Karmaşık, göreceli
olarak daha özgür, güvenli ve hızlı bir kente varıyorum sabahın dördünde.
Dikkatimi çeken ilk şey bu kocaman kentte sabaha karşı olmasına rağmen kadınların
sokaklarda yürüyor ve işe gidiyor olmaları idi. Etraftaki telaşlı koşuşturmaca,
taksiciler, yüzlerce otobüs ve satıcılarla kendimi İstanbul’da ancak İstanbul’dan
daha güvende hissettim. İnsanlarla iletişimin kolay olduğunu yaşayarak öğrendim
hemencecik. Farsilerle ömür boyu sürecek sevimli bir ilişki kuracağım hissi de gelip
yerleşti içime. Uykulu, aç ve henüz nereye gideceğimi bilmediğim halde gözlerim
meraktan parlıyor ve sürekli etrafta gezinerek kendilerine ilginç şeyler buluyorlardı.
İran’da ulaşım çok
ucuz olduğundan beni içtenlikle misafir eden Muhammed’in mahallesine taksi ile
geliyorum.
Eve gitmeden önce geleneksel bir fırına giriyoruz. Tahran’ın ve genel olarak
İran’ın ekmekleri çok çeşitli, kendine özgü ve leziz. Özellikle siyah çakıl
taşlarını ısıtarak üstüne pişirilen ve şekli ramazan pidesine benzeyen ekmeğin
hem yapılışı çok ilginç hem de tadı çok hoş. Aynı anda beyazlar içindeki nazik fırıncılarla
Türkçe ve Arapçadaki ortak kelimeleri kullanmaya çalışarak yaptığımız muhabbet de
sabahın bu fecr saatinde enerjimi oldukça yükseltmişti. Seslerimiz boş sokakların
derinliklerine kadar yayılıyordu. Renkli bir kültüre geldiğimin daha çok
farkındaydım şimdi.
Kentte kaldığım
birkaç gün içinde biriktirdiğim ve böylece bu ülkeye dair var olan bilgi
eksikliklerini, önyargıları kısmen de olsa gidecek deneyimleri paylaşmanın
hazzını yaşıyorum şu anda. Şiirin, bilimin, sanatın, mimarinin ve felsefenin
tarih boyunca çok önemsendiği ve mevcut sisteme rağmen halen yoğun bir şekilde
icra edildiği bir coğrafyada var olmanın verdiği yaşam aşkını ve heyecanını anlatamam.
Şiir
demişken İran topraklarında tarih boyunca şair ve şiir fışkırmış desem
abartılı olmaz. Caddelerde ve meydanlarda rastladığım şair heykelleri bunu
ispatlıyor. Büyük şair ve filozof olan Hafız’ın kitapları hemen hemen her Farsi
ailenin evinde bulunmaktadır. Hem de Kuran’ın hemen yanı başında kendine yer
bulabilmiş. Saadi, Ferdosi ve Hayyam gibi şairler ise İranlıların en büyük
gururlarıdır. Rumi ve Şems’den bahsetmeye hiç gerek yok. Onlar Farsilerin Shakespeare’leridir
zaten.
İran’da aydınların,
yazarların, siyasetçilerin ve kadın hareketinin de içinde yer aldığı silahlı
mücadele sayesinde parlamenter sistem 1907lerde kurulmuş. Ardından Türkiye ile
paralel gelişen modernleşme hareketleri başlamış. Bu mirasla yetişen Farsiler şu
anda bunu kısmen kaybetmiş olmanın acısını yaşıyorlar. Geçmişleri ve kültürleri
ile gurur duyan halk dünyaya gerici olmadıklarını, demokrasiyi kendilerinin de
bildiklerini anlatmaya ve göstermeye çalışıyorlar. Ancak tüm çabalar nafile.
Dünya medyasında sürekli dolaşan olumsuz İran imgeleri din ve milliyet
sınırlarını aşan zengin
Pers kültürünün gerçek niteliğinin üstünü kalın bir örtü
ile örtmektedir. 1979 yılında başlayan İslami Cumhuriyet rejimi
halkı kimliğinden uzaklaştıramamış aksine geçmişine daha fazla tutunmasına
sebep olmuştur. Bu sebeple yeni rejim ile halk arasındaki gerilim ve çelişki
her geçen gün artmaktadır. Bugünkü sisteme tepkinin ve geçişe tutunmanın en
büyük belirtisi Pers ülkesinin binlerce yıl öncesinden beri kullandığı ve İslam
devrimine kadar İran bayrağında dalgalanan amblem olan Faravahar’ı bugün de hayatın her alanında kullanılıyor olmasıdır.
Perslerin en eski dini olan Zoroastrianism’in
(Mazdaism) en eski sembolüdür. Tarihte dini filozof olarak büyük bir etki alanı
yaratan Zoroaster İran tanrılarını
ikiye ayırdı. Sürekli çatışma halde olan Ahura
Mazda (Aydınlatıcı Ruh) ve Angra Mainyu (Yıkıcı Ruh). Sisteme tepkinin diğer bir işareti ise özellikle geçlerin İnterneti kullanarak dünya ile kurdukları sıkı ilişkilerdir. Dolayısıyla dünyada gelişen her yenilikten hemen haberdar oluyor ve yaşam tarzları ona göre şekil alıyor. Sinema, müzik, teknoloji, siyaset, demokrasi talepleri, giyim ve alışkanlıklar yakından takip ediliyor. Gençlerin kafası dışarda vücutları İran’da yer alıyor. Halkın derinliklerinden geldiğini hissettiğim özgürlük talepleri rejimin demokratikleşmesine yol açacak gibi görünüyor. Hem de kısa süre içerisinde.
İran’da yabancı
seyyahlar çok seviliyor ve onlara ülkenin kötü imajını kıracak insanlar olarak bakılıyor.
Tabiri caizse onlara misyonerlik görevi veriliyor sanki. Zira gerçek İran’ı
ancak burada görüp yaşayanların anlayabileceğini düşünüyorlar. Elbette
ülkelerini ziyaret
eden bu misafirlere olan ilginin tek sebebi bu değil.
İhtiyacı olan insana yardım etme isteği, misafirin en saygın mevkide tutulması
ve dünyaya açılma arzusunun da bunda büyük payı bulunuyor. İran keşfim boyunca
işinden izin alan ve benle şehirden şehire gezen Muhammed’in insan merakı ne
demek istediğimi daha iyi anlatacak. Otobüsle İsfahan’a giderken şöyle demişti
bana; “Benim içim önemli olan gezdiğim
mekanlar ya da tarihi eserler değil o ülkede tanıdığım insanlar ve okuduğum
kitaplardır.” İran şiiri ve felsefesinin etkisini görebiliyorsunuz değil
mi?
Tahran’da ve genel
olarak İran’da gördüğüm ve
Türkiye’de olmasını arzu ettiğim bir şeyi fark ettim
gider gitmez. Halk farklı yaşam tarzlarına (muhafazakar-sol) ve politik
görüşlere sahip kesimlerden oluşmasına rağmen toplum içinde gerilim çok az.
Birbirini boğmaya çalışan, birbirinden nefret eden ve kutuplaşmış bir toplum
yapısı gözlemlemedim. Çalışırken, oradan oraya koştururken ya da kaos halindeki
trafikte araba sürerken bile sükûnetlerini korumaları ve gülümsemeleri beni
epeyce şaşırttı. Gayri Müslüm Ermeniler, Süryaniler, Museviler ve Zerdüşlerle
de birbirlerine müdahale etmeme ve birbirlerini oldukları gibi kabul etmeye
dayalı ilişki geliştirmişler.
Farsi Kadınlar
Farsi kadınların bu
kadar rahat ve özgüvene sahip olabileceklerini tahmin etmiyordum. Gezdiğim şehirler
olan
şu anda da kendilerini yaşamak konusunda koşulları zorlayarak belli bir noktaya da varmışlar. Arkadaşım ve rehberim Muhammed’e soruyorum; “Kıyafet serbest olsa kadınların yüzde kaçı açılırdı?” “En az %80i” diyor. Sokakta yürürken örtüyü zorla takanla isteyip de takanları hemen ayırt ediyorsunuz. İstemeden takanlar çoğunlukta görünüyor. (Bu yazı yazılırken İran Hükümeti bundan sonra kadınların kıyafetlerinin kontrol edilmeyeceğini ilan etti.) Açıkçası özgürlüğü sadece örtü takmak üzerinden tanımlamak beni hep rahatsız etmiştir. Bence kadının toplum yaşamına katılım oranı ve bireyselliğini yaşama seviyesi onun özgürlüğü yaşama miktarını gösterir. Bu yüzden Farsi kadınlarının ne kadar özgür olduklarını anlayabilmek içi
Golestan Sarayı (1524-1576):
Her karesinde kesme
aynalar ile sürekli parıldayan, ışıldayan ve masalımsı bir görüntü veren Golestan
kraliyet sarayındayız. Tahran’ın en işlek merkezlerin birinde, televizyon
binasına ve pazara yakın olan bu şaheser Safeviler döneminde inşa edilmiş.
UNESCO dünya mirası listesinde yer alan bu sarayı hakkını vererek gezmek
herhalde yarım gününüzü alır. Aynalara eşlik eden devasa avizeler, duvar
işlemeleri resimler, han ve kralların mumya heykelleri, mücevher süslemeli
tahtlar, halılar, kıyafetler, ilk matbaa örnekleri ve kitap baskıları burayı
çok çekici hale getirmektedir. Farklı ülke krallarının zamanında bu saraya
hediye ettikleri porselenler, tablolar ve diğer hediyeler İran’ın o dönemde
dünya ile kurduğu ilişki hakkında güzel ipuçları vermektedir. Bir ara Jules
Verne’nin denizaltı prototipine rastlıyor ve şaşkınlığım daha
da artıyor.
Sarayın müze bölümünde İran’ın kültür hayatı ile ilgili bilgileri öğreniyoruz.
Ülkede yaşayan farklı milletlerin ve dinlerin (Azeri, Zerdüşt, Kürt, Yahudi,
Ermeni, Beluc ve diğerleri) giyim tarzları, müzik aletleri ve dilleri ayrımsız
bir şekilde sergileniyor. Ve İran haritası üzerinde yaşam bölgeleri gösteriliyor.
Sanki İran’ın şu anında değil de geçmişte yaşıyormuş gibi hissediyorsunuz. Hemen
sonrasında saray dışına çıkınca sokakta gördüklerinizin şekli ve anlamı
değişiyor. Kültürün satır aralarını okuma konusunda yetenek kazanıyorsunuz. Çıplak
gerçekle yüz yüze geliyorsunuz o anda. Bilmeden gezilemiyor. Bilmek de anlamayı
ve hissetmeyi de sağlıyor çoğu zaman.
Mücevher Müzesi
İnsanoğlunun süse,
mücevhere ve ihtişama verdiği önemin en büyük göstergesi herhalde Tahran’daki Ulusal Mücevher Müzesidir. Ferdosi
Bulvarı yakınında İran merkez bankası içinde ve Türkiye’nin Tahran
Büyükelçiliği karşısında yer alan geniş güvenlikli salonda inci işlemeli
tahtlar, taçlar, halılar, kılıçlar, hançerler, gerdanlıklar, küpeler, yüzükler
ve değerli taşlarla süslenmiş eserler sergileniyor. En çok dikkati çeken mücevher
ise dünyanın en büyük pembe elması olan Derya-i
Nur (Denizin Nuru) dur. Bu sıra dışı elmas 1739’da Hindistan’ı işgal eden
Pers Nader Han tarafından İran’a
getirilirmiştir. Mücevherlerden heyecan duyan insanların çok uzun vakit
geçirebilecekleri bu müzede İran tarihinin şatafatlı kısmını da yaşamış
oluyorsunuz. Ancak ben böyle bir şatafata, pırıltılara ve turist izdihamına uzun
süre dayanamayıp salondan erken ayrılıyorum. Sokağa çıkar çıkmaz süslenmeyi
seven genç kadınları görünce hafifçe gülümsüyorum. Gelenek devam ediyor.
Milad Kulesi (Burc-e Milad):
Tahran Üniversitesi
Tıp fakültesine komşu bir noktada 435 metre yüksekliğindeki Milad Kulesi devasa
şehir olan Tahran’ı izlemek üzere gökyüzüne dikilmiş
baş döndürücü bir eser. 360 derecelik kapalı balkonu olan kuleden kentin
minicik ışıklarını, yollarını, arabalarını ve muazzam büyüklüğünü aynı anda
seyrediyorsunuz. Yanı başınızda ise dünyanın birçok başkentinde bulunan
kulelerin maketleri sergileniyor. Teknolojinin, mimarinin ve insan hırsının uç
noktasına eriştiği bu eserin içinde geleneksel İran ürünlerinin satışı ve sanat
eserlerinin stantları (resim, ahşap, minyatür, halı, bakır, gümüş)
bulunmaktadır. Burada çalışan alçak gönüllü ve genelde Türkiye deneyimi olan
sanatçılarla sohbet çok öğretici ve eğlenceli oluyor. Standın birinde eski Fars
alfabesi ile bileklikler yazan sanatçı benim için de BARIŞ kelimesini yazıyor. Muhabbetin
ve seyrin keyfine doyamadan dünyanın en hızlı 2. Asansör ile aşağı iniyorum. Gelecekten geçmişe dönmüş gibi oluyorum. Aşağıda beni bekleyen ve hemencecik özlediğim şehir kaosuna dönüyorum. Özlemek için o kadar çok sebep var ki. Kentin kaosu içinde saklı olan kültürle ilgili binlerce elemanı aynı anda fark etme, gözlemleme ve onunla ilişkiler kurma şansını veriyor bana.
İmam Al Reza Camisi:
Gecenin
karanlığında eski pazarın kalabalığı, kokusu ve telaşesine komşu olan Ortadoğu
Masallarında sürekli
parıldayan sarayları çağrıştıran İmam Ali Reza Camisine
giriyoruz. Duvarlarda ve tavanlarda gözlerimizi kamaştıran avizelerin, kırık
camların ve mavi çinilerin sersemleten etkisi insana hem hayranlık hem de
teslimiyet duygusu veriyor. 12 İmamdan biri olan İmam Ali Reza’nı cami içindeki
türbesini, bir yanda demir kafeslere tutunup ağlayan diğer yanda göğüslerini
acı ile döven ve Kerbala zulmünü içinde hisseden inananları görünce sakince
yere oturuyor ve sırtımı duvara veriyorum. Nefesi tutuyorum. Zira özel bir anın
içinde olduğumun farkındaydım. İnsanlara rahatsızlık vermeden ve anın büyüsünü
bozmadan fotoğraflar ve videolar çekiyorum usulca. Cami içinde koşuşturan,
gülüp oynayan ve ya babalarının kucaklarında oturan çocukların meraklı
bakışları ile sahne çok ilginç hale geliyor. Huşu içinde ama acı çektikleri
yüzlerinden okunan inananlara uzun süre bakınca acı size de bulaşıyor.
Yüzümdeki şaşkın
ifadeyi fark eden arkadaşım Muhammed an ile ilgili dini ve sosyolojik bilgiler
anlatıyor fısıltı ile: “Tarih içinde
İran’a hangi medeniyet, millet ya da din geldiyse Pers kültürünün etkisinde kalıp
şekil değiştirdi. Müslümanlık için de aynı şey oldu. Şiilik bu topraklara özgü
bir Müslümanlık olarak ortaya çıktı. Perslerdeki derin Şiilik inancı
beraberinde mağduriyet duygusu vermiş. İnanışa göre Hz. Muhammed kendinden
sonra Hz. Ali’yi halife olarak seçiyor. Hz. Ali, Hasan, Hüseyin ve 12 İmam
haksızlığa uğruyor ve öldürülüyorlar. Bunun sorumlusu olarak sonradan Sünni
inancının önderleri olacak olan Ebu Bekir, Ömer, Osman’ın Hz. Ali’nin hakkını
gasp ettiklerini düşünüyorlar. Şiiler bu yüzden çocuklarını bu isimlerden
hiçbirini vermiyorlar. Demem o ki Şiiler bu sebeplerden dolayı Sünni inancı ile
uzlaşması zor bir çekişme yaşıyorlar. Aslında gördüğüm kadarı ile Şiiler,
Sünnilerin kendi acılarını görmelerini ve tarihte kendilerine yapılan bu
haksızlığı yapanları lanetlenmelerini talep ediyorlar.” Aklıma memleketimiz
ve benzer durumlar geliyor. Hikayeler her yerde birbirine ne kadar da çok
benziyor.
İran her ne kadar İslami
bir ülke olsa da dini bayramlar olan Ramazan ve Kurban Türkiye’deki kadar uzun
ve şatafatlı bir şekilde kutlanmıyor. Halk bu bayramlarda sadece bir gün tatil
yapıyor. İslam öncesinden günümüze kalan Newroz’da ise iki haftalık tatil var.
Muharrem ayı ise Şiilerin en kutsal anmalarının ve ritüellerinin yapıldığı
aydır. Konuştuğum insanlar ısrarla İran’a bu ayda gelmem gerektiğini
söylediler.
Dağ Çatlaklarında Yeşil Bahçeler: Derbent
Tahran dağlarının
eteklerindeki kayalıkların arasında ve dereye nazır kurulmuş olan birçok
restoran, piknik
takip ederek dağlara kadar ulaşırken akşamın karanlığında mekânların parıldayan ışıkları ile gözleriniz kamaşıyor. Az akan ancak çok serinlik veren derenin dibinden yürürken onun bu sihirli gücüne şaşırıyorsunuz. Tahranlılar yaz sıcaklarını atlatmak için dağlardan yardım alıyor ve bu serin kayalıklara geliyorlar. Buraya gelenlerin eğlenme isteği gülen yüzlerinden ve esprili hallerinden anlaşılıyor. Onlarla iletişime girmek hayatın doğal akışı içinde kolaylıkla gerçekleşiyor. Türkiyeli olunca bu iş daha da kolaylaşıyor. Nedeni ise gayet basit; Türkiye ilgisi. Bu arada Türkiyeli olmanın avantajlarını yurt dışında ilk defa yaşıyorum.
Tahran’da Başka Neler Var?
Lale parkının
kıyısında modern mimarisi ile Tahran’daki Çağdaş
Sanatlar Galerisine girer girmez Farsi
sanatçıların resim ve heykel
alanında ileri bir noktada olduklarını hemen fark ediyorsunuz. Sorgulayan
tabloların karşına geçince varoluşsal konulara, farklı felsefelere, dini
inançlara ve doğaya dair birçok noktaya dokunuyor beyniniz. Tahran’da ve İran’da keşfedilmesi gereken o kadar çok müze ve sanat galerisi var ki… Bu kültürle ilgili ne kadar çok az şey bildiğimizi tekrar fark ediyor ve devletlerin bu konudaki rollerini sorguluyorum. Komşular neden bilinmez?
Galeri çıkışında
ayaklarınız sizi kendiliğinden Lale
Parkına götürüyor. O kadar sanattan sonra yeşil arıyor insanın gözü. Bu
parkın ilginç bir özelliği
var. Anneler her cumartesi burada toplanıp siyasi
tutuklu çocuklarının salıverilmesini ve infazların durdurulmasını talep
ediyorlar. Türkiye geliyor aklıma yine. Parkın çimlerinde ve banklarında oturan
her yaştan insanı arkada bırakıp sokaklarda dolanmaya çıkıyorum. Heyecan verici
bir etkinliktir bu. Sokaklarda sürprizler avlamak için avare avare dolanmak. Bu
sırada çekici mimari tarzları ile tarihi binalara, İstanbul meydanına ve
trafiği ele geçirmiş olan motosikletlere rastlıyorum. Ha bu arada Zerdüştlerin kendilerine ait liselerini
de görüyor ve araştırmam gereken ilginç bir konu daha bulmuş oluyorum.
Tahran’ı geride
bırakmanın zamanı gelmişti. Ne zaman bir şehirden ayrılma anı gelse her
tarafımda eksiklikler hissederim. O şehirde yeterince dolaşmadığımı, arkamda
keşfedilmemiş çok şey bıraktığımı ve bu kente bir daha gelmek için uzun zaman
beklemek zorunda olacağı bildiğim için içim burulur. Hüzünlenirim. Ancak sonrasında
bir kente bir defa gelmenin o kenti tanımaya, derisinin altında yer alan
damarlarını görmeye ve tüm kokularını duymaya yetmeyeceği tesellisi ile içime
su ferahlığı da dolar. Otobüse binip Tahran’dan Tebriz’e doğru yol alırken bu
hislerle sarılmıştı çevrem. Tahran’da yaşadıklarımı ve fark ettiklerimi yerli
yerine oturtamadan Tebriz’i hayal etmeye başlıyorum. Tebriz! Pazar yerleri,
halılar ve Azeriler… Kıpır kıpır olan yüreğimi sakinleştirmek için rastgele bir
sayfa açıyorum Hayyam’ın şiir kitabından.
Bahar geldi; başka bir şey istemem kafamda;
Hele akla hiç yer vermem bahar soframda;
Şarap, seninleyim bu mevsim, koru beni:
Söğüt ağacı, sen de ser gölgeni altıma.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder