Sabahın erken saatinde İsfahan’a ulaşıyor
ve 25 kuruş (TL) ödeyip halk otobüsüne biniyoruz. Hüzünlü, sıra dışı ve mutlu
biten bir hikaye yan koltukta bizi bekliyordu. İngilizce konuşmamıza kulak
kabartan ve fena halde yıpranmış görünen bir adam sevimli bir şekilde
sohbetimize (İngilizce) dalıyor. Bu şehre çok uzaklardan büyük bir buluşma için
gelmiş. Neden mi? Savaş ve barışın iç içe geçtiği ilginç hikayesini dinliyoruz.
İran-Irak savaşı sırasında esir düşüyor ve Iraktaki bir kampta 8 yıl esir
kalıyor. Bu sırada “ailem kadar yakın” dediği birçok Iraklı dost ediniyor.
Cephede birbirlerini boğazlamak için gönderilen insanlar doğal hayat akışı
içinde yakın arkadaş olmuşlardı. Bu durum beni şaşırtmıyor. İşte o dostlarından bir tanesi 20 sene sonra
onu ziyaret etmek için İsfahan’a geliyor. Anlatırken boğazı düğümleniyor ve
ağlamaya başlıyor. Aklıma 8 yıl süren o katil savaş geliyor. İran-Irak savaşı
sonucunda iki taraftan 500 bin kişinin ölüyor. Sebepsiz. Bu savaşın taze izleri
bu insanda olduğu gibi kentlerin ve köylerin her yerinde görünebiliyor. Savaş
kurbanlarının fotoğrafları caddeleri, evleri ve kutsal mekanları doldurmaya
devam ediyor. 1979 İslam devrimi ve uzun süren yıpratıcı İran-Irak savaşında
yaşanan trajediler İran halkını olgunlaştırmış. O
Kendimi adamın hikayesinden ve İran’ın
toplumsal hareketlerinden zorla uzaklaştırıp İsfahan’ın güzelliklerine
bırakmaya çalışıyorum. Otobüsten dışarı bakınca ağaçlar ve yeşil başka şeyler
görmeme müsaade etmiyor. Bu kent geniş caddeleri, devasa meydanları, parkları,
masal sarayları, çok kültürlü yaşam dokusu, cana yakın insanları, çok eski ve
çok renkli
taştan kapalı pazarları, kendinden emin, bakımlı, hayatın her
alanında var alan Farsi kadınları ve karmaşık trafiği ile içinde var olmaktan
büyük bir keyif alacağınız bir tiyatro sahnesi sanki. Tarihte güçlü Safavi
devletinin başkentliğini yapmış olmanın verdiği gururu ve gelişmişliği her
zaman hisseden bu nazlı kent Nasve Cihan benzetmesini fazlası ile hak ediyor. Sırf
bu kent için İran’a gelinir. Gelince de geri döner misiniz bilmem.
Kentin içinden geçen çok geniş yataklı
Zaranderud (Hayat Veren) Nehri üzerine kurulu bulunan 24 gözlü ve
İsterseniz köprünün biraz uzağında
konuşlanıp gece altın ışıklar altında ya da gündüz gözü ile şahane fotoğraflar
çekebilirsiniz. Köprünün gözleri önünden geçen farklı ve renkli Isfahan
portreleri fotoğraflara görsel ve içeriksel derinlik katacak. Mesela iki katlı
köprünün alt gözlerinin önünden yürüyen saçı hemen hemen tamamen açık, makyajlı
ve kot pantolonlu bir
Sadece İsfahan’da değil İran’ın
genelinde beklediğimden çok fazla sayıda müze, sanat galerisi, heykel, meydan,
saray ve park olduğunu görünce çok şaşırdım. İnsanlar da sakin, stresleri az,
yardıma hazır ve dünyaya çok açıklar. Sık sık ve farkında
olmadan bir sarayın
bahçesine giriyor yeşilin, suyun, sarayın ve içlerinde yaşayan insanların dengeli
birlikteliğini görüp şaşırıyorum. Kimi zaman da satranç oynamak için özel
masaların yapılmış olduğu ağaçların arasındaki saklı yeşil köşelerde satranç oynayan
insanları fark ediyorum. İşin ilginci bu oyuncaların bazıları satrancı grup
halinde oynuyormuş gibi oynuyorlar. Dışardan oyuna müdahaleler yapılıyor,
itirazlar geliyor, gülüşmeler ve kızmalar ardı arkasına akıyor. Bu manzaranın
içine kolaylıkla dahil olabiliyorsunuz. Mizah dolu amcalar da size mahalleden
birisiymişsiniz gibi davranıyorlar. Türkçedeki Farsça sözcükler, bildiğim
Kürtçe kelimeler ve en etkili silah olan vücut dili iletişime yardımcı oluyor. Bu
sevimli manzara satrancın Pers
kültüründe çok geçmişten gelen önemini ve günlük
hayatın içindeki sağlam rolünü tekrar hatırlıyor insana.
Genelleştirmelere pek inanmasam da
içinde mizah kırıntıları olan şeyleri duyunca paylaşmadan edemiyorum. İran’da İsfahanlıları
cimriliklerinden dolayı İskoçlara benzetiyorlar. Muhammed bununla ilgili bir
fıkra anlattı. Bir zaman hükümet yol
ücretlerini 100 Tümenden 50 Tümene indiriyor. Normalde memnuniyete karşılanması
gereken bu icraata İsfahanlılar şiddetle karşı çıkıyor ve protesto gösterileri
yapıyorlar. Neden diye sorulunca da; “İşe yürüyerek gidiyoruz. Eskiden günde
100 Tümen tasarruf ediyorduk. İndirim yapılınca bu tasarruf 50 Tümene indi. Bu
durumda zarar ediyoruz.” Böyle işte.
Antikalar
İçinde Bir Dünya: Nargile Evi
Tarihi pazara yakın ve antikalar
arasında zor fark edilebilen bir mekana giriyoruz. Salaş eski bir hanın içinde
antikaların arasında kaybolmuş ve minicik bir insana dönmüş eski bir milli
güreşçi olan Reza Karyani dede ile
karşılaşıyoruz. Aynı zamanda bir derviş olan bu bilge insan kafeyi para için
değil muhabbet için çalıştırıyormuş. Duvarlarda, tavanlarda, sırtımızı
dayadığımız her yerde yani kısacası her boş santimde yüzlerce eski lamba,
nargile, bıçak, kap kacak, balta, ayna ve siyah beyaz fotoğraf gözünüzü alıyor.
Yanlarınızda nargilenin dumanı ile oyun oynayan ihtiyar ve gençlerle Ortadoğu
masalı içinde imişsiniz gibi hissediyorsunuz. Antikaların büyüsüne kapılarak
içeriye kadar süzülen insanlar burada karşılaştıkları hava ile yerlerinde
kalakalıyorlar. Tıpkı benim tecrübem gibi. Antikalar diyarında sürekli oturup
oradan ayrılmak istemiyorsunuz. Nargilenin, antikaların ve aş denilen leziz
yemeğin kokuları gelince başka bir ülkede ve kültürde olduğunuzu
hissediyorsunuz. Bu da çok hoş bir duygu, değil mi? Arkadaşım Muhammed elimden
bırakmak istemediğim leziz nargileye bakıp Fars dili ile; “Ğayluna (Nargile) acımıyorsan vücuduna acı. Hadi gidelim, görecek çok
yer var” diyor. Nargileye acıyor ve çıkıyoruz. Mekandan çıkarken yıkık
dökük
hanın bakırcı, demirci ve tenekecilerini geziyoruz çok eski tarihte
geziyormuş gibi. Ayaküstü muhabbetlerimizi yapıyoruz birçok çalışanla. Her
zamanki gibi birbirini tanıyan iki insan gibi sohbete başlıyor ve yüzlerin
hemencecik gülmesi rahatlatıyor. Bu arada konuştuğum hemen hemen her insanın
dünya siyasetini yakından takip ettiğini fark ediyorum. Türkiye’den ve dünyadan
konuşurken kelimelerin arasına dostluk sözlerini katmayı da ihmal etmiyorlar.
Kara elleri olan mavi gözlü ihtiyar bakırcı
sitillere çekiçle şekil verirken
şaka ile karışık şöyle söylüyor: “Türkiye-Iran
dost ama liderler alık.”
Kentin
Ruhu ve Nefesi: Nakş-ı Cihan Meydanı (İmam Meydanı).
İnsana hayranlık ve küçüklük duygusu
veren böyle büyük bir meydan ve onun etrafında gelişen böyle bir hayat alanını
hiç görmemiştim. Nakş-ı
Cihan Meydanından bahsediyorum. Tamamı yeşil alandan
oluşan meydanın ortasındaki havuzları, fıskiyeleri, faytonları, turistleri ve yüzlerce
dükkanın oluşturduğu dikdörtgen şeklindeki mimariyi seyredince şaşkınlıktan
gözünüzü bile kırpmak istemiyorsunuz. Dört yönde dört şaheser yükseliyor
gökyüzüne. Güneyinde mavi işlemeli
seramiklerle devasa Şah Cami, batısında Ali Kapu, doğusunda Şeyh Lütfullah cami,
kuzeyde ise Büyük İsfahan pazarı yer alıyor. Bu ibadethanelerin devasa
büyüklükte yapılma sebebini o anda anlıyorum.
Yücelikleri Tanrıyı çağrıştırıyor
ve böylece insanda teslimiyet duygusunu uyandırıyor. UNESCO dünya mirası
listesinde yer alan ve dünyanın en güzel meydanları listesinde başlarda bulunan
bu geniş alanda yeryüzünün her yerinden gelen meraklı turistler ve seyyahlarla
karşılaşıyorsunuz. Bu meydanda çimlere yayılmalı, azıklar yenmeli, fotoğraflar
çekilmeli ve çok çeşitli ziyaretçiler izlenmeli. Kızıl taşlardan yapılma eski
pazarına girdiğinizde geleneksel ürünler satan dükkanların hepsine bakmaya ve
ya içlerine girmeye kalkışmayın. Zira bunun için en az bir güne ve bir beygir
gücüne ihtiyacınız var. Renkli ve heybetli tavanlar ve sergilenen renkler başınız
havada gezmenize sebep oluyor. Güvenilir, güler yüzlü ve sakin satıcılar
huzurlu ve sessiz bir alışveriş yapmanızı sağlıyor. Fiyatlar Türkiye’ye göre
daha ucuz ve genelde pazarlık yapılmıyor.
İran’da
Büyük Ermeni Mabedi: Vank Katedrali
Irana gelmeden önce bu ülkede kendi
halinde yaşayan ve kentin kültürüne ciddi bir katkı sunan bir Ermeni nüfusunun
olduğunu bilmiyordum. Olsa bile yoğun bir baskı gördüklerini ve kendilerini
saklama ihtiyacı hissettiklerini sanıyordum. Hâlbuki öyle değilmiş. Ermeniler
sokaklara açılan kiliseleri, dükkanları, okulları, gazeteleri ve sanatları ile şehirde çok görünür biçimde yaşıyorlar.
Kapısında güvenliğin olmadığı kiliseleri ve insanların haç kolyelerini
korkusuzca gösterebildikleri bir şehirde toplumun kadim bir dokusu olarak bu
topraklarda yaşıyorlar. İranlı arkadaşım sohbetimizin bir anında şu bilgiyi
veriyor. “Azınlıkların bu rejimde sorunları elbette var. Ancak bu sorunlar
özgürlükçü kesimin yaşadıklarından çok da fazla değil.”
Toprak üzerine beton sıva ile kaplanmış
sarı binaların olduğu mahalleye gelince sıra dışı bir yere geldiğimizi
anlıyorum. Zevkle döşenmiş kaldırımlar, çiçekler, temiz sokaklar ve sokak
köşesindeki güzel sanatlar fakültesi göreceklerimle ilgili beklentilerimi
arttırıyor. Sokağın sonunda yeni bir sokağa dönünce şehir ortasında olmasına
rağmen siluetini bozacak hiçbir binası olmayan Vank Katedralinin dinç, mağrur
ve endamlı hali ile karşılaşıyoruz. Birçok insan için İran gibi bir ülkede
böyle bir katedral olabileceği düşünülemez. Malum önyargılar farklı inançların
bu topraklarda yaşanabileceği düşüncesini ihtimal dışında tutuyor. Bir İranlı için bu o kadar sıradan bir durum
ki. Tarihi ibadethaneye bir camiye girerken duyduğumuz rahatlığı hissederek
giriyoruz. Hemen giriş kapısının karşısında İran’a ve Ortadoğu’ya ilk matbaayı
getiren Piskopos Khachatour Gesaratsi’nin güzel heykelini görüyorsunuz. Matbaa
gibi büyük bir yeniliği ülkeye bir din adamının getirmesi ilginç geliyor bana. Ermenilerin
İran’ın kültür, sanat, mimari ve müzik alanlarına yaptıkları ciddi katkının
yanı sıra 19. ve 20. yüzyılda ülkenin modernleşmesinde de ciddi bir rol
oynamışlar.
Isfahan’daki Ermenilerin hikayesi çok
ilginç. Sanat, zanaat, edebiyat ve müzikleri ile dünya uygarlığına güzellikler
sunmuş olan bu halk, Safavi Şahı I. Abbas tarafından 16. Yüzyılda Azerbaycan’daki
Aras Nehri kıyısından İsfahan’ın Julfa mıntıkasına getiriliyorlar. Bunun sebebi
ise Osmanlılarla Safaviler arasında gerilim ve savaşlar. Ermeniler yeni memleketlerinde
de bütün hünerlerini gösterip Yeni Julfa’yı istedikleri şekle sokuyorlar. Tıpkı
terk etmek zorunda oldukları eski kentleri gibi.
Katedrale girince canlı renkler ve
ayrıntılı mimari ustalık dikkati çekiyor. Katedral duvarlarını tamamen kaplamış
ve ıslak sıva üstüne yapılmış resimler (freskler) İncil’de geçen sıra dışı
olayları anlatıyor. İbadethanedeki yüzlerce eski esere tek tek bakıyor ve
görevliden ayrıntılı bilgi alıyoruz. Havadan sudan bahsetmeyi de ihmal
etmiyoruz. Sonra da yan tarafta yer alan ve beni kiliseden daha fazla etkileyen
müzeye giriyoruz. Müzede ilk matbaadan tutun da 1000 yıllık İncil’e, İran’da
basılan ilk kitaptan, Şah Abbas’ın Ermeniler ile ilgili verdiği olumlu olumsuz
fermanlara, tablolardan günlük eşyalara kadar sayısız eser
yer almaktadır.
Ermeni soykırımı ile ilgili hazırlanan köşeye gelince duraksıyor, yutkunuyor ve
yerimde çakılı kalıyorum. Filmlerin,
fotoğrafların, videoların ve insan kemiklerin olduğu bölümde insanoğlunun kendi
tarihi kadar uzun acı tecrübeleri gözümün önünden geçiyor. Kabartma Türkiye
haritası üzerinde vilayet vilayet soykırım bölgelerinin gösterilmiş olması
Ermeni toplumunda açılmış olan yaraların ne denli derin ve halen çok taze
olduğunu fark ederek irkiliyorum.
Kendimden geçmiş bir vaziyette müzedeki
diğer eserleri beynime kazımaya çalışırken İranlı iki genç çiftle tanışıyorum.
Ve Katedral avlusunda sohbete başlıyoruz. Türkiye ilgisi, Türkiye’ye seyahat
etme veya orada öğrenim görme isteğinin ne kadar fazla olduğuna bir defa daha
şahit oluyorum. Bu arada Sümeyye adındaki genç kadın bir üzüntüsünü dile
getiriyor. Türkiye gitmeyi çok istemelerine ve yeterli paraları olmalarına
rağmen bunu gerçekleştiremediklerini anlatıyor. Sebebi de çok komik. Kocasının
bir devlet bankasında çalışıyor olması sebebi ile yurt dışına çıkış yasağı var.
Kendimi 1980 sonrasının Türkiye’sinde
hissettim. Bu arada Türkiye bir İranlı
için çok pahalı bir ülke. İran parası olan Tümen hem zayıf hem de maaşlar
Türkiye’de zaman geçirmek için yetersiz. Örneğin; bir öğretmen maaşı 350 dolar
civarında. Bu demektir ki bir maaşla Türkiye’ye uçak bileti almaları bile çok
güç. Ancak ülke içinde yoksulluğun izlerine çok fazla rastlamadım. Petrol,
yemek, kıyafet ucuz. (Taksi 2 TL civarında). Doğalgaz köylere kadar götürülmüş.
Ve o kadar bol ve ucuz ki çiçek seralarını ısıtmak için bile kullanılıyor.
Dünya kocaman zaman ise kısıtlı. Yavaş
ve kentin deri altına sinerek seyahat etmeyi sevmeme rağmen bu defa acele
ediyor ve İsfahan’a arkamızda bırakarak Tahran’a kentine doğru yola çıkıyoruz.
Bir seyahatten değişerek ayrılmak o
seyahati çok değerli kılıyor. İsfahan’dan ve genel olarak İran’dan değişerek,
şaşırarak ve keşifler yaparak ayrıldım. İşin garibi Avrupa şehirlerinde
gezdiğimde aynı oranda şaşırmıyor ve içimde değişim hissetmiyorum. Herhalde
düzensizlik, çeşitlilik, çok renklilik ve insanların her daim iletişime açık halleri
beni cezbediyor. Diğer yandan şöyle bir durumun da farkına varıyorum. Bilinenin
aksine biz Batıyı Doğudan daha çok tanıyoruz. Filmlerle, müzikle, medyayla, her
daim bize sunulan ürünler ve yaptığımız seyahatlerle batı bize biraz daha
tanıdık ve bilindik. İran ile ilgili bildiğimiz klişeleşmiş bilgiler genelde
doğru çıkmıyor. Mesela; İran’ın Arap bir ülke olmadığı Arapça alfabe kullanan
Farsi olduğunu bilmeyen birçok eğitimli arkadaş bana bu gerçeği kanıtlıyor. İsfahan’da
kendimi İranlı yazar Samad Behrangi’nin Küçük Kara Balık öyküsündeki Balık gibi
hissettim. Ben de tıpkı o balık gibi memleketimin bilindik sularında yüzmeyi
bırakıp keşfetmek ve tanımak için başka sulara doğru kulaç attım. İyi ki de
yapmışım. Görünüşte güvensiz ve korkutucu olan bu yabancı suların aslında
huzurlu, merak kamçılayıcı ve zenginleştirici olduğunu fark ediyorum. Bu sular
vücuduma ve beynime iyi geldi.
Not:
Isfahan’ın kardeş şehirlerinden bazıları: Havana, Freiburg, Erivan, İstanbul.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder