Yunanistan deyince aklıma hep; “Çok yakın ama çok uzak” sözleri gelir. Çocukluğumda Türkiye ve komşularını gösteren haritayı sık sık incelerdim. Türkiye kıyılarının hemen dibindeki Yunan adalarına bakar, suyun üstünde sınırları bulmaya çalışır ve oralara neden gidemediğimizi düşünürdüm. Kimi zaman kalemi elime alıp minik boyuma bakmadan sınırları değiştirirdim. Sınırlar çok uzaklardan geçince bir özgürlük hissi yayılırdı vücuduma. Artık oralara gidebilirim diye sevinirdim. Yunanistan’ın Atina kentine bağlı Rafina ilçesindeki insanları tanıyıp hikayelerini dinleyince onların da benimle benzer şeyleri yaşamış olduklarını anlıyorum. Tek değilmişim. Karşı yakadakilerin de dünyasını ve hayal gücünü dar ediyormuş bu sınırlar.
Binlerce yıl sınırsız yaşayan
Ege denizinin ve coğrafyasının insanları 90 yıldır birbirlerinden ayrılar.
Avrupa Birliği fikri ve projesi ile bu sınırı biraz gevşetme şansı yakalıyoruz.
Denizden ya da karadan değil de havadan ulaşıyoruz Atinaya. İlk bakışta zeytin,
okaliptüs ağaçları ile üzüm bağları karşılıyor bizi. Atina ve genelde Yunanistan
Türkiye ile yapılan Mübadele anlaşması ile büyümüş ve bugünkü kimiğini kazanmıştır.
Mübadele nedir? Arapça anlamı ‘Değiş Tokuş’ olan Mübadele sözcüğünü hikayesi
kısaca şöyle; “Türkiye-Yunanistan Nüfus
Mübadelesi veya Değişimi, 1923 yılında Lozan Barış Antlaşması'na ek olarak
yapılan sözleşme uyarınca Türkiye ve Yunanistan Krallığı'nın kendi ülkelerinin
yurttaşlarını din esası üzerine zorunlu göçe tabi tutmasına verilen addır. Göçe
tabi tutulan kişilere ise mübâdil denir.
Mübadele ile 1.200.000 Ortodoks Hristiyan Rum Anadolu'dan
Yunanistan'a, 500.000 Müslüman Türk de Yunanistan'dan Türkiye'ye göç etmek
zorunda kalmıştır” Wikipedia.
Mübadelenin ne olduğunu ve
Yunan toplumu üzerindeki etkisini bilmeden bu ülkeyi ve insanları tanımak
sanırım mümkün değildir. Proje çalışmaları için geldiğimiz 14 bin (yazın 3
katına çıkıyor) nüfuslu sayfiye kasabası Rafinanın sakinleri çoğunlukla
Bursa’nın Mudanya ilçesine bağlı Trilye kasabasından buraya göç etmek zorunda
kalan insanların çocuklarıdır. İhtiyarların çoğunluğu ve çocuklarının bir kısmı
Türkçe konuşabilmektedir. Belediye başkanı ile sohbet ederken ilginç hikayeler
öğreniyoruz. Başkanın Trilyede dedesine ait olan ev halen ayakta durmakta
dedesinin işlettiği fırını ise şu an bir Türk işletmektedir. Bu yüzden belediye
başkanı memleketim dediği Trileyeye sık sık gidiyor ve atalarının mekanlarını
ziyaret ediyor. Halihazırda
Mudanya ile Rafina kasabası kardeş belediye olunca
da bu ilişkiler daha da sıkı fıkı haline gelmiş. Rafina’daki hayatı izlerken
Trilye ve Anadoluya ait birçok şeyi fark ediyorsunuz. İnsanların davranış
biçimleri, ortak yemek ve isimleri, tespih kullanmaları, nargile, kahve, boğma
rakı içmeleri, geleneksel oyunları ve en önemlisi zeytinyağına ve aile
bağlarına aşırı düşkünlükleri binlerce yıl birlikte yaşam sonucu ortaya çıkan
ortak kültürü anlatıyor bize. Bütün bu ortak kültür öğelerinin sergilendiği
Trilye Evi Müzesini ziyaret edip dantelli yatakları, mutfak terek dolabını,
Trilyede çekilmiş siyah beyaz fotoğrafları ve müzik aletlerini görünce memleket
aşkının ne kadar büyük ve ilginç bir his olduğunu ayrımına hüzün ile varıyorum.
Trilyede doğmamış ve oraya gitmemiş olan insanların Trilye için memleketim
demesi kişiliğini ve tarihini bununla inşa etmesi ne kadar olağanüstü birşey.
Rafinaya sadece Trilyeden değil Anadolunun her köşesinden insan iki devletin
kararı ile buraya göç etmek zorunda kalmış. Memleketlerinden gelen birisi
olarak beni karşılarında görünce ne hikayeler anlattılar. Birkaçını sizlerle
paylaşayım.
40 yaşlarında olan Savvas; “Tarihimiz, hayat hikayemiz ve ailemizin
kökleri hep karşı kıyıda... Orası kimliğimizin güçlü bir parçası. Bizim evde herhafta sonu lahmacun, kebap ve baklava yapılır.
Geleneklerimiz devam ediyor. Trilye’deki hikayemi bilmezsem kendimi tanıyamam.
Bu toplumu
Yüzünde sürekli bir tebessüm
ile Kostas konuşuyor; “AEK Külübü İstanbul’da
kurulmuş. Bu yüzden Türkiye göçmeni insanların çoğu bu takımı tutar. AEK’nın
kardeş takımı ise Beşiktaş”.
Sürekli uçuk ama çok hoşuma
giden fikirleri ile Foça asıllı Sissy anlatıyor; “Mehmet, bu sınırları tekrar kaldırıp insanları tekrar birbirlerine karıştırmalı.
Bu milliyeçilikler iki kültürü de mahvetmiş. Kurutmuş. Sınırsız bir Ege için
bir dernek kuralım mı?” Ben her
zamanki gibi heyecana kapılıyor ve ‘yapalım’ diyorum. Yeni buluşmalar
planlıyoruz. Türkiye’de ve Yunanistan’da.
Üsküdar Amerikan Kız lisesinde öğretmenlik yapan anne ve babanın kızları Katerina evlerinin ve okuduğu okulun fotoğraflarını göstererek
anlatıyor; “1975’e kadar burada İstanbul Arnavutköy
kıyısında yaşadım. Evimiz oradaydı. 13 yaşımda iken İstanbulumdan ayrılmak
zorunda kaldım. Unutmam mümkün değil. Türk arkadaşlarımla hala görüşüyorum”. İstanbul’un
Rumca yer isimlerini ve anlamlarını anlatıyor tane tane ve sevimli Türkçe
aksanı ile... "Bebek Boğazın ve Dünyanın bebeği. Nasıl özlüyorum bir bilsen." diye bitiriyor konuşmasını.
İsmini hatırlayamadığım bir
amca; “Askerliğimi 1972’de Sivas
Temeltepede yaptım. 2 yıl. İstanbula döndüğümde Kıbrıs savaşı çıktı. Bize gidin
dediler. Yunanistan’a göç etmek zorunda kaldık. İstanbul benim memleketim.
Orası bırakılacak bir yer değildi ama ne yapalım...”
Dedeleri Söke'den Atina’ya
mübadele ile gelen öğretmen Sophie; "Bizim
ve sizin okullardaki tarih
Bu arada Yunanistan’da son dört
senedir yapılan bir çalışma ile ders kitaplarında Türklerle ilgili ayrımcılık
içeren ifadelerin kaldırıldığını öğreniyor ve çok seviniyorum. Darısı bizim
kitapların başına diyorum...
Rafina ve Atina’da kaldığımız
bir hafta boyunca yerli halk ve öğretmenler memleketlerinden gelen bizlerle
muhabbet edip özlem gidermek ve misafirperverliklerini göstermek için sıklıkla
yanımıza geldiler. Bizler de ikinci günden itibaren kendimizi memleketimizde el
üstünde tutulan insanlar gibi hissetmeye başladık. Geziye beraber gittiğimiz
öğretmen arkadaşlardan kimse bu kadarını beklemiyordu. Zeliha öğretmen bir şeyi
itiraf ediyor; “Buraya gelmeden önce az
da olsa bir tedirginlik hissediyordum. Ne de olsa sürekli düşmanlık hikayeleri
ile büyütüldük. Ama buraya gelince
rahatladım. Mutlu ve memnun oldum”. Okul Müdürümüz Yaşadıkları ve
dinledikleri karşısında şaşıran Sami Bey hislerini şöyle anlatıyor; “Daha önce sadece Yunanistan’dan Türkiye’ye
göç etmek zorunda kalan insanların acı hikayelerini dinlemiştim. Hiç hikayenin
bu tarafını bilmiyordum. Çok etkilendim. En çok da belediye başkanının bana
sarılıp “Kardaşım” demesi etkiledi. Gözlerim doldu”.
Yunanistan’da sadece Yunan
hemşehrilerimizle karşılaşmadık. Partner okulumuzun organize ettiği
Kültürler
Festivalinin konukları Ermeni çocuklar da orada idi. Şirin, sevimli ve enerjik
çocuklar geleneksel kıyafetleri ile Kürt ve doğu ezgilerine çok benzeyen
müzikler eşliğinde halk oyunları gösterileri sundular. Lorki şarkısı ile halay
çekmeye başladıklarında tüylerim diken diken oldu. Sanki bir Kürt düğününde
idim. Bu çocuklar da memleket hasreti çeken insanların çocukları idi. Nitekim
yanlarına gidip konuştuğumda bazılarının dedelerinin Muş, Van, Maraş, Bingöl ve
diğer kentlerden geldiklerini öğreniyorum. Etkinlik alanında açtıkları standta sundukları
kebaplar, lavaşlar, tatlılar ile memleket hasreti giderdik. Mutfaklarımız,
ezgilerimiz, yüz renklerimiz ve özlemlerimiz ne kadar çok benziyormuş....
Tanrıçalar ve Graffitiler Kenti; Atina
Filozofları, demokrasisi ve
heykel sanatı ile
dünyayı en çok etkileyen kent Atinadır. Bu kentin derisinin altına girip tanımak için ayrıntılı gezmeye ihtiyacınız vardır. Keşfederken bu kadın kenti ilginç şeyler fark ettim. Atina filozoftur. Atina sporcudur. Atina gururludur. Atina lezzetlidir. Atina salaştır. Atina romantiktir. Atina feministtir. Atina denizdir. Atina tepeliklerde şaraptır.
dünyayı en çok etkileyen kent Atinadır. Bu kentin derisinin altına girip tanımak için ayrıntılı gezmeye ihtiyacınız vardır. Keşfederken bu kadın kenti ilginç şeyler fark ettim. Atina filozoftur. Atina sporcudur. Atina gururludur. Atina lezzetlidir. Atina salaştır. Atina romantiktir. Atina feministtir. Atina denizdir. Atina tepeliklerde şaraptır.
Atina’yı doyasıya görmek için
tam ortasında özellikle kondurulumuş gibi duran seyir tepesine çıkmanız lazım.
Teleferikle çıkılan tepede beyaz
bir kilisenin yanıbaşından 3.750 bin nüfuslu
ve 3.400 yaşındaki Atinayı 360 derecelik açı ile görebilirsiniz. Atinaya
bakınca ilk göze çarpan şeyler;
çok katlı olmayan ama çoğunluğu modern olan
binalar, mahallelerin arasına serpiştirilmiş gibin duran ve kentin nefesi
durumundaki ormancıklar, tepede halen ayakta durmayı başarmış Akrapol ve
etrafında kümelenmiş eski evler, biraz berisinde deniz ve kenti çevreleyen
ormanlar... Bu tepeden baktıktan sonra kent gözünüzde somutlaşıyor ve yukarıdan
gördüklerinize yakından bakmak için yola çıkıyorsunuz. Yunan demokrasinin son
halini simgeleyen Meclis binası ve önünde geleneksel asker kıyafetleri ile nöbet
tutan askerlerle her daim fotoğraf çektiren turistler... Hemen kıyısında
elinizi uzatırsanız üzerine konup ekmekleri yiyen güvercinlerle muhabbet
edebilirsiniz. Az ötede bu sokakta yaşlanmış Bahçesine ulaşıyorsunuz. 1838 yılında Alman bir Agramonist tarafından 500 çeşit ağaç çeşidi ile yaratılmış olan bu vahaya girdiğinizde kendinizi kentten, hareketinden ve sıcağından kurtarıyorsunuz. Kente yapılacak en büyük iyilik onun nefes almasını sağlamak değil midir zaten? Zevkine, içkisine ve muhabbetine düşkün Atinalılar bunu uzun yıllar önce düşünüp hayata geçirmiş ve kent çok büyümesine rağmen bu botanik bahçesi bugüne kadar küçülmeden gelebilmiştir.
Üniversitenin ve Atina kentinin geneline yayılan grafitti aşkı ile her çeşit bina çeşit çeşit grafftilerle kaplanmış. Sanırım yaşanan ekonomik krizin bir yansıması idi bu. Gençlerin kendilerini anlatma biçimlerinden en önemlisi olmuş graffiti.
Atina'da İzmir
İzmir'den Atina'ya göç eden Rumlar Atina'da küçük izmiri yaratmışlar. İsmi Nea Symirni yani Yeni
İzmir. İzmir’in saat kulesini, tarihi binalarını,
benzer caddelerini ve fuarını yaratarak memleket hasreti gidermeye çalışmışlar. Yanlarına İzmir'i götürmüşler desem abartılı olmayacak. Yeni İzmir'de yaşayan Katerina bu bilgileri bana heyecanla anlatıyor. "İnsanlar ve en çok ben İzmiri, İstanbulu, Trilyeyi ve diğer Ege kentlerini unutamıyoruz. Burada hayata kaldığımız yerden devam ettik".
Akrapolun Gölgesinde bir yaşam alanı; Monastraki Bit
Pazarı
Monastraki Bit Pazarına
girdiğiniz anda kendinizi İzmirin tarihi Kemeraltı Çarşısındamışınız gibi
hissediyorsunuz. Dükkanların önlerine taşmış renkli kıyafetler, çarşıda yürüyen
farklı kültürlerden insanlar, kahve keyfini çıkaran ehlikeyfler, ucuzluk,
seyyar meyve satıcıları, sürekli bir devinim hali... Kemeraltıdaymış gibi
hissetmemek elde değil. Tek farkı buradaki insanların daha yavaş ve telaşsız
olma halleri. Birbilerine Osmanlıdan beri komşuluk yapan cami ve kilisenin
baktığı meydanda turistler, satıcılar, sıcaktan kaçıp buzlu frappelerini
içenlenler ve seyyahlar bulunuyor. Arasıra kulanığınıza çalınan Türkçe
sözcüklerle yukarıda kentin sahibi gibi davranan dev Akrapol efendiyi seyre dalınca
Atinayı yani Doğu ve Batıyı aynı anda hissediyorsunuz. Beş asır boyunca Atina’da
hüküm süren Osmanlı ve ondan önce sürekli ortadoğu ve mezepotamya ile içli
dışlı hayatlar yaşayan ve halen içerisinde Türk, Pomak, Yahudi, Arnamut ve daha birçok farklı kültürü içinde taşıyan Atina’nın doğuya ait renkleri koyu bir şekilde üstünde taşıması garip olmasa gerek. Atinayı çekici kılan da bu özelliği sanki... Kentte gezinirken Philip Marcel’in Levant kitabında tasvirini yaptığı 1920lerin İzmir ya da Selanikini hatırladım. Çok çeşitli ve renkli...
Atinalılar Akropolun kıyısında ve Akrapole
yakışan tasarım ile muhteşem bir müze inşa etmişler. Eski kentin üzerine kurulmuş ve zemininde yer
alan kazı alanlarını ve ortaya çıkarılmış kadim kentler camla örtülmüş. Müzenin
ilk katında camlar üzerinde dolaşırken insan aşağıya bakıyor ve boşlukta
yürüyormuş gibi hissediyor. Taşlara ruh ve his verme konusunda becerikli olan
Yunan heykeltraşların eserlerini ve tarih içerisinde evrimleşen heykel sanatını
izlemek ve üstelik tarihi işini aşkla yapan bir rehberden
dinlemek çok
etkileyici. Pagan tapınağı iken kilisiye çevirilen Akropoldeki Artemis tapınağı
Osmanların burayı ele geçirmesi ile camiye dönüştürüyorlar. Bağımsızlık
savaşından sonra Akrapol tekrar Yunan egemenliğine girince ise cami olan
tapınak tekrar kilise haline getiriliyor. Dünyanın birçok yerinde yaşanmış
hikayeler gibi... Halen garip gelir
bana...
Yunanistan'da kaldığım bir hafta
boyunca en çok sevdiğim şey yemek kültürü ve etrafında hayat bulan hoş
sohbetler. Binlerce yıllık tecrübe ile demlenmiş bu kültür balık, kalamar,
ahtapot ve karides gibi deniz ürünlerini Akdenizin enfes zeytinyağı ve baharatları
ile buluşturmayı başarmış. Sofraya yine bu verimli toprakların ürünü olan
şahane sebze, meyve, şarap, uzo ve rakıyı yerleştirmiş. Bu tatlarların sıralandığı
masayı hakim bir
tepeye yerleştirip etrafında dostları ve yeni tanışıp hemen
ısınıverdiğiniz insanları buluyor ve hayatın değerli anlarından birisini
yaşıyoruz. İçine buzikiyi ve Yunan ezgilerini de katıp sınırları aşan muhabbetlere
dalıyor ve hayalini kurduğumuz hayatı kısa süreliğine yakalıyoruz. Benzerliklerimizin
ilişkiyi kolaylaştırdığı ancak farklılıklarımızın tehlikeli olmadığını aksine
hayatlarımızı şenlikli hale getirdiğini gördük yeniden. Sadece kendimize
benzeyen kültürlerle beraber yaşamanın sıkıcı olacağını bizi ve kültürümüzü fakirleştireceğini
tekrardan öğreniyorduk. Ve işte bu yüzden Mübadele ile birbirinden ayrılan
kültürlerin değişim damarının zayıfladığını hissediyoruz. Kültürler kendi içlerine
kapanmış birbirlerine dokunamamaktan kaynaklı yabancılaşma ortaya çıkmış. Bu da son derece normaldi. Kardeşimizi uzun süre görmediğimizde bile hafiften bir uzaklık hissetmez miyiz? Peki ya bunun tersi olsaydı? Ege’de beraber yaşamaya devam etseydik! Ege’nin iki yakası daha renkli ve her konuda daha gelişmiş olmaz mıydı?
Okul ve Eğitim...
İki senedir proje ortağımız
olan ilkokulda bir hafta zaman geçirdik. Bu süre içerisinde evimizi
gibi oldu.
Neler gördük? Neler öğrendik? Yunanistanda okullar belediyeye bağlı ve
ihtiyaçlarını belediye karşılıyor. Ancak öğretmen maaşlarını devlet ödüyor. İlkokul 6 sene. Geniş bir bahçesi ve çok amaçlı
salonu olan okulda sınıflar da 20-25 kişi arasında değişiyor. Öğretmen bir
sınıfı en fazla iki sene okutuyor. 130 öğrencisi olan okulda 7 öğretmen, 1
müdür ve yardımcı hizmetliler bulunuyor.
Okul müdürünün en az yüksek lisans mezunu olması gerekiyor. Okul kantininde
çikolata bisküvi vb.şeyler bulunmuyor. Sadece ev yapımı börek, poğaça türü
şeyler satılıyor. Öğrenciler evden getirdikleri yemeklerini de kantinin mikro
dalga fırınında ısıtabiliyorlar. Öğretmenler de bu kantini yemek yemek ve kahve
içmek için kullanıyor. Bir de sigara içmek için... Okulda blok dersler
yapılıyor ve tenefüslerde tüm çocuklar bahçeye çıkartılıyor. Sadece bahçede bir
nöbetçi öğretmen duruyor. Öğrencilerin motivasyonu ve birbirlerine karşı
davranışları genelde çok olumlu. Grup ve diğer çalışmalarda yarışmak yerine birbirlerine destek olmaya çalışıyorlar. Bu sistemde test ve sınav yarışının olmadığını görmek çok sevindirici. Projelerle, okuma, anlatma ve yaratıcı yazma etkinlikleri ile derslerin işlendiğini gözlemledik. Bu arada okulda Çinli, Bulgar, Arnavut ve diğer milletlerden çocuklar bulunmakta. Yunancayı iyi bildiklerini, okul ortamına iyi uyum sağladıklarını ve Yunan
öğrencilerle ilişkilerinin çok güzel olduğunu görüyoruz. Okullar tam gün ve saat 14.30da bitiyor. Çalışan ailelerin çocukları için güzel bir uygulama var. Paydos zilinden sonra çalışan ailelerin çocukları okulda kalıyor ve onlara eşlik edecek, ders ya da sosyal etkinlik yaptıracak bir öğretmen bulunduruluyor. İngilizce öğretimi ana sınıfında başlıyor. Ders anlattığız sınıflarda ve
dışarıda sohbet ettiğimiz çocuklarda İngilizce seviyesinin yaşlarına göre iyi olduğunu fark ediyoruz. Elbette çocuklar arasında dil seviye farkı da bulunuyor. İlkokul düzeyinde İngilizce, resim, müzik ve beden eğitimi derslerine branş öğretmenleri giriyor. Din dersi var ancak Ortodoks Hristiyan olmayanlar (Protestan, Katolik, vb.) ile Müslüman, Yahudi, Budist, Zerdüşt ve diğer dinlere mensup ailelerin çocukları din dersinden muaflar. Ve son bilgi. Okulun mevcudu 300 kişiyi geçince hemen yeni bir okul açılıyor.
Bu arada Rafina ilkokulunun
çocukları tıpkı bizim ülkemizdeki çocuklar gibi cana yakın, enerjik, yeniliklere
açık ve farklı kültürden gelenlerle konuşmayı çok seviyorlar. Onları bizim
çocuklarla mektup arkadaşı yapıp dostluğun temellerini çekirdekten kurduk.
Bir seyahatten daha döndüm ve
her zamanki gibi artık eski ben değilim. Yeni dostlarla, deneyimlediğim
kültürle, ziyaret ettiğim mekanlar ve dinlediğim insan hikayeleri ile artık
daha farklı bir insanım. Bundan sonra Ege denizine, Egenin tarihine ve
buralarda yaşamış ve yaşayan insanlara bakışım daha değişik olacak. Elbette
olumlu duygular ağır basacak. Seyahatten çoğu zaman hasat ettiğim de bunlar
zaten. Şimdi bu duyguları ve yaşananları memleketimdeki insanlara ulaştırma
serüveni başlayacak.
Yunanistan'daki yeni dostlarla
bir sonraki buluşmamız Ege'nin bu kıyısında olacak. İzmir'de. Yeni dostların
dedelerinin yaşadığı mekanlar ve evler ziyaret edilecek, buzukinin yanına
bağlama eklenip şarkılar söylenecek, rakı ve uzo beraber içilecek ve halayla
beraber sirtaki yapılacak. İki halkın dostluğuna ve barışa yürekten inanan
Yaşar Kemal’i ve Dido Sotiru’yu aynı anda okuyacağız. Böylece Ege’nin iki
yakasını yeniden bir araya getirme yolunda minik bir katkı vermiş olacağız. Ve
son olarak bana Triyle yolları görünüyor. Rafina’daki dostların memleketlerine
gönderdikleri selamları götüreceğim. Ve dedelerinin bıraktığı eserlere dokunacağım.
Onlar için. Sonra da kim bilir belki Ege’nin bu yakasında İzmir’de yaşayan
göçmenlerle eski memleketleri olan Selanik ve Girit'e gideriz. Çok güzel olmaz
mıydı?
Mehmet Ateş
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder