Etrafımızda gelişen
olaylarda ülke çıkarlarını, siyasi görüşleri ve çekişmeleri bir an için kenara
koyarsak insanların sadece yalın hikâyeleri çıkar ortaya. Çırılçıplak. O zaman insani
meselelerde sadece duygularımız ve vicdanlarımızla hareket edebiliriz.
Suriye’den güvenli bir hayat için Antakya’ya kaçan mültecileri her gördüğümde
aklıma böyle bir şey gelir. Onlarla sohbet ederken bildiğim her şeyi unutmaya
çalışır anlattıklarına yoğunlaşırım. Zira özellikle siyasetle ilgili kafamda
biriktirdiğin bütün bilgiler o insanları bir yere
yerleştirmeme, kestirme sonuçlar çıkarmama ve sonuçta yaşadıklarının üzerlerini kalın bir perde ile kapatmama neden olacağını bilirim. Aslında yaptığım şey annemin düşünüş biçimini uygulamaya çalışmaktan ibaret. Siyaset, tarih bir yana okuma yazma bilmeyen annem (bir çok anne gibi) mültecilere bakıp “Yazık çoluk çocuk evlerini yurtlarını bırakıp buralara gelmişler. Sürünüyorlar. Onlara yardım etmemiz lazım”. Güya çok şey bilen ben ise eskiden olsa; “Ama bunların hepsi sakallı, çarşaflı, şeriatçı. Hırsızlık yapıyorlar. Burayı berbat ediyorlar. ” diyemesem bile içimden bunları geçirecektim. Son zamanlarda Antakya’da dinlediğim hayat hikâyeleri annemin yalın ve insancıl yönteminin durumu algılamada daha etkili olduğunu ispatladı.
Birinci hikâye bir
kitapçıda geçiyor. Son dönemde yaşanan çalkantılardan dolayı Antakya’nın
sokaklarında daha fazla gezinmeye, gözlemler yapmaya ve fırsat bulunca
insanlarla konuşmaya başladım. Bir gün bir kitapçıdayken ve mekân sahibi ile
tesadüf eseri Suriye meselelerinden konulurken içeriye yirmili yaşlarda temiz
giyimli genç bir adam girdi. Çekine çekine bize doğru geldi ve Arapça ile şöyle
dedi; “Halep’ten yeni geldim. Orada Arap
dili ve Edebiyatı bölümünü yeni bitirdim. Arapçanın yanı sıra İngilizce,
Fransızca ve İbranice biliyorum. İş
varsa çalışmak isterim. Her şey olabilir. Bir de ailem için bir ev bulmam lazım.”
Nutkumuz tutuldu bir anda. Ne diyeceğimizi bilemedik. Bu durumda ne denebilir?
“İş yok. Olsa bile ucuza çalışmak zorunda
kalırsın. Evler de pahalı.” diyemedik tabi ki…
İkinci hikâye bir
hastanede geçiyor. Yaşlı babama katarak ameliyatı yaptırmak için sıra
bekliyoruz. Bir anda telaş ve acı içinde vücudunun yarısı yanık, kolu, bacağı yaralı ölü gibi görünen bir adamı
ameliyathaneye alıyorlar. Refakatçisi olan abisi dışardaki merdivenlerde
oturuyor. Elleri yanaklarında çökmüş bir şekilde bekliyor. Ona birkaç defa göz
attıktan sonra cesaretimi topladım ve ne olduğunu soruyorum. O anda korkumun
yersiz olduğunu anlıyorum çünkü genç adam içini dökmek istercesine her şeyi
ayrıntılı bir şekilde anlatmaya başlıyor; “Halep’in
bir mahallesinde kardeşimin içinde olduğu bir minibüs ile giderken kimin attığı
belli olmayan bir bomba onlara isabet ediyor. Minibüsün içindeki insanların
yarısı ölüyor. Kardeşim ölümden dönüyor. İşin bir de daha trajik bir yönü var. Kardeşim,
bomba atılmadan kısa bir süre önce minibüse binen bir kadın ve iki küçük
çocuğuna yerini veriyor. Hemen sonra bomba geliyor ve birçok insan ile beraber
kadın ve çocuklar da ölüyor. Kardeşim de gördüğünüz gibi ağır yaralı olarak
kurtuluyor.” Bu arada hadisenin on gün kadar önce olduğunu ve kardeşinin görmeyen
gözünü ameliyat ettirmek için Reyhanlı’dan buraya geldiklerini söylüyor. Bu sırada hemşire, hasta yakınını (ağabeyini)
çağırıyor ve hasta formunu doldurmak için sorular soruyor: isim, adres, telefon
numarası. Hemşire formun sadece isim hanesine cevap alabiliyor.
Üçüncü hikâye birkaç
yerde geçiyor. Suriye’de olaylar patlak vermeden kısa süre önce Kuzey Suriye’nin
Kamışlı ilçesinin Kürt Alevi bir köyünden bir aile yasal yollarla Antakya’ya
gelip ev tutuyor. Şükrü, eşi Elif ve
kızları Berivan. Avusturya’da yaşayan oğulları Adnan onları yanına almak için
uğraşmaktadır. Anne-babayı almak kolay da Berivan 18’ini geçtiği için ona vize
almak kolay olmuyor. Anne-baba doğal olarak kızlarını bırakıp gitmiyorlar.
Diğer yanda başka bir aile birleşimi meselesi daha var.
Almanya’da yaşayan ve kısa süre önce Şükrü’nün yeğeni Mustafa ile Kamışlı’da evlenen
Ruken Suriye’den gelip Antakya’daki aileye katılıyor. Mustafa, Almanya’ya dönüp eşini yanına almak için hemen
girişimlere başlıyor. Gerçi koşullar zor ve formaliteler bezdirici ancak başka
çare de yoktur. Süreç uzuyor tabi iki. İnsanlar boş durmuyor. Kısa sürede mahalle
ortamına ve Antakya hayatına uyum sağlıyorlar. Kapı komşuları olan ağabeyim ve
ailesi ile çok yakın dost oluyorlar. Birbirlerine misafir olup yemeklerini,
dertlerini ve zamanlarını paylaşıyorlar. Gerektiğinde çocuklarını birbirlerine
emanet ediyorlar. Berivan bir kuaförde iş bulup cıvıl cıvıl ve cana yakın kişiliği
ile insanlarla kısa sürede muhabbet kuruyor. Türkçeyi hata yapma korkusu
taşımadan sevimli bir şekilde konuşuyor.
Şimdi hikâyenin en önemli yerini anlatmak üzere sözü
hikayenin memen hemen tüm kısımlarına şahit olan ağabeyim; Sonay’a bırakıyorum.
“Gelin olan Ruken’in iki demir asaya tutunarak
yürüyebilen engelli annesi Sapha Kamışlıdaki köyde kalmıştır. 14 yıldır
görmediği ablası da Almanya’da. Suriye’de şiddet artınca Almanya’da yaşayan
abla Kamışlıdaki engelli kız kardeşini görebilmek umudu ile önce Antep’e
geliyor. Sınırdan bin bir zorluk, tehlike ve rüşvetle geçebiliyor. Ancak Suriye
içlerinde ilerleyince yolculuk giderek daha tehlikeli bir hal alıyor. Yol
boyunca birkaç defa soyuluyor. Parası ve eşyası gasp ediliyor. Sonunda daha
fazla ilerleyemeden Antep’e geri dönmek zorunda kalıyor. Bu defa abla, kız
kardeşi Sapha’yı Antep’e çağırıyor. Sapha yine büyük zorluklarla sınıra kadar
geliyor ancak pasaportun süresi bitmiş olduğu için önce sınırdan geçmesine izin
verilmiyor. Sabah saat 5’ten akşam 7’ye kadar kapıda bekletiliyor. Sonunda rüşvet
vererek Antep’e girmeyi başarıyor. Bu arada ablasının Almanya’ya dönmesine iki
saat kalmıştır. İki kız kardeş taksicinin yoğun çabaları sonucunda ancak havaalanında
o da bir saatliğe buluşabiliyorlar. Gözyaşları içinde geçen bu kısa süre bitiyor
ve abla Almanya’ya uçuyor. Engelinden dolayı otobüse binemeyen kız kardeşi
Sapha’yı almak üzere kızı Ruken, Şükrü ve eşi Elif Antep’e gidiyorlar. Taksi
şoförü Arapça bilmediğinden Antep’ten Antakya’daki evlerine gelinceye kadar ona
telefonda yol tarifini ben yapıyorum.
Sonunda vize çıkıyor ve Ruken Münih’e uçuyor. Böyle
temiz, insancıl ve nazik bir insanın bizden ayrılmasına hem üzülüyor hem de
sonunda eşine kavuşacağı ve yeni bir hayat kuracağı için seviniyoruz. Son gün
bizi evlerine davet ediyor ve onlarla birlikte yemek yiyiyoruz. Vedalaşmamız
ağlamaklı oluyor. Eşim ve çocuklarımla beraber ona ne kadar çok alıştığımızı ve
hayatımızı nasıl renklendirmiş olduğunu fark ediyoruz. Diğer yandan Ruken’in
annesi Sapha’nın yakında Suriye’deki köyüne geri dönecek olması hepimizi
korkutuyor. Nedeni belli. Kürt bölgesinde olan köyü, çatışmaların olduğu yerlere
çok yakın. Ayrıca bölgede üretim durmuş, gıda ve elektrik sıkıntısı baş
göstermiş.
Şükrü ve Elif çifti kızları Berivan ile halen Avusturya’ya
gitmeyi bekliyorlar”. Hikayeyi gözümü
kırpmadan sonuna kadar dinliyorum. Baba Şükrü’nün söylemiş olduğu bir cümleye
takılıyor beynim: “Memleketimde yüzlerce
zeytin ağacı varken buradan zeytinyağı almak çok zoruma gidiyor”. Göçmenlik
böyle bir şey işte diyor ve başım önümde Antakya sokaklarında kayboluyorum.
Mehmet Ateş/2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder