda Türkçe ve Arapça Almanca’dan sonra en çok duyulan
diller. Öğleden sonra Anja ve Norbert önde biz arkada kentin görünen ve
görünmeyen yüzlerini tanımaya çalışıyoruz. Festival zamanı olduğu için müzikler
ve gösteriler ortalığı şenlendirmiş durumda. Kardeş kent Venedik’in konuk
olduğu festivalde Venedikli maskeli kadınlar ve kalabalık içinden endamlı bir
şekilde geçişleri seyircileri mest ediyor. Saray gibi bir binanın içinde ve
bahçesinde insanlar Venedik yemekleri ve müziklerinin tadını çıkarıyorlar. Taş
yoldan kaleye çıkıp kente yukarıdan bakma zevkini her gittiğimiz yerde
yapıyoruz. Tabi ki kale varsa. Bu sayede kenti kavramak ve beyinde ona bir alan
vermek kolaylaşıyor. Kale ta
1100lerde Orta Asya’dan kalkıp buralara gelen Macarlara
karşı inşa edilmiş. Yani Türkler Anadolu’ya doğru at sürerken Macarlar buralara
göz koymuş. Burası küçük bir kale iken çeşitli tarihlerde büyütülüyor ya da
planları değişiyor. İşte bugüne kadar yapılan tüm değişiklikleri anlatan üç
boyutlu kale planı gösterisi bana çok ilgi çekici geliyor. Orijinal bir düşünce
olup seyyahlara büyük bir öğrenme fırsatı sunuyor.
Aşağıya kent merkezine tekrar iniyor ve minik tarihi
köprünün üzerinden geçip sokak sokak meydan meydan dolanıyoruz. Aile
ilişkilerinin farklı yönlerini ve dönemlerini anlatan fıskiyeli kadın erkek heykellerini
izleyip cinsler arasındaki ilişkiler üzerine düşünme fırsatını kaçırmıyorum.
Kent meydanındaki Evanjelist Luteryen St. Lorenz
katedralinin loş ortamına giriyoruz. Gotik mimari
tarzı ile yapılan bu ortaçağ
katedraline girer girmez 2. Dünya savaşı sırasında yıkılmış halini gösteren
fotoğrafları görüyorum. O sırada savaş düşüncesinden kurtulmaya çalışan beynime
bir darbe daha iniyor. Ve savaşla ilgili çarpıcı şeyler öğreniyorum. Bombardıman
sırasında katedralin ismini taşıyan azizin mezarı zarar görmesin diye betonla
kapatılmış. Savaş bitince üzerindeki beton itina ile kazınmış. Almanya tarihini
bilen her insanın yaptığı sorgulamayı ben de yapıyor ve kendime şunu soruyorum;
‘iki dünya savaşında da yıkılıp harap olan bir ülke nasıl oluyor da şu an en
gelişmiş ülkelerden biri olabiliyor?’
Kale dibinde Alman ressam, matematikçi ve matbaacı
olan Albert Durer’in (1471-1528) evini
seyrediyorum. Evin 1420 yılında inşa edildiğine inanamıyorsunuz. Sapasağlam,
dinç ve gururla bakıyor meydana. ‘Durer zevk sahibi bir insanmış’ diyesim
geliyor ancak etrafındaki tüm evler aynı alımlılıkta olunca bundan vaz
geçiyorum. Herkes öyle imiş. Evi ve ortamı, havayı ve orada akan hayatı daha
güzel gözlemleyebilmek için evin tam karşısındaki kafede oturmalısınız. Hemen
yanında Durer’e ithaf edilmiş sevimli tavşan heykellerini göreceksiniz.
Durer’in tavşan, kuş ve diğer hayvan tabloları en etkileci eserler olarak kabul
edilmektedirler.
Dostlarımızla beraber geç saatlere kadar edilen
muhabbetlerin konusu öyle çeşitli ki… Gezi planları, Gazze-İsrail meselesi ve
Almanya’nın suçluluk duygusu ile İsrail’i az eleştirmesi, Türkiye’deki
tartışmalar, Avrupa Birliği ve bir sonraki buluşma için yapılan iyi niyetli
temenniler. Bir daha buluşuncaya kadar onları çok özleyeceğiniz. Anja ve
Norbert profesyonel misafirperverliğin nasıl bir şey olduğunu gösterdiler.
Gökdelenler Gölgesindeki Kent; Frankfurt
Frankfurt'a araba ile girdiğimizde kafam karıştı bir anda. Kentlerle ilgili geleneksel düşünme tarzımı
altüst eden sahneler çıktı karşıma. Hızla yol alırken aynı anda hem gökdelenler hem de kısa boylu geleneksel binalar gözümün önünde akıp geçti. Sonra çok yeşil caddeler, heykeller ve kenti bir kemer gibi kuşatan ormanlarla karşılaştık. Ezberlerimizi bozacak bir şehre geldiğimizi anlamıştım o anda. Seyahat'in en büyük gücü ezberleri sarsmak değil midir zaten? Kent dışına çocuklu Servas ailemize ulaşıyoruz. Bahçeli evin bahçesinde buluştuk. İki oğlan çocuğu trambolinde karşıladı bizi. Enis takıma hemen dahil oldu. Onlarla beraber zıplarken kahkahaları birbirlerine karıştı. Sonra büyük oğlanla İngilizce dilinde futbol oynadık. Farklı bir tecrübe idi. Alman anne ve İngiliz babadan dünyaya gelen iki sevimli çocuk iki dille büyütülüyorlar. Almanya'da İngiliz okuluna gidiyorlar. Enis de iki dille (Türkçe-Arapça) büyüdüğü için Servas çifti Larissa ve Alistar ile konuşacak çok şey
yakaladık. İki dille çocuk büyütmenin güzellikleri, farklılığı ve zorluklarını paylaştık. Kafamda bir konu kendini tekrar doğrulatmıştı. Çok dille çocuk yetiştirmek elbette mümkündür. Ve belki de çocuğu çok kültürlülük ile tanıştırmanın ilk adımıdır. Avrupa'da yaygın olan kış bahçesi tarzındaki salonda şarap ve muhabbet keyfini tekrar yaşıyoruz. Yine farklı dünyalardan gelmiş insanlar, yaşam hikayeleri, bilgiler ve kişilere özel davranış biçimleri. Larissa'nın lavaş ekmek, labne peyniri, roka ve tütsülenmiş somon balıktan yaptığı dürümler şahane idi. Ferdus hemen notunu alıyor. Eve dönünce yapılacaklar listesine alınıyor. Alistar bir Avrupa bankasında
çalışıyor. Finans ve kapital kenti Frankfurt'taki olumlu ekonomik durum hakkında bilgiler alıyoruz. Ve tüm Servaslılarda yaptığımız gibi her yaz Antakya'daki köyümüzde gerçekleştirdiğimiz Servas Bizimle Yaşayın Bizimle Paylaşın Çocuk programını anlatıyor ve fotoğraflar gösteriyoruz.
Program Linki: https://www.facebook.com/groups/95345139652/
Ertesi gün Ailemizin hayat akışına uyup onlarla beraber havuza gidiyoruz. Havuzda arkadaşları ile konuşmak kültüre ve gündemlerine dair bilgiler almamızı sağladı. Çocuklar da pek eğlendi. Veda
edip kentin bize neler sakladığını bulmaya çalışıyoruz. Cam kaplamalı gökdelenlerin gölgelerinin düştüğü eski Frankfurt
sokaklarında turist, göçmen, havada uçuşan onlarca farklı dil, yüz rengi, çok
kültürlülüğün nimeti farklı lezzetler (en çok dönerciler), müzikler karşıladı
bizleri. Çok alımlı olmayan Goethe'nin evini ziyaret ediyoruz. Main Nehri
üzerindeki köprüden kenti gece ve gündüz izlemek beyninizde unutamayacağınız
kareler bırakacak. Ve büyük ihtimalle Frankfurt ne zaman aklınıza gelse bu fotoğraf gelecek gözünüzün önüne. Almanlar eski kenti ile yeni kenti içine alan tezatlar şehri
yaratmışlar. Tüm çok kültürlü kentler gibi Frankfurt da çok sürprizleri, sıra dışı insanları ve kokuları içinde barındırıyor. Keşfetmeli...
Ve Frankfurt'a’ veda etme zamanı gelmişti. Hollanda’nın
kıyısından geçip Belçika’nın Limburg kentine gitmek üzere yola çıkıyoruz.
Arkamızda dostlar ve sincaplar.
Madenler
Bölgesi; Limburg
Servas dostlarımızla buluşmalarımıza ara veriyor ve
bu defa kuzenlere konuk oluyoruz. Eski madenci yeni aile terapisti ve Alevi
Derneği başkanı Deniz, eşi Emel ve sevimli kızları ile beraberiz. Özel
zamanlar
başlıyordu yine. Deniz’in Alevi, Anadolu ve çağdaş dünya değerlerini
sentezlemiş dünyası ‘doğulu mu batılı mı olmak gerekir’ sorusuna çok güzel bir
cevaptır. Beynini, yaşamını ve çevresini yenilemek için sürekli devinim halinde
olan Deniz’in rehberliği de çok başarılı. Bize gösterdiği eserleri sanki ilk
defa görüyormuş gibi hayran hayran inceliyor. Tamamı ile yeşil enerji ile
işleyen ve yeni yapılan belediye binasının en üst katına çıkarıyor bizi özel
izinle. Bu yapı Belçikalı bir Fizikçi-Matematikçi olan Ingrid Daubechies adına yapılmış ve çatısında
bulunan iki göz matematikçinin güzel gözlerini temsil etmektedir. Biz de o
gözlerden kenti seyrediyoruz. Kentte ilk dikkat çeken eski madenden
kalan
vinçler, binalar ve yer altından taşınan toprakların biriktirilmesinden oluşmuş
tepeler. 1960larda babam ve amcamın da çalıştığı bu maden bölgesi 1990ların
başlarında kapanmış. 1953te meydana gelen maden faciasında 150 kadar İtalyan
madenci ölünce İtalyanlar işçi göndermeyi kesmiş. Bu durum Türkiyeli, Faslı ve
Yunan işçilere kapıları açmış. Yani bir anlamda burada bulunuşumuza sebep olan
şey o acı maden faciasıdır.
Deniz bizi haçlı seferleri sırasında
toplanma merkezi olan kullanılan şövalyeler şatosuna götürüyor. Bu şato Alden Biezen kasabasına bağlı bir yerde tek başına yaşamaktadır. Dün inşa
edilmiş kadar dinç görünen, geniş bir orta avlusuna, Paris’teki Lüksemburg Bahçesini
andıran bahçe düzenlemesi ile gözleri kamaştıran, kırlara ve meyve bahçelerine
açılan büyük kapısı ile doğanın ortasında bir masal sarayına
benziyor. İçinde dönemin Şövalye komutanlarının olduğu çok eski tablolar ve
eşyalar büyüleyici bir hava yaratıyor. Duvar süslemeleri, büyük pencereler,
oradan görünen doğa manzaraları, bodrum kattaki sütunlar ve döşemeler zamanın
zevkini çok güzel bir şekilde yansıtmaktadır. Şato içerisinde Kan isimli ilgi
çekici bir sergiye denk geliyoruz. Şatonun birçok salonu ve odası kullanılarak
oluşturulmuş sergide kanı çağrıştıran birçok şey konmuş. 1. Dünya savaşından
kalma kanlı gömlekler, şarap yapım edevatları, şarap kokusu ve şarap yapımını
gösteren fantastik video, insan kanı, lazerli kan gösterisi, kesik parmak ve
kanlı tablolar çok disiplinli bir sergi olduğunu gösteriyor. Bu sergiden
çıkıp Belçika’nın
meşhur patates kızartmasını yemek biraz zor geldi doğal olarak.
Birazdan kent merkezindeydik. Kent meydanındaki
kahraman heykeli Roma İmparatorluğuna karşı köylülerle beraber direnişe geçen
ve Roma’nın olağan üstü gücüne rağmen yenilmeyen çılgın bir komutana ait
olduğunu öğreniyoruz. Romalılardan kalma
duvar kalıntılarını takip ederek kentin etrafında yürürken özenle korunmuş çok
eski yapılar karşısında hayranlığımızı sürekli belli ediyoruz. İnsan seyahat
ederken memleketinde eksikliğini hissettiği özlemini çektiği şeyleri görünce
ister istemez heyecanlanıyor ya da hayıflanıp üzülüyor.
Akşam eve gelince küçücük Belçika’nın yüzlerce çeşit
birasından birkaçının tadına bakıyoruz. Enfes. Anadolu ve Belçika mutfaklarını
ustaca harmanlamış olan Emel ise bize bir ziyafet
sunuyor. Bu defa sofrada tarih,
kültür, sanat, politika yok. Dedikodu yapıyoruz bol bol. Deniz’in kaş
çatmalarına rağmen aile içi, köy ve Antakya ile ilgili komik dedikodularla
çokça eğleniyoruz. Az sonra Ferah bize piyano çalıyor, Iris ise tüm ısrarlara
rağmen gitarını tıngırdatmıyor bile. İris ve Ferahla beraber evde olmayan
üçüncü kız Gamze’nin orkestra performanslarını video kaydından izliyoruz.
Akademik ve müziksel başarı hikayesi olan 4 kız çocuklu sevimli kuzen ailesine
konuk olmak mutluluk ve gurur veriyor.
Tüm ayrılıklar gibi bu ayrılık da çok erken
hissiyatı veriyor. Ancak Brüksel’e gitme vakti gelmişti. Avrupa’nın ve
Çikolatanın başkenti bizi bekliyordu. Kuzenler yolluk olayını fazla abartarak
yolcu ediyorlar bizi.
Avrupa’nın
ve Çikolatanın Başkenti; Brüksel
12 Milyon nüfuslu Belçika üç yönetim bölgesinden
(Flaman, Alman ve Fransız (Valon) oluşuyor. 3 adet resmi dili, 3 adet özerk
bölgesi ve 3 adet parlamentosu var. Küçücük bir ülkenin daha etkili
yönetilebilmesi ve insanlarını mutlu edebilmesi için üçe bölünmüş olması ilgimi
çekiyor. Her zaman inandığım bir fikir bu ülke içinde seyahat ederken doğrulanıyor
sanki. Bir ülke ne kadar küçükse o kadar iyi. Ülke büyük olduğunda ise özerk
bölgelere ayırmak ve yönetimi orada yaşayan insanlara devretmek gerekmez mi?
Brüksel’in resmini çizerken çerçevenin en görünen
kısmına çikolata, bira ve frit (patates kızartması) koymak gerekiyor. Çikolata
ile başlayalım. Belçika’da çikolata üretim geleneği1600lerde sıcak çikolata
şeklinde başlıyor. 1884 yılında çıkarılan yasa ile çikolata yapımına sıkı
standartlar konmuş. Ne çeşit yağlar kullanılacağı ve kullanılacak kakao miktarı
bile belirlenmiş. Dünyanın her tarafına ihraç edilen hazın zirve noktası
çikolata ülkenin her tarafında çok görünür bir şekilde insanları mutlu ediyor.
Birçok çikolata fabrikası tariflerini gizli tutmakta ve çikolata yapımında
geleneksel usulleri takip etmektedirler. Mesela çikolataları hala elle yapan
birçok köklü firma bulunuyor.
Resmin diğer bir köşesine ise Belçika birasını
koymak lazım. 735 çeşit bira (yereller hariç) çeşidi ile
bira cenneti olan
Belçika’da hemen hemen her köyün bir birası mevcut. Ancak en köklü ve en leziz
biralar manastır biralarıdır. Bira yapım geleneği Belçika henüz bağımızı bir
ülke olmadan önce 1100lü yıllarda başlıyor. Çok çeşidi olan biraları şişeleri
ve özel bardakları çok dikkat çekicidir.
Fotoğrafın tamamlayıcısı ise Frit yani patates
kızartması. İngilizce’de French Fries deniyor ama bun Belçika’da sakın
söylemeyin. Belçikalılar, “Fransızlarla ne alakası var” deyip size kızabilirler. Dükkanların önünde sürekli uzun kuyruklar görürsünüz.
Birkaç yerde bu yazıyı fark ediyor ve gülümsüyorum; Fries keep Belgians
United-Patates kızartması Belçikalıları bir arada tutuyor. 540 gün hukümetsiz
kalan ülkede sistemin hükümetsiz devam edebilmesi sürekliliğini
ve gücünü
gösteriyor. Yine de mizah sever Belçikalılar ülkenin karışmamasını patatese
bağlıyorlar.
Belçika ile ilgili en önemli kavramların sunumunu
yaptıktan sonra arenaya benzeyen ve dört tarafı devasa binalarla çevrili
meydana
(Grand Place) iniyoruz. Yukarıdan bakılınca bir arenaya hapsedilmiş
izlemi veren binlerce turisti görürsünüz. Altın gibi parlayan binaların kimisi
müze, bir tanesi belediye binası, kimisi ise otel olarak kullanılmaktadır.
Ulusal müzede Belçika’nın eski hallerini gösteren haritalar, tablolar ve kabartmalar
kentin geçirdiği evrimi göstermek açısından önemlidir. Müzede tüm dünya
halklarının kıyafetlerini gösteren bir bölüm var. Ancak burada da mizah devreye
girmiş. Kıyafetleri Belçika’nın simge çocuğu Manneken Pis (İşeyen çocuk)
giymiş. Belçika’nın simgesi işeyen çocuk heykeli kentin her yerinde her kılıkta
karşımıza çıkıyor. Efsaneye göre, 15. Yüzyılda düşmanlar Belçika surlarının
dibine dinamit koyarken Manneken Pis adlı bir çocuk onları görüyor ve dinamit
tam patlamak üzere iken dinamit fitilinin üzerine işiyor ve böylece kenti
kurtarıyor.
Brüksel Paris’in küçüğü ve daha az karmaşığı, daha
az Fransız, onun kadar çok kültürlü, güler yüzlü, nazik, AB merkezi olması
sebebi ile resmi yüzlü, ıslak, eğlenceli, özgürlük sever, çok müzeli ve çok
midyeli bir kent. Kentin insanı saran özgürlük havası hemen vücudunuza sirayet
ediyor. Etrafınıza ve içinize baktığınızda sanki herkes istediğini yapıyormuş,
keyfi yerindeymiş gibi hissediyorsunuz. Eğlenmeye hazır, aylak, yiyen-içen ve
etrafa gülücükler saçan insanların şehri
bu. Kentin kalbinden biraz uzaklaşınca
turistlerin olmadığı ve doğal hayat akışının yaşandığı caddelere geliyorsunuz.
Heykeller, eski binalar ve sokak resimleri sizi sıklıkla karşılıyor. Adalet
sarayına sokak asansörü ile çıkmalı ve Brüksel’i gören terasında bir şeyler
atıştırıp (peynirli sandviç olabilir) Belçika birasından içebilirsiniz.
Brüksel’de ilginç bir yerden daha bahsetmek
istiyorum. Mültecilere sığınak olan St.
Jean-Baptiste Mülteciler Kilisesi. Bu kilise ile beraber bugünlerde
Türkiye’deki Suriyeli mültecilerin sığınak olarak camileri kullanmalarını
aklıma şunu getiriyor. Herhalde kutsal mekanların bundan daha kutsal bir işlevi
olamaz. Ne de olsa devasa büyüklükte camiler ve kiliseler çoğu zaman boş
durmaktadırlar. Bu arada Brüksel’deki bu kilisede kalan Afgan mültecilerle
alakalı bir olay yaşanıyor. Belçika başbakanı Afgan mültecilerin sığınma
talebini Afganistan’ın güvenli bir ülke olduğunu öne sürerek ret ediyor. Buna
tepki gösteren mülteci hakları savunucuları Brüksel’den Gent’e (66 km) kadar
yürüyüş düzenliyorlar. Yol üstünde Başbakan’ın evinin önünden geçerken posta
kutusuna üstünde “madem Afganistan güvenli bir ülke o zaman bu ülkeye tatile
gitmeye ne dersin” yazılı bir uçak bileti atıyorlar. Ne kadar yaratıcı bir
eylem, değil mi?
Heyecanlandıran bir kenti tanırken ve yaşarken
yorgun düşüyoruz yine. Ancak, bu durumda sizi sevdiğiniz kuzenleriniz evde
bekliyorsa o yorgunluğu pek önemsemiyorsunuz. Brüksel’i tanıyan, yaşayan,
kültürünü özümseyen ve onun bilgi birikiminden faydalanan kuzenler Hasret ve
Gamze’ye vardığımızda onları lezzetleri hazırlarken buluyoruz. Aileleri gibi
insanı rahat ettirmeyi iyi bilen, sohbetin her anında bilgilerini paylaşmayı
seven, Belçika’daki Müslümanların sisteme entegre olmamasından sürekli
şikayetlenen capcanlı kuzenlerle kırk yıldır görüşüyormuşuz gibi muhabbete dalıyoruz. Enis de Hasret’in sürekli ‘Zo fil’ (çok tatlı) demesiyle coşuyor.
Oynaşıyor. Keyfine diyecek yok.
Antwerp’te
Nazi Kampı; Breendonk
Antwerp’teki Breendonk Nazi kampında gördüklerim
karşısında bu kadar dehşete düşeceğimi hiç sanmıyordum. Tabuta benzeyen mimari
şekli ve Avrupa’nın belki de en iyi korunmuş yani olduğu gibi bırakılmış
kampından bahsediyorum. Etrafı su kanalları ile çevirili ve bizzat mahkumlar
tarafından inşa edilmiş olan kampta birçok bölüm bulunmaktadır. İşkence
odaları, daracık koğuşlar, idam sehpaları, domuz ahırları ve demirci atölyeleri
ile çok sistemli inşa
edilmiş bir ölüm kampındayız. Buraları dolaşırken olay
sanki binlerce yıl önce olmuş gibi hissediyorsunuz. Ancak, idam sehpasının
yosunlu yaş tahtalarına ve koğuşlardaki ottan yapılma yataklara dokununca bunun
çok yakın zamanda meydana geldiğini hissediyorsunuz. Çeşmelerin ve tuvaletlerin
pas tutmuş demirleri bile tazeliğini koruyor. Belçika’daki bu kampta Nazi
işgaline karşı yer altı örgütlenmeler ve direnişler yapan Belçikalı solcuların
da kaldığını öğreniyoruz. Avrupa’nın trajedisi sadece 70 sene önce gerçekleşti.
Yani çok yakın bir zaman önce idi. O yüzden insanlardaki utanç da şaşkınlık da
halen çok taze.
Belçika’nın
En Solcu Kenti; Gent
Celtic
dilinde iki nehrin birleştiği yer anlamına gelen Gent’e varıyoruz. Buraya
kanallar kenti ya da küçük Venedik denebilir. Belçika’nın araç trafiğine kapalı
en geniş şehir merkezine sahip Gent’te en dikkat çekici olan şey tarihi dokuyu
bozacak hiçbir yeni binanın, kablonun ya da tabelanın olmaması. Orta çağ
mimarisinin hüküm sürdüğü kentteki otomobilleri kaldırırsanız kendinizi
gerçekten yüzlerce yıl öncesinde hissedersiniz. Kendine özgü mimari yapısı olan
evleri, katedrali, müzeleri, dükkanları ve köprüleri hem yaya olarak seyretmek
hem de
nehrin içinden izlemek hiç bilmediğiniz bir masala dahil olmak gibi bir
şey. Bir anda masalın önemli bir karakteri haline geliyorsunuz. Ve bu masaldan
dışarı çıkmak istemiyorsunuz. Ancak masallarda sıkça rastlanmayan bir olay
başınıza gelirse direnseniz bile o masaldan çıkmak zorunda kalıyorsunuz. Teknede
iken sıkça yaşanan şiddetli bir yağmura tutulmak… Teknede çok renkli ve büyük
şemsiyeler dağıtılıyor ancak nafile. Sular altımıza kadar ulaşıyor. Gent böyle
bir kent imiş. Her an yağmur her an güneş. Çıkarken gözüme bir ilan çarpıyor.
Nehre nazır 1150 tarihli satılık bir bina. Fiyatı 2 milyon Euro.
Soluğu çocukluk arkadaşım ve kuzenim Recai ve eşi
Caterina’nın evinde alıyoruz. Islak ıslak. Onlar da kentin ve hayatın
merkezinde geniş tarihi bir evde Gent’in tadını doyasıya çıkarıyorlar.
Evlerinin bitişiğinde Suriye lokantası var. Bu demektir ki Recai Antakya ve
Doğu Akdeniz yemeklerini özlediğinde soluğu burada alıyor. Gent’in solcu yani
özgürlükçü yönü sayesinde burası kuzenimin ve diğer yabancı kökenlilerin
yaşamak için ilk tercih ettikleri kentlerden birisi. Kentin kendini belli
etmekten çekinmeyen çok kültürlü ve sesli yüzü insanı kendisine yaklaştırıyor.
Bu arada şehrin sol ve protesto geleneği ile ilgili şöyle bir bilgiyi
paylaşıyor Recai. 1968’de biraya zam yapıldığında
insanlar iki hafta boyunca
kent meydanını işgal etmişler. Karar geri alınıncaya kadar. Ve sonunda
istedikleri oluyor. Biraya zam yapmak Belçikalılara yapılabilecek bir şey mi?
Recai ile her buluşmamız ortak geçmişe bir
yolculuktur. Çocukluk anılarını, fotoğraflarını, amcamın minik eşeğini, evin
damında yatılan geceleri, bahçelerde yaşadığımız aşkları ve doğa ile kurulan
çocukça ilişkiyi konuşuyoruz. Bir yanda köyde büyümüş ben, diğer yanda Antakya
damarı olan Recai, Belçikalı eşi Catharina, doğma büyüme Belçikalı Hasret, Tokatlı
Züleyha, oğlumuz Enis ve kardeşim Ferdus. Dağlar kadar farklı geçmişlerden
gelen insanlar ve hikayeleri… Hepimiz yemeğin etrafında toplanmıştık. Hayatın
en ilgi çekici ve zengin anları bu sırada yaşanıyor. Keman sanatçısı olan
Catharina’nın
beni şaşırtan yönü Anneannesinden itibaren başlayan vejetaryen geleneğinin
kendisinde de devam ediyor olmasıdır. Şimdi ise 2 yaşındaki çocuğunu da
vejetaryen olarak büyütüyor. Çocuğa baktım sapasağlam duruyor. Annesi de
sağlığının çok iyi olduğunu teyit ediyor. Demek oluyormuş. Recai’nin mahzeninde
dünyanın farklı yerlerinden getirdiği şaraplar itina ile yerleştirmiş
içilecekleri anı bekliyorlar. Bizim kısmetimize 2002 doğumlu Fransız şarabı
düşüyor. Catarina’nın özenle hazırladığı Belçika yemekleri ile damağımızın
unutamayacağı hoş tatlar bıraktı.
“Gent at Night” diyor kuzen ve tüm kentler gibi gece
başka elbiseler giyen Genti seyre çıkıyoruz. Nehirler ve ışıklar taş binaların
üzerinde yansıyınca büyülü bir hava kendiliğinden ortaya çıkıyor. Kalenin
yanından geçerken işkence zindanlarını anlatıyor. Sokaklara yayılan çığlık
seslerini duyar gibi oluyorum. Avrupa ne kadar büyük cehennemlerden çıkıp
bugünlere gelebilmiş. Hayretler ediyorum. Ancak bizim coğrafyalar halen cehennemleri
yaşama aşamasını geçemedi.
Kuzey
Denizine Komşu Kent; Brugge
Seyahatimizin en uzak noktasına geliyoruz. Ege
Denizinden çıktık ve neticede Kuzey denizine
vardık. Buraya gelmenin de
mükâfatını aldık. Kanallarla çevrili kent olan Brugge’ü tanıdık. Bu fantastik
kent altın çağını 12. ve 15.yüzyıllar arasında kanalların açılması ile yaşamış.
Kanallar tekneleri ve ticareti kentin içine kadar getirmiş. Uzun yıllar sonra kanallar
balçıkla kapanmaya başlayınca ticaret duruyor ve kent gerilemeye başlıyor.
Anahtar sözcük ticaret değil midir zaten? Tarihte ekonomik, siyasi, felsefi,
edebi, mimari ve sayılamayacak yüzlerce şeyin gelişimi uluslar arası ticarete
bağlı olmuş. O yüzden deniz ya da büyük nehirlerin kenarında kurulan kentler
her zaman şanslıdır. Bu kentlerde yaşayanlar da denizin getirdiği dünya
insanlarını tanımları sayesinde farklı kültürlere açık oluyor ve
bunlardan
besleniyorlar. Bu sebeple liman kentlerinin kültürleri, milliyetleri,
alışkanlıkları ve aşkları genelde kısa sürelidir.
Brugge 1900lerin başında büyük bir turizm hamlesi
gerçekleştiriyor ve o günden bugüne kadar bu kent turizm cenneti olarak
sevilmenin tadını çıkarıyor. Bu küçük kenti yılda yaklaşık 2 milyon insan
ziyaret etmektedir. Küçük bir şehri kısa süreliğine yaşayan bu kadar büyük bir
kitle burayı dünyanın birçok yerine taşıyorlar. Fotoğraflar, yazılar ve
videolar eşliğinde.
Uzaktan bakıldığında logolardan oluşan ve bir
dokunuşta devriliverecekmiş gibi duran renkli evler daha yakından bakmanız için
sizi yanlarına davet ediyor. Görgüsüzlük edip evlerin içine dantelli
pencerelerden göz atınca içerde yaşayan insanları görüyor ve günlük hayatlarının
akışı içerisinde yaşıyorlar. O anda binaların logo ya da film seti değil gerçek
olduklarının farkına varıyorsunuz. Devasa büyüklükte Market Square’de (Pazar
Meydanı) bir kahve alıp yavaş hayat ritmini, faytonlarda gezen, etrafta dolanan
ve sürekli fotoğraf çeken turistleri, yörenin meşhur yiyeceği olan kara
tencerelerde midyeleri yiyen ve şarap içen insanları görebilirsiniz. Gün
batımına yakın ortaya çıkan ve tarihi binaların üzerinde düşen altın sarısı
ışık ile fotoğraf çekme şansını kaçırmayın derim. Sonuçlar etkileyici oluyor.
Brugge, Gent’e birçok açıdan benziyor. Mimari, su,
nehirler ve yeme-içme. Ancak Brugge’ün
sokaklarında turizm dolaşıyor. Hayatın
her anı turistler için programlanmış ve onların ritmi dikkate alınmış gibi
hissediyorum. Sanki yerli insanlar başka yerlere taşınmış ve yerlerini zengin
turistler almış gibi bir ortamla karşılaşıyorsunuz. Hayat da bu yüzden daha
pahalı hale gelmiş. Ancak Gent öyle değil. Gent’in kendi doğal hayat ritmini
görebiliyor, içine dahil olabiliyor ve sokaklarda sadece temiz beyaz yüzlü
değil farklı renklerde insanlara rastlayabiliyorsunuz. Çok eski taş sokaklarda
dolanırken mimari sizi her daim cezp edecek ve elbette kentte yaşatılan her
şeye saygılı turizm
anlayışı sizi de etkileyecek. İster istemez
memleketinizdeki turizm anlayışı ile karşılaştırma yapacaksınız. Ancak bir
uyarıda bulunmak isterim. Uzun süre dolanmalar bizim başımıza geldiği gibi
kentte kaybolmanıza sebep olabilir. Hatta o sırada ve yağmura da yakalanabilirsiniz.
Sokaklar birbirine çok benziyor ve özellikle kentin büyüsüne kapılıp yönünüzü
kaybedebiliyorsunuz. Bu durumda martıların izini takip etmek bile işe
yaramıyor. Hatta cep telefonunuzdaki GPS bile (Hasret’e J).
Belçika’ya hoşça kal demek yeni aşık olduğun
sevgiliden ayrılmak kadar sızı bıraktı içimizde. Onu keşfimiz yeni başlamıştı.
Henüz gözlerinin içini
tanıyabilmiştik. Yüzünü incelemeye hazırlanıyorduk.
Elleri, saçları ve parmaklarına dokunmamıştık bile. Yüreğinin içine dalmaya da
hiç fırsatımız olmamıştı. Ancak yapacak bir şey. Bir daha buluşuncaya kadar
uzaktan uzağa sevmeyi öğreneceğiz sevgiliyi, bu ülkeyi.
Hasret, annem gibi davranıp çantalarımıza yolluk ve
hediyeler tıkıştırmaya çalışıyor. Züleyha da arabamız sığmaz deyip itirazlar
ediyor ama nafile. Avrupa’nın ortasında bir Anadolu muhabbeti…Hasret artık sadece kuzenimiz değildi :)
Almanya’nın
Kırsal Hayatı: Engeltal
Dağların gölgesinde ve korumasında ovada serilmiş
bir köye geliyoruz. Nurnberg’e 30 km
mesafedeki Engeltaltayız. Amacımız, hem
kırsal yaşamın nasıl bir şey olduğunu gözlemlemek hem de Servaslı Protestan
karı koca rahip ve rahibenin günlük hayatını paylaşmaktı. Eski evler, sessiz
sokaklar, nadiren görünen insanlar ve elma dolu ağaçların olduğu bir hayata
giriyoruz. Etrafa bakınca 1150 tarihli Manastır ve lojman köyün en yeni binası
olarak görünüyor. Mathias, eşi Elka ve kızlar bizi kapıda karşılıyor. Heyecanlı.
Aile ile beraber Kilise lojmanında kalacaktık. Kızlar odayı kapınca bana
kilisesinin kütüphanesinde yatmak düştü. Şanslıydım. Ev sahipleri ile sohbete
dalmadan kütüphanenin raflarında buluyorum kendimi. 1700lerden kalma tarih ve
toz kokan kitapları karıştırmak ve bazı kitapların Antakya ve Mardin ile ilgili
olduklarını görmek şaşırtıyor. Sabrediyorum ve ailenin yanına üst kata
çıkıyorum. Yanan odun sobasının yanında özenle hazırlanmış yemek sofrasında ve
şarap eşliğinde uzun sohbetler başlıyor. Servasla seyahatin böyle bir özelliği
vardır. Akşam yemekleri ayin kadar özeldir ve uzun sohbetler için özellikle
planlanır. Mathias Doğu kültürlerine ilgi duyan, Mardin’deki Mor Gabrial
kilisesindeki eski kitapları okumak için Süryanice öğrenmeye çalışan,
Antakya’nın Medeniyetler Korosunu köyüne getirtmeye çalışan, meraklı, tane tane
konuşan,
dingin ve yüzünde her daim bir gülümseme olan yeryüzü dostu bir insan.
Gece boyunca Ortodoks, Katolik,
Protestan inançları arasındaki farkları anlattılar. Az bilgi sahibi oldukları
Aleviliği de biz anlatmaya çalıştık. Müslümanların Avrupa’daki durumunu ve
Almanların tutumlarını konuşmak da faydalı bir deneyimdi. Ancak en çok Türkiye
kültürleri, hayatı ve siyasal durum hakkında paylaştığımız bilgiler ev
sahiplerimizi tatmin etti. Bir ara bize şöyle dedi; “buradaki Türklerden bu
kadar derinlemesine bilgiler alamıyoruz. Zaten uzun sohbetleri yakalamak da çok
zor oluyor”. Bu kadar büyük bir Türkiyeli nüfusa-üstelik eğitimli oranı da
artan-rağmen Almanlarla iletişimin iyi düzeyde olamaması beni şaşırtıyor. Bu
arada bu hafta içinde 18 yaşına basan kızları Servas üyesi
olmuş ve bir yıl
boyunca tek başına gerçekleştireceği Avustralya seyahatine çıkmaya
hazırlanıyordu. Birçok gelişmiş ülkede var olan Gap Year (Ara Yıl) uygulaması ile gençler liseden
sonra eğitime bir yıl ara veriyor ve seyahat ederek hayatta neler yapmak
istediklerine karar veriyorlar. Ve genelde seyahat sırasında part time çalışarak
masraflarını karşılıyorlar. Gece muhabbetti geç bitti ve ben kitapların
arasında uyumaya gittim. Uyuyamadım. Kitapların arasında gece kurdu oldum.
Kıtır kıtır sesleri çıkararak raftan rafa dolandım.
Sabah erken kalkıp köy içinde dolaşmaya çıkıyoruz.
Sonradan Protestan olan kilisesinin tepesine ta
çanların yanına kadar
çıkıyoruz. O yükseklikten ve sabahın temiz saatinde yeşillikler içinde resim
gibi çizilmiş güzelim evleri izlemek huzur verdi. Köy fırınından ekmek ve köy
yumurtası alıyoruz. Fırıncı ile sabah muhabbeti yapıyoruz. Yavaş yavaş. Mathias
Köy dışına yürürken şöyle diyor; “Gençler büyük şehirde yaşamayı tercih edince
buralar boşaldı. Tarım da bitti.” Tanıdık cümlelerdi bunlar. Demek bu sorun sadece
Türkiye’de yokmuş. Gençler ne olursa olsun büyük şehrin büyüsünü, olanaklarını
ve hızlı hayatını yaşamak istiyorlar. Köyde Katolik kilisesini görüyoruz. Daha
küçük ve daha gösterişsiz olması bizi şaşırtıyor. Normalde Katolik kiliseleri
ihtişamlı Protestan kiliseleri sade olmaları gerekmiyor muydu? Mathias hikayeyi
anlatıyor bize. 1. Dünya savaşından sonra doğu
ülkelerinden gelen Katolik
göçmenleri devlet kaynaşsınlar diye Protestan köylerine yerleştiriyorlar. Gelenler
fakir olduğundan yapılan kilise de doğal olarak küçük ve gösterişsiz oluyor. Yani
anlayacağınız ekonomik durum çoğu zaman yaptığı gibi burada da dini geleneği
esnetmiş.
Kahvaltıda yumurta, Elke'nin yaptığı marmelat, reçel, peynir, kahve ve çayın tabii hallerini sofradaydı. Beklediğimizden
daha zengin bir kahvaltı ile karşılaşmıştık. Vitrinli odun sobası da yakılmış sobanın
verdiği sıcaklık ile aile sıcaklığı tüm odalara yayılmıştı. Ağustos ayı
ortasındaydık ancak dağlara ilk kar düşmüştü bile. Odanın duvarında çok eski
siyah beyaz
fotoğrafları fark ediyorum. Kıyafetler ve saçlar sıra dışı
duruyorlar. Tek tek anlatıyor Mathias; anne-baba, babaanne-anneanne, büyük baba
büyük anane. Hem kendisinin hem de eşinin birkaç kuşak aile fotoğrafları idi
bunlar. Yine aklıma bir not düşüyor. Arşivleme, biriktirme, geçmişin
tecrübesini ve bilgisini bugüne taşıma geleneği Batı medeniyetini ileriye
taşıyan en büyük etkenlerden birisi olsa gerek.
Bir daha buluşma ümidimizi içimizde taşıyarak Dallas
dizisindeki aile gibi bahçe kapısında el sallayan mutlu aileden ayrılıyoruz.
Kentin
Kendisi Müze; Viyana
Bir kente ilk girdiğinizde içinizde olumlu ya da
olumsuz hisler kendiliğinden açığa çıkmaz mı? Bende sıklıkla çıkıyor ve genelde
beni yanıltmıyor. Kimi kent merak duygularını tahrik eder, kimisi ise daha önce
görülmüş hissi uyandırır. Sokaklarındaki insanlara ilk bakışta bir yakınlık
hissedersiniz ya da uzaklık. Kimi kent ise yalnızlığı, nostaljiyi ya da yeni ilişki
kurmayı vaat eder. Viyana yukarıda saydığım iyi duyguların hepsini harekete
geçiren bir dolu kent.
Geniş caddelerden ve üzerileri kadın heykelcikleri ile
bezeli devasa binaların yanından geçerken müzenin içinde araba sürüyormuş gibi
hissediyorum. Sağa sola yukarıya aşağıya bakıyorum. Her yerde tarihi binalar,
yeşillik ve eğlenme havasında olan insanlar yüzüme çarpıyor. Ve elbette farklı
kültürlerden olduğu belli olan rengârenk yüzler. 1.8 milyon nüfuslu bu kente
Sigmund Freud’un memleketi olması sebebi ile Rüyalar Kenti deniyor. Ne güzel
bir benzetme. Viyana yürüyerek gezilebilecek bir müzik şehridir aynı zamanda.
2012 yılında
dünyanın en yaşanabilir 2. Şehir seçilmiş (1. Melbourne).
Ortaçağ ve Barok mimarisinin hakim olduğu kentin
kalbini yürüyerek keşfe başlıyoruz. Her zaman yaptığımız gibi yaya olarak. İlk
gördüğümüz şey şahane mimari yapısı ile Viyana Devlet Operası
önünde Yoga
yapan, resim çizen ve müzik icra eden insanlar. Kısa süreli bir yürüyüş
esnasında müzeler alanı, belediye sarayı ve katedralin önünden geçiyoruz. Her
birisi hayretler içinde bırakıyor bizi. Cezp ediyor. Görsel şölenler sunuyor
ancak yine de rahatsız edici düşünceler sarıyor her yanımı. Bu ihtişamın
yaratılması için harcanan emek ve para başka yerlerde kullanılamaz mıydı? O
dönemde yokluk içinde yaşayan büyük bir insan kitlesi varken bu kadar şatafat
ve masraf haksızlık değil mi?
Tarihi binaların çevrelediği ve gölgelerinin düştüğü
kalabalık bir meydana geliyoruz. Hasat Festivalinin düzenlendiği bu alanda
binlerce insan geleneksel yemekler ve bira eşliğinde eğleniyor.
Her yerde
kurulan stantlarda yörede üretilen geleneksel doğal oyuncaklar, takılar,
elbiseler ve adını bilmediğim bir sürü ürün görüyorum. Meydanın ortasında ise bu
ovada yetişen ve sezonun hasadı olan sebzeler sergileniyor. Patates, lahana,
havuç, pırasa, vs. Hemen yanda ise geleneksel kıyafeti ile patates güzeli
seçilen şirin kız duruyor. Avrupa’da fark ettiğim bir şey var. Hemen hemen her şeyin
bir festivali düzenleniyor. Almanya’da orman festivaline bile rastlamıştım bir
ara. Aslında amaç bir şeyleri kutlamaktan çok eğlenmek, yemek içmek ve hayatın
ciddi yüzünü bir süreliğine unutmaktır.
Viyana’nın dış mahallesine gidiyoruz. Göçmenlerin
yoğunlukta olduğu bu bölgede akrabalara konuk oluyoruz. 12 yıl önce Tokat
Reşadiye’den gelin gelen Arife ve Nihat çifti ile burada yaşayan Türklerin
durumu hakkında konuşma fırsatımız doğuyor. Sevdiğim konular. Kucağında iki
tatlı çocuğu ile Arife anlatıyor; “Buraya ilk geldiğimde doğal olarak çok
zorlandım. Lakin hemen harekete geçtim. “Dil öğrenmeden hiç bir şey olmaz diye
düşündüm ve bu işin üzerine gittim. Çocuklar biraz büyüyünce de
iş buldum. Şu
anda bir Alman-Türk derneğinde Türklerin uyumu üzerine projeler yapıyorum.
Buradaki Müslümanların yerel insanlarla ilişkileri çok sınırlı durumdadır. Bunu
kırmaya çalışıyoruz”. Arife ve Nihat uyum sorunu yaşamaması için çocuklarını
göçmenlerin çoğunlukta olduğu yakın okul yerine yerel çocukların olduğu uzak
okula gönderiyor. TV’de de birçok Türk ailenin aksine Türk kanalları yerine
yerel kanallar açık. Ancak diğer yandan çocuklar da güzel bir Türkçe
konuşuyorlar. Başı kapalı olan, kendinden emin, çalışkan ve kararlı bir kişilik
olan Arife uyum konusunda güzel bir örnek olarak karşımıza çıkıyor. Viyana
doğumlu ve aynı şekilde Tokatlı olan Nihat ise Viyana’nın
sosyal devlet
politikalarını çok beğeniyor. “Burada iş kaybetme korkum yok. İşimden ayrılsam
bile hayat standartlarımda çok fazla bir gerileme olmuyor. Devlet bize bakıyor”
diyor. Sözü Arife alıyor ve konuyu daha ciddi bir noktaya çekiyor, “burada
yalnızlıktan çok şikayetçiğim. İnsanlar birbirine gitmiyor. Yıllardır bize
gelen ilk yatılı misafir sizlersiniz.” Çağımızın hastalığı. Yalnızlık.
Gelişmenin, modernleşmenin ve sosyal devlet anlayışının sonucu olarak ortaya
çıkan bu kimseye ihtiyacım yok tavrı yalnızlığı doğurmuş. Biz de ise insanlar
ailelerine ve arkadaşlarına çok muhtaç olabiliyorlar. O yüzden kısmen de olsa yalnızlık
o kadar tehdit edici bir düzeyde değildir. Yine de bu yolda hızla ilerlemekteyiz.
Hem bireyselleşme, kişisel özgürlükler hem de sıkı aile, arkadaş ve komşu
ilişkileri… Mümkün değil mi?
Leziz ve gösterişli bir Anadolu sofrası eşliğinde
saatlerce muhabbet ediyoruz. Arife ve Nihat Bu defa Avrupa’ya Türklerin gözü
ile bakmamızı sağlıyorlar. Sabahleyin bizleri Anadolu gelenekleri ile
uğurluyorlar. Hediyeler, sarılmalar ve ısrarla yeniden buluşma dilekleri…
Viyana’da en önemli müzelerin olduğu müzeler
meydanına gidiyoruz. Arkadaşlar Leopold ve çağdaş sanatlar müzelerini
öneriyorlar. Aracımızı müzelerin altındaki otoparka koyuyoruz. Bizim için ne
kadar büyük bir kolaylık. Müzelerin hepsini görmek için tek bilet alınıyor. Her
birisi için ayrı bilet alınırsa toplam fiyat daha yüksek oluyor. Ben Enis ve
yerli arkadaşım Christian ile müzeler meydanında kalıyorum. Kızlar müzeye
giriyor. Bir kentte en az bir yerli insanla sohbet etmek gerekir. Aksi takdirde
kentle ilgili bilgiler eksik kalır. Christian mülteciler için çalışan ve
üzerinde dünya vatandaşı özelliklerini hakkıyla
taşıyan bir insan. O da
Avusturya’nın sosyal devlet politikalarını ve çok kültürlülüğe verdiği önemi
seviyor. Viyana’nın daha ferah ve yabancı dostu olmasının sebebi olarak Kızıl
Şehir olmasını gösteriyor. Ne demek istediğini hemen anlıyorum tabiî ki. Kent
sol geleneğe sahip ve belediye on yıllardır sol partinin yönetiminde
bulunmaktadır. Bir ara umumi bir tuvalete gidiyor ve beni gülümseten bir şey
görüyorum. Ücret şöyle yazıyor; Büyük 1 Euro Küçük 50 Cent. Yıllar öncesinin
Türkiye’si geliyor aklıma. Tuvaletlerde aynı ücretlendirme vardı. Vay be… Christian’ın
yanına sokakta yaşayanların çıkardığı bir gazeteyi satan orta yaşlı bir adam yaklaşıyor.
Aniden samimi bir şekilde Almanca konuşmaya başlıyorlar. Sonradan öğreniyorum
ki bu adam 15 sene önce mülteci kampında Christian’ın yardımcı olduğu Sierre
Leonalı eski bir mülteci. Birbirlerinin adlarını dahi hatırlamaları beni çok
şaşırtıyor.
Son
Durak Bir Köyde; Janoshalma-Macaristan
Giderken Macaristan’ın en alımlı ve büyük kenti
Budapeşte’yi derinlemesine yaşadık. Şimdi dönüş yolunda Macaristan’ın köy
hayatını tanımak istiyoruz. Bunun için ülkenin büyük şehirlerden çok uzakta
olan ve tabelalarda bile son 10 km kala ancak görünebilen Janoshalma köyüne
gidiyoruz. Yollar dar, üstleri ağaçlarla kaplı idi. Nehir ile bebek gibi beslenen
ovalar ise ekinlerle coşmuştu. En çok da mısır ekili idi. Ağzına kadar mısır
dolu olan kamyon önümüzden giderken ara ara mısırlar dökülüyordu yola. Ancak, şoför
bunu umursamayıp ha bire hızlanıyordu. Bolluk işte. Hava kararmaya yakın köye
vardık. Bizi büyük evler, meyve ve sebzelerle dolu bahçeler, Komünist
dönemden
kalma minik arabalar, yaşlılar ve bisikletliler karşıladı. Yabancının pek gelmediği
ıssız ve durgun bir köydeydik. Az sonra ev sahibimiz Miklos bir elinde meyve
kovası diğer eli ile bisikleti sürer halde yanımıza geliyor. Üstü başı kir pas
içinde. Bizi eve sokarken terlik ücreti istiyor. Sarsılmış bir şekilde
birbirimize bakıyor ve ne diyeceğimizi bilemiyoruz. Miklos ısrar ediyor. Biz çaresiz
tamam diyor ve içeri giriyoruz. Ve bize terlikleri gösteriyor. Bunlar Budapeşte’deki
Servaslı ev sahibimiz Csaba’da unuttuğumuz terliklerdi. Bu kadar ciddi bir adam
bizi fena işletmişti. Ancak nasıl olur da bu terlikler buraya kadar
gelebilmişlerdi? Şöyle olmuş. Miklos ve eşi biz gelmeden birkaç gün önce Servas
üyesi olan Csaba’nın kızında kalmışlar. Csaba da oradaymış. Miklos’a
geleceğimizi orada söylemişler ve böyle bir oyun yapmaya o zaman karar
vermişler. Çok akıllıca bir senaryo ve iyi oyuncu Miklos bizden tam puan alıyor.
Unutulacak gibi değil. O andan itibaren Ferdus bu olayı anlatıp anlatıp
tepkilerimizi taklit etti. Dalgasını geçti. Kahkahalar susmadı.
Miklos’un oyunculuk yeteneği dışında çalışkanlığı da
çok gelişkin. Tren istasyonunda çalışmakla yetinmiyor aynı zamanda
tarım işi
yapıyor. Beni halen kullanmakta olduğu 35 yıllık Lada markalı arabasının şoför
koltuğuna oturtuyor. Heyecanlanıyorum. Otomobil değil de başka bir alet
sürüyormuş gibi hissediyorum. Garajındaki bisiklet babasından kalma ve hala
kullanıyor. 47 yıllık. Ev de duvar ustası olarak ömrünü tamamlayan babasından
kalma. Terasta Macar birası yudumlarken Ağustos ayında üşüyor ve yaklaşan
yağmuru izliyoruz. Karşıda eski kilisenin ışıkları kim bilir kaç yüz yıldır
parlıyor. Miklos köy hayatının güzelliklerini anlatıyor. Budapeşte’nin
büyüklüğünden, pahalılığından ve kalabalığından şikayet ediyor. Şöyle devam
ediyor; “Benim yetiştirdiklerim varken Budapeşte’de para verip meyve ya da
sebze satın almak çok zoruma gidiyor”. Bu duygu bana da çok tanıdık geliyor.
Macar erik rakısı ve şarabı daha birçok muhabbetin yolunu açıyor. Bu saatte bir
Macar köyünde, bu evde ve yeni tanıdığım bir insanla içten sohbetler… Garip
hissediyor insan.
Sabah kahvaltı soframız, yolluklarımız ve sıcak su
dolu termosumuz hazırdı. Ancak Miklos işe gitmişti erkenden. Duygulanıyoruz. Seyahatimizin
son durağından yağmurla ayrılıyoruz. Hedefimiz Selanik üzerinden Çanakkale’ye
varmak. Mesafe 1200 km. Yorgunluğa ve doymuşluğa rağmen geçtiğimiz yerler
ilgimizi çekmeye devam ediyor. Sırbistan’ın Niş kentinden ucuz fiyata içkiler
alıyoruz (1lt Votka 13 Euro). Her şey güzel giderken Makedonya’dan Yunanistan’a
girişte Ferdus vize problemi yaşıyor. Aldığı Shengen vizesi tek girişli imiş ve
biz bu bilgiyi kaçırmışız. Yunanistan gümrük görevlileri Üsküp’e gidip vize
almamızı istiyorlar. Üstümüzden bir kova soğuk su dökülmüş gibi hissediyoruz. Yüzümüzdeki
tebessümler ve keyif ifadeleri yok oluyor. Yalvar yakar nafile. Tam o anda
turizm işi yapan Türkiyeli bir genç bize başka bir akıl veriyor. Üsküp’e
gidecek, Ferdus’a uçak bileti alacak ve biz araç ile yolumuza devam edecektik. Dediğini
yaptık çaresiz. 160 km geride kalan Üsküp’e nasıl gittik orandan nasıl döndük
hatırlamıyorum. Ferdus uçuş için havaalanında sabaha kadar kalacaktı. Biz ise
birkaç mola verdik. Birkaç saat arabada uyuduk. Çanakkale Ayvalık arasındaki
kötü yol ve kalabalık trafiği bitkin bir şekilde atlattık. Ve sonunda 36
saatlik yolculuktan sonra İzmir’e evimize geldik. Ferdus bizi evde bekliyordu.
Bu seyahat bize yaşayarak birçok şey öğretti, kattı,
hissettirdi ve yeni seyahatler yapmak için cesaret verdi. Öncelikle araba ile seyahat sanıldığı gibi
zor bir şey değil. Özellikle uzun bir seyahatse ve çok ülke görülecekse araba
çok ekonomik bir tercihtir. Seyahat sırasında kullanacağın uçak, tren veya
otobüsü aktarmalarla beraber düşünürsen arabadan en az birkaç kez fazla ödemek
zorunda kalıyorsun. Diğer yandan yola çıkarken ve her ülkeden arabaya
yüklediğiniz yöresel, ucuz yiyecek ve içecekler sayesinde yemek masrafınız
azalıyor. Sürekli sıcak su takviyesi yapılan termos sayesinde kahve parası
ödemiyor ve yolculuğu keyfe çevirebiliyoruz. Küçük çocuk (21 aylık) ile
seyahatin de sakıncalı olmadığını öğrendik. Enis büyük bir sınavı atlatmıştı.
Yolda her koşulda araba yaşayarak bizimle beraber dünyanın her yerine
gidebileceğini gösterdi.
Aileler kendi korkularını ve tecrübe eksikliklerini
gidermek yerine seyahate çocukla çıkmama nedeni olarak çocuklarını gösteriyorlar.
Aslında kural basit. Çocuk sizin koşullarınıza göre şekil alır. Hayat tarzınız
ne ise onunki de öyle olur. Ancak yine de seyahat sırasında dikkat edilmesi
gereken şeyler var. Sık molalar verilmesi ve her molada çocuğun hareket
ettirilmesi gerekiyor. Seveceği yemekleri iyi tespit etmek ve bunları
bulabileceğiniz yerlere gitmek elzemdir. Böyle yerleri nasıl bulacağım demeyin.
Avrupa’nın her şehrinde var olan dönerciler imdadımıza yetişir nasılsa. Dönerin
tadı şahane ve ekmeğin içine bolcana dolduruluyor. Fiyatı ise 2.5-4.5 Avro
arasında değişiyor. Bunların yanında arabada çocuğun oyalanacağı oyuncaklar,
atıştırmalık şeyler ve en önemlisi yanına oturup onunla muhabbet edecek samimi
bir arkadaş getirmeniz lazım. Arkadaşın bu işten ve seyahatten aynı anda zevk
alması çok isabetli olur. Biz bu ihtiyacı çocuk tecrübesi olan, sabırlı,
eğlenceli ve rahat ettirmeyi seven kardeşim Ferdus’la karşıladık. Yol
arkadaşlığı önemlidir. Esnek, olumsuzu olumluya çevirmeyi bilen ve rahat
insanlarla her seyahat kolaydır. Enis dahil biz hepimiz öyle idik. Hatta normal
hayattan daha fazla şekilde…
Netice itibari ile 8 ülke gezerek, 8 bin km yol
giderek 22 gün süren dört kişilik seyahatin bize maliyeti 1700 Euro oldu. Çok
ucuz değil mi?
Eve vardık ama eve varmadan çok önce yolda gelirken
yeni seyahat planları yapmaya başlamıştık zaten. Seyahatimize insan, kültür,
keşif, coğrafya, mimari, sanat, eğlence ve mizahı merkeze aldık. Bu yüzden
seyahat iyi hissettirdi. Tazeledi. Bizi oluşturan tüm hücrelere besin geldi.
Yaşama kaldığımız yerden devam etmek için enerji ve coşku yükledi. Bu uzun yazı
da bu enerji sayesinde ortaya çıktı.
Mehmet
Ateş
İzmir/01 Ekim 2014