Kansız devrim olur mu? Hem
de kanlı bir diktatöre karşı? Elinizde karanfiller varsa, Evet, Mümkün.
Portekizliler bunu başardı. Hem de ta 1974’de. Kaşifler kenti Portekiz'deyiz. Dünyanın
bilinmeyen büyük bir kısmını bilinen hale getirmekle yani keşfetmekle övünen
denizci milletin başkenti Lizbon’dayız. 1260’dan beri Portekiz'in başkenti ve
dünyanın kalbi olan Lizbon’u biz de keşfetmeye geldik.
Lizbon, denizi andıran ve
üstünde kavisler çizerek ilerleyen asma köprüleri ile Tajo Nehri’nin koynunda
büyümüş bir kent. İspanyadan doğan bu nehir Lizbon’da yatağını çok genişletir
ve az sonra okyanusla buluşur. Cristof Colomb, Vasko de Gama ve bilinmeyen
dünyayı merak
eden maceraperest denizcilerin okyanuslara açıldıkları kıyılarda
başlıyor kent gezimiz. Yanımızda gönüllü rehberimiz Ela. Her an sahnedeymiş
gibi konuşan, mimiklerini, vücut dilini sevimli bir abartı ile çok kullanan,
kara kaşlı kara gözlü ve Antakyalı bir Arap kadını olan Ela tası tarağı
toplayıp eğitim için eski Endülüs topraklarına gelmiş. İşin tuhafı 7. Yüzyılda
Arap ataları buraları fetih için at üstünde kılıçlarla gelmiş ve yüzlerce yıl
burada yaşamışlardı.
Ela heyecanla anlatıyor biz
ise hem ayaklarına hem de sözlerine ulaşmaya çalışıyoruz. Aynı anda memleketten
getirdiğimiz sarmaları iştahla yutuyor. Portekiz’liler kansız devrimleri ile
övünürler demiştik. Oradan devam ediyor Ela. 1974'de kanlı diktatör Salazar’a
karşı ordu içindeki solcu askerlerle başlatılan darbe kısa sürede sonuç
veriyor. Halk, devrim sırasında çiçek çarşısında geçerken karanfilleri topluyor
ve Salazar askerlerinin tüfeklerine ve tanklarına takıyorlar. Tek bir kursun
bile sıkılmıyor. Salazar, eski sömürge Brezilya’ya kaçıyor. Solcu darbeciler demokratik
anayasa yapıyor ve kadınların oy kullanma hakkını bile elinden alan Salazar
yasalarını çöpe atıyorlar. Ülkede bugünkü gelişmiş insan haklarının temellerini
atıyorlar. Askerler bir memlekete demokrasi getirir mi? sorusunu soranlar ve
siyaset bilimciler için bu deneyim çok şey anlatıyor.
Lisbon mozaik kaldırımlar
kentidir. Kaldırımlar insanların sadece yürümesi için değil aynı zamanda
gözlerine hitap etmesi için mozaikli resimler ve şekillerle bezenmiş.
Kaldırımlar dokusu korunmuş tarihi
binalar, özgür ruhlu kadınlar, sokak sanatçıları, renkli göçmenler ve
müzisyenlerle bütünleşiyor ve biz seyyahlar bu sahnelere bir tabloya bakar gibi
bakarak yürüyoruz. İçimizde sessiz bir isyan duygusu eşlik ediyor yürüyüşümüze. Aklımızda ise memleketimizde olamayışı bu güzelliklerin. Hemen hemen her Türkiyeli turistin
yurt dışında ayağa kalkan isyan duygusuydu bu.
Lizbon tarihte çok büyük bir
deprem yaşamış. 1755 yılında meydana gelen depremde kent sakinlerini kilislerde
ayin yaparken ve mumlar yakılırken yakalamış. Bu yüzden büyük yangınlar çıkmış. Ateşten kaçan insanlar nehre doğru koşuşmuşlar ancak o sırada da
Tsunami meydana gelmiş ve bu durum felaketin büyümesine neden olmuştur. 100 bin ölü, yerle bir olmuş bir kent, salgın hastalıklar,
fakirlik,umutsuzluk ve manevi yalnızlık Zira deprem ve Tsunami Müslüman mahallesini etkilememişti. Buna rağmen halk her şeyi
bir kenara bırakıp kenti tekrar ayağa kaldırmayı başarmış ve Lisbon'u bir sanat eseri yaratır gibi yeniden yaratmıştır.
Bir
kent engebeli, tepelikli ya da dağlık bir yerde kuruluysa, bir de etrafını
masmavi, muazzam bir güzellik sarmışsa , ve bir de buna uyum sağlamak için
ahenk verenleri varsa o kent çok şanslı demektir. Doğası, tatları, kokuları,
aroması ve müzikleri daha da bir zengin olur. Ve en önemlisi insanlara, kente
meraklı bir kuş gibi yüksekten bakma şansı verir. Lizbon böyle bir kent işte. Kale
kentin üst yamacında tüm ihtişamıyla, dimdik ayakta, onun hemen altında ise
seyir terasları, kentin tarihi dokusunu naif bir şekilde tamamlayan kırmızı
kiremitli çatılar, alabildiğine mavi bir nehir ve kendisini hiç nazlanmadan
sunan şehrin tarihi sizi bekliyor.
Gerçi buralara çıkmak öyle kolay bir iş değil.
Az çalışan, az vagonlu, renkli tramwaylara binmek için çok beklemek ve binerken
itişme kabiliyetinizin güçlü olması lazım. Kentin kendine ait yavaşlığını, az
trafiğini ve sükunetini bozmak istemeyen bir belediye yönetimi ve halkın
olduğunu hissediyorum. Tramwaylar ve araçlar o yüzden az diye geçiyor içimden. Hıza
ve kalabalığa alışkın biz Türkiyeliler elbette ki bu durumdan hoşnut değiliz.
Halbuki en keyifli şeyler en yavaş yapılanlar değil midir?Neyse ki hızımızı enfes acı espresso kahve, kendine özgü tadı ile likör,
şarap ve mimari kesiyor. Etrafı izliyoruz sıklıkla. İnsanları, satıcıları,
sokak müzisyenlerini, sürücüleri ve çocukları. Gergin olmayan, gülümsemeye hazır yüzler. Bir kentin hayat kalitesini yüzlerdeki dinginlik göstermez
mi zaten?.
Tüm güzel kentler gibi
Lizbon’da çok kültürlü ve çok renkli bir şehir.
Portekiz’in sömürge geleneğinden dolayı özellikle Angola ve Afrika’nın
bir çok ülkesinden gelen insanlar kendi renkleri ile beraber sokaklarda
görüyorsunuz. Deniz ve su kenti olan Lizbon doğal olarak halen göçmen almaya
devam etmektedir. Bu arada Lizbon Avrupa’da hoşgörü kenti seçilmiştir. Çok
anlamlı bir şekilde bunun farklı dillerde yazıldığı
duvarın dibi mültecilerin
buluşma noktasıdır. Burada oturulup muhabbet edilir. Memleket hasreti
giderilir. Hemen yakınından yukarı doğru kıvrılınca mültecilerin yaşadığı
mahalleye geliyoruz. Çok
çiçekli duvarlar, kadınların renkli kıyafetleri, kentin normali haline gelen ot satıcıları ve biz.
Canımız kente başka bir
bölgeden ve yüksekten bakmak istiyor. Bu defa İzmir’deki asansörün benzerine
çıkıyoruz. Bu asansör İzmir’deki ile yakın tarihlerde (19. Yüzyılın başında)
yapılmış ve
aynı şekilde üst mahalleye çıkmak amacı ile kullanılıyor. Kente
başka açıdan bakmak, tarihi yaşamak, insanoğlunun yaratıcılığını ve
çılgınlığını hissetmek için yapılmış gibi .
Lizbon bugün zayıflamış olsa
da güçlü inançların ve kiliselerin kentidir. Kiliselerin en ilginç olanına
götürüyor bizi Ela. Teatral anlatım devam ediyor. 1241 doğumlu bu kilisenin
halk arasındaki adı Yanık Kilisedir (Aziz Domingos). Neden yanık kilise?
Kraliyet ailesinin evlenme yeri olan bu kilise iki büyük deprem (1531 ve 1755)
sırasında tamamen yanar. Onarım ve tamiratı ancak 1807'de biter. Ancak felaket
bu kilisenin peşini bırakmaz. 1959 yılında tekrar bir yangın çıkar. Tamamen
yanar ve hatta yangın sırasında iki itfaiyeci ölür. Restorasyon sırasında yanık
kısımlar yaşananları anlatması ve bir daha yangın çıkmaması için özellikle
açıkta bırakılır. Kiliseye giriyoruz. Duvarlarda ve fresklerde yanıklar hala
çok canlı. İçeride yanan yüzlerce mum yangını akla getiriyor.
Kiliseden sonra okyanus ve
nehir ülkesi Portekiz'in balık zenginliklerinden faydalanmak için alçak gönüllü
bir restorana oturuyoruz. Sarımsak zeytinyağı ve baharatların zenginleştirdiği
tanıdık ve tanımadık balıkları, kaliteli ve ucuz şarapları içmek iyi ki
Lizbon’dayım hissini yaratıyor. Yanı başımızda Jose Saramago’nun evi görünce çok
şaşırıyor ve seviniyorum. Hümanist, sosyalist, Vicdanlı ve hayal gücü dağlar
kadar olan fantastik yazar Saramago. Aklıma iki kült kitabı geliyor o anda.
Körlük ve Görmek. Dünyayı ve memleketi tanımak için etkili kitaplar bunlar.
Lizbon’un en güzel
işletilen, nehir manzaralı, içinde eğlenceli tiplerin konakladığı ve tarihi bir
binası
olan Lisb’on hostela geliyoruz. Canlı bir kentin canlı dünyasına girmiş
gibi oluyoruz. Farklı diller, yüzler ve kıyafetler ama aynı hedef. Kenti
keşfetmek ve farklı yaşamlar tecrübe etmek. Kısa bir dinlenmeden sonra
Lizbon’un gündüzden canlı gece yaşamına dalıyoruz. Farklı tercihler için farklı
barlar, müzikler ve içkiler. Mesala, Fado müzik yapan mekanlar ya da kütüphanesi
olan bir striptiz bar. Enerjisi olana sabaha kadar eğlenme şansı var Lizbon
gece hayatında.
Lisbon’da bir Nehir sahili
yürüyüşüne çıkmalı. Geniş, uzun ve balıkların eşlik ettiği bu yolda hem nehri hem
de geride duran kenti seyredebileceksiniz. Biz de öyle yaptık. Bu defa Erasmus
program kapsamında buraya gelen ve aşık olup kentte yaşamaya karar veren Sinem
yanımızda. Sinem bizi istemediğimiz araca yani tramwaya bindiriyor. Ancak artık
tecrübeliydik ve ayıp mayıp takmıyorduk. Kalabalık grup olmamıza rağmen en önce
biz biniyor ve cumba gibi bir yerde topluca oturuyorduk. Türkiyeli olmanın
biraz da avantajı olsun.
Lizbon’un Belem’i var.
Merkeze yaklaşık 10 km
mesafede, nehir kıyısına kurulu bir yeşil alan cenneti
olan belde ilgi çekici mimari yapıları
içinde barındırıyor. Bu cennette devasa büyüklükteki mimari şaheser Jeranimo
Manastırı, Portekiz’in kaşiflerini canladıran kocaman bir anıt ve gerçek mi
minyatür mü olduğu belli olmayan bir tarihi kale. Hepsini merakla incelerken
yaşadığımız memleketten ne kadar uzak ve farklı bir yerde olduğumuz hissi
uyanıyor. Kaşifler anıtına bakarken ise
aklımdan ışık hızı ile şu düşünce geçiyor. “Keşfedenler mutlu, ünlü oldu. Ve
zenginleşti. Ya keşfedilenler? Sonları trajedi değil miydi? Biz Lizbon keşfimizi
en meşhur Lizbon tatlısı olan Pasta de Nata ile bitiriyoruz. Az sonra ağzımızdatatlının şekeri ve gözlerimizde kentin büyüsü ile okyanus ortasındaki Madeira adasına gitmek üzere uçağa biniyoruz.
Haziran 10, 2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder