4 Eylül 2011 Pazar

Reşadiye; Yemek, Türkü ve Yayla


















İç anadolu’dan Kardeniz’e yumuşak geçişi ağaçlardan, aniden karşınıza çıkıveren ve Nil mavisi akan Kelkit çayından fark ediyorsunuz. Burası Reşadiye. Tokat’ın kuzeyinde dağların ve ormanların izin verdiği ovada kendine yer bulmuş yalnız bir ilçe. İstanbul göçerlerinin ve gurbetçilerin doğaya, yemeklere ve geçmişe özlemi sayesinde buraya akıttıkları emekleri olmasa dağda gitmediğimiz göremediğimiz bir köy olarak kalabilecek bir yer. Bütün taşra kasabalarında olduğu gibi küçük sokaklar tek bir caddeye çıkıyor ve burası hayatın nispeten daha canlı aktığı piyasası rolünü oynuyor. Büyük şehirden gelen ve 30lu yaşların üstünde olan insanlarda bu kasabalar geçmişe yolculuk anlamına gelir. Çünkü çok benzer bir yaşamı ve tabloyu seneler önce yaşamıştır bu gruptaki insanlar. Her yere çabuk ve yürüyerek varılır, resmi işlemler hızla biter çünkü her dairede bir akraba yada tanıdık vardır. Çaylar içilir ve kısa bir özet geçilir. Trafik ve hayat yavaş işler. Belediye otobüsünü para bozdurmak için bekletebilir, babadan selam söyleyip parasını vermeden bi ton alışveriş yapabilirsin. Tabi babanın ünü alışverişin miktarını da belirliyor. Cuma günleri namaz saati sokaklar boşalır, cami çıkışında insanların yüzlerinde huzurlu bir ifadeyle beraber bitmez tükenmez haber ve dedikodu alışverişi yapılır. Ne kadar karşı koysan da küçük mekanlar seni dedikodu konusu yapar yada hiç ummadığın anda sen dedikodunun baş aktörü olursun. Burası tek aileden oluşan bir kasaba. Herkesin herkeste bir hikayesi saklıdır. İttifaklar kurulur, bozulur. Kavgalar edilir, barışılır. Böyle küçük yerlerde dengeler her an değişebilir. Bazen buna sebep bir kız olur, bazen alışveriş, bazen de yolda verilmeyen bir selam. Bu kasabada yaşam hem çok kolaydır hem de çok zor. Kolaydır çünkü hiçbir şekilde aç ve yalnız kalamazsın. Zordur çünkü yaşamın sınırları belirlenmiştir ve sen bir ada gibi yaşayamaz, çok uğraşsan en fazla bir yarım ada olabilirsin.  Aslında bu kadarı bile hayata tutunmana yetebilir. Toplumun hem parçası hem de ‘biraz garip bir adamı’ olarak keyfince yaşayabilirsin.  Modern takaslar vardır böyle yerlerde. Bir teyze çatısının onarılmasının karşılığını şeker fasulyesi, şişko nohut yada erişte ile ödeyebilir. Ve bu takaslar ilişkileri asgari güzellikte tutan karşılıklı bağımlılık sayesinde meydana gelir. Bir kız beğenirsin. Büyük şehrin aksine çok fazla uğraşman gerekmez onunla ortak yaşam kurmak için. Onaylanması durumunda anneler, teyzeler veya unutulmuş akrabalar devreye girer. Kutsal bir görevi ifa etmeye kendini adamış bu insanlar iletişimi Internet’ten daha hızlı bir şekilde yapar üstelik hiçbir şekilde çökme yada bozulma riski olmadan. Kızı birden fazla kişi beğenirse bu sefer kapalı kapılar ardında kıran kırana bir mücadele yaşanır ve sonunda her açıdan ’en hayırlı’ tercihler hayata geçirilir. Düğün dernek kurulur. Takılar evlenmek için toplumun keşfettiği kolaylaştırıcı sistem. Reşadiye böyle bir yer işte. Çok şikayet edip çok mutlu olacağınız bir yer. Beş günlük Reşadiye gezisinde yukarıda yazdıklarım geçti içimden hep. İnsanların aslında her bölgede veya ülkede ne kadar benzer olduklarını, mutlulukların, kaygıların, hesapların ve coşkuların ortaklığını fark ediyorum. Tekrar tekrar.
Reşadiye öncesinde Memduh amca ve Aysel teyzelere bayram kahvaltısına konuk oluyoruz. Kahvaltı dediğime bakmayın bildiğiniz özel bir akşam yemeği ve kahvaltı karışımı bir sofra bu. Sabahın sekizinde şehriyeli çorba, meşhur tereyağlı yaprak sarması, pilav, etli taze fasulye, gömbe, bal, peynir, reçel, kalbura bastı ve bol çay. Anadolu’da misafirperverliği gösterme amacıyla yapılan yemek ısrarının en yoğununu burada yaşıyorsunuz. Karşı ısrarlar sadece birkaç kaşık daha az yemek anlamına geldiğinden birkaç direnişten sonra yelkenleri indiriyor ve önünüze konan her şeyi yemeğe başlıyorsunuz.  Israr bahanesiyle Aysel teyzenin leziz yemeklerini tıka basa yedik ve koltuklara geçip şeker bayramına özel çikolatalarla kahve keyfi yaptık. Kalbinden yeni anjiyo olmuş güler yüzlü ve tiril tiril takım elbiseleri giymiş 74 yaşındaki Memduh amcayla eskilerden konuşmaya başlıyoruz.  İhtiyarların yaşamlarını ve yaşadıkları ortamları ağızlarından dinlemek kadar canlı, heyecanlı ve insani bir muhabbeti başka hiçbir şeye değişmem. Memduh amcanın büyük dedeleri Kafkasya’dan Kars’a oradan da Tokat’a geliyor ve yeşilliğine vurulup burada yerleşmeye karar veriyorlar. Bu aile üç-dört kuşaktır kentli bir yaşam sürüyorlar. Eski mahalle yaşamını soruyorum. Derin bir nefes alıyor ve anlatmaya başlıyor. Yavaş yavaş ve tekrar yaşaya yaşaya... Tokat’ın çok kültürlü yapısını özlüyor besbelli. Sözlerine şöyle devam ediyor.“Ermeni ve Yahudi esnafla beraber çalışır aynı mahallede yaşardık. Zanaat işlerini biz onlardan öğrendik. Çok dindar bir insan olan babamla beraber ailecek gayri Müslim dostlarımızla çok güzel komşuluk yapar, birbirimizin evlerine sık sık giderdik. Tabi o zaman TV, Radyo yok. O yüzden muhabbetlerimiz gece boyu sürerdi. Şimdi aramıza bir şeyler soktular. Bu ayrılığı gayrılığı  anlayamıyorum” diyerek şimdiki hayatı sorguluyor. Memduh amca uzun yıllardan sonra Ermeni dostuyla Beyoğlu’nda buluşuyor. Küçük saat tamircisinde. Dalmışım o anda. “Aynı mahallelerde yaşama fırsatı bulan halklar arasında dostluklar gelişiyor ve ön yargılar azalıyor” diye geçiyor içimden. Aklıma benzer hikayeleri anlatan 81 yaşındaki babam, Antakya ve köyümüz de geliyor. Belli ki yakın tarihe kadar benzer hikayeler Anadolu’nun her yerinde yaşanmış. Ve bu çok çeşitli çiçeklerden oluşan bahçeden çiçeklerin çoğu koparılmış ve tek bir çiçeğin yaşamasına izin verilmiş. Kendi kendime soruyorum, “farklı yetenekleri olan halklar buraları terk-i diyar edince çetrefilli Anadolu’da yalnız mı kaldık?” “Bunu tasarlayanlar bu topraklara kötülük mü yaptılar?”
Memduh amca askerlik, esnaflık, belediyecilik anılarıyla devam etti. Fotoğraflar çekildik ve yola koyulduk.
Reşadiye yolu Heide’nin İsviçre’sini andırıyor. Aslında İsviçre’nin modern olmayan hali. Evler, otlayan hayvanlar, yemyeşil coğrafya ve toprak-ahşap karışımı cumbalı evler. Az sonra yeryüzü şekillerinin değiştiğini fark ediyorum. Ancak doğal bir değişiklik değildi bu. Dağlara ve çayların aktığı yataklara bakınca buraların makinelerle terbiye edilmeye çalışıldığına ürkerek bakıp tedirginlik hissediyorsunuz. HES için yapılan orman kesimleri, tıraşlanmış dağlar, istinat duvarları ve dağlarla bağlantısı kesilen Kelkit çayını görünce ürkme duygusu yerini korkuya ve kızgınlığa bırakıyor. Bazı yerlerde çayın yatağı daraltılmış yerini beğenmeyen Kelkit kızgınlıkla akıyor. Aklıma iki sene önce gittiğim Artvin geliyor. Aynı HESler orada çok önceden başlamış ve büyük bir ilerleme kaydedilmişti. Az sonra yeşil Reşadiye görünüyor. Aile saadeti başlıyor.   

Ertesi gün Zinav gölüne pikniğe gidiyoruz. Piknik demek dana eti ve fosul demek. Közlenmiş biber, patlıcan, soğan ve sarımsak karışımına Fosul deniyor. Bir de közlenmiş patlıcan, sarımsak ve yoğurtla yapılanı da var. Etin bu kadar iştahla ve keyifle yendiği başka bir yer yok herhalde. Yemekler bitince genelde İstanbul’dan gelen yöre insanlarının arabasından yükselen iç Anadolu ve Karadeniz karışımı müzik ve halayını izliyorsunuz. Çok keyifli. Avrupa’da işler bozulunca gurbetçilerin yerine İstanbul’da çalışan Reşadiyeliler boy gösteriyor her yerde ve tabi ki yaylalarda. Memlekete yapılan bu geziler özlem gidermenin yanında kızları ve oğlanlara hayırlı bir eş bulma amacı da taşıyor. Kızılcık (kiren) ağaçlarına tırmanmış reçellik meyvelerini toplarken biz ateşimizi yakıp göle nazır bir noktada piknik keyfini yaşıyoruz. Az sonra yürüyüşe çıkıyoruz. Malum bayağı bir yemek yedik ve bunları eritmek yada en azından suçluluk duygusundan kurtulmak lazım. Bu arada belli bir refah düzeyine ulaşmış Reşadiyelilerin gündeminde leziz yemekler ve kilo verme meseleleri her mecliste ana konuları oluşturuyor. Yürüyüş devam ederken gölün diğer yakasında akrabalarla karşılaşıyoruz.İki aile birleşiyor ve  muhabbetler başlıyor. Dile kolay konuşulacak bir yıllık konu birikmiş bekliyor. Hava serin çay sıcak ve göl dibimizde. Bir dinginlik ve huzur hissediyorsunuz. Sanki yıllardır burada yaşayan şehir yüzü görmemiş insansınız. Bıraksalar hayale dalar belki ağaçların arasında küçük bir uyku keyfi yaşarsınız. Bu anı bozan şey hemen karşıda beliriyor. Elle konmuş gibi dağların arasında duran Zinav gölünün girişi ve çıkışında yeşilin ortasında çimentoya bulanmış duvarlar ve kanallar. Yine HESler. İki sene önce geldiğimde bunlar yoktu. Gölün çevresi hayli değişmiş, buralara ‘medeniyet’ gelivermiş. “Doğayı denetim altına alıp terbiye etmekten ne zaman vaz geçeceğiz?” diye geçiyor içimden çaresizce. Tüm bunlara inat keyfimizin bozulmasına izin vermiyoruz. Zinav gölü etrafında yürüyüşümüze devam ediyoruz. Zülü benden hızlı ama beni yavaşlatan gölün etrafında bitmiş olan bol aromalı kara böğürtlenler. Hem yürüyor, hem yeşil tektonik gölü izliyor hem de Zülü’nün kızmasını göze alıyor ve arada durup her tarafımın çizilmesini göze alıp böğürtlen yemek keyfini yaşıyorum. Tabi ki fotoğraf çekmek de diğer bir kutsal görevim. Dönüş yolunda Zülü’nün köyü Yolüstü (Medün) beldesine uğruyoruz. Bu arada bura köylerinin de iki ismi var. Eski isimler-Medün gibi- Rumca yada Ermenice yeni isimler ise Türkçe. Burası eski bir Rum köyü. Reşadiye’de mübadil torunları halen Yunanistan’dan gelip buraları, atalarının topraklarını ziyaret ediyorlar. Zülün’nün dedesi de mübadele ile gelmiş bir Selanik göçmeni ve bu durum aileye ciddi bir kültür zenginliği sağlamış. Özellikle kadının hayatın her alanında ve özellikle evde baskın olması herhalde göçmenlik olgusu ile bağlantılı bir şey. Gül anne gençliğinde pehlivan ve ağa olan babasının teşvikiyle sürekli ata binmiş, tuttuğunu kopan bir kişiliğe sahip. Medün köyünde Ali amcaya konuk oluyoruz. Burası toprak ve ahşaptan yapılma, ocağında sütün kaynadığı, 1980lerden kalma takvim, yağ şişeleri, iğne iplikler ve evin içinden merdivenle ahıra inilebilen tipik bir köy evi. Fırsat bu fırsat deyip ‘zaman’ konulu bir fotoğraf konusu belirliyor ve işe girişiyorum. Benim için gezi demek yeni fikirler yeni projeler demek zaten. Emekçi ve çalışmaktan küçücük kalmış Ali amcadan enfes sebzeler alıyor ve etraftaki muhteşem dağları ve köyü gören kalede- Ağustos sonunda- soğuk havada karpuzumuzu yiyip Reşadiye’ye dönüyoruz. Dağları aşarken dağcılık hayalleri kurmamak olmaz. Bir de bu köyde Zülü’nün ailesi geçen aylarda ev yapımına başlayınca burası ile ilgili hayallerde sınır tanımıyoruz. Beraber, her mevsim için.
Büyük şehirde yaşayanlar için bayramlaşmanın nostalji olarak anıldığı şekli burada halen capcanlı aynen yaşanmakta. Ev dolup dolup dolup boşalıyor ben yeni akrabalarımın isimlerini ezberlemeye çalışıyorum. Ama nafile. İlçe içinde, ülke sathına dağılmış içinden ve yurt dışından gelenlerle beraber ciddi bir kalabalık oluşuyor. Farklı yüzler ve dünya görüşleriyle içinde büyüdüğüm kültürden farklı bir diyarda ilginç deneyimler bunlar. 
Bir sonraki gün büyük aile ile Çitlice yaylasına gidiyoruz. Bu bölge yaylaları, yayla şenlikleri ve piknikleri ile doğaya olan bağlılığın gösterildiği enfes bir doğa parçası. Ayrıca insanlar burada belki de göçerlik günlerinin özlemini gideriyorlar. Çitlice yaylasının ilginç bir özeliği daha var. Anne-baba ocağından topluca alınan gelinle beraber Çitlice yaylasına çıkılır, davul zurna eşliğinde halaylar çekildikten sonra düğün yerine gidilir. İlginç değil mi? Bol ormanlı ve sulak olan bu yaylalar yaz döneminde her tarafa dağılmış akraba ve ailelerin buluşma yeri, eskiyi tekrar yaşadıkları ve çocuklarına bu geleneği aktarma fırsatı yakaladıkları manevi değeri yüksek olan yerler. İnsanlar bu sayede hac vazifesini yapmış gibi hissediyor ve dinlenmiş bir şekilde büyük şehirlerin ritmine hazır hale geliyorlar. Gelecek seneye kadar memleketlerinde yaşadıkları anılar Büyükşehirlerdeki yaşamlarını kolaylaştırıyor. Ya türküler? Türkü olmadan Reşadiye aynı Reşadiye olmazdı herhalde. Zengin karma müziğe ek olarak civar köylerin Alevi değişleri ve semahları türkülerin tadına bir tad daha katıyor. Gelişen iletişime ve farklı müziklere rağmen halen türkülerin hükmü geçiyor her yerde. Minibüslerde, çarşılarda, evlerde, cep telefonu cıngıllarında ve burada, yaylalarda.
Reşadiye’de dönüşe hazırlık uzun sürer. Evin çocuğu kıtlık çekilen memlekete gönderiliyormuş gibi hazırlanır kışlık erzaklar ve kolilere konulup güzelce paketlenir. Kolilere neler konur? Memlekette ne varsa. Erişte, tarhana, nohut, buğdayın birkaç çeşidi, sıfır şeker bal, kuru biber, bidonlarda peynir, bol aromalı ve bütün yemeklerin sırrını içinde taşıyan tereyağı, Kelkit suyu ile beslenmiş taze fasulye, meşhur biber, içi yeşil çekirdekli leziz domatesler ve daha bir sürü olan olmayan şey. Çocuk ve anne arasında savaş burada da yaşanır. Çocuk daha az almaya çalışır, “bunlar fazla” der, “yerim dar” der ancak nafile. Anneler inatla “şunu da koy yersiniz, bunu da koy çok güzel bulamazsınız” der sokuştururlar her yere. Yanınızdayken koyamadıklarını da evinize gelip kolileri açınca fark edersiniz kolilere aceleyle sokuşturulmuş olduklarını. Ve büyük ihtimalle birkaç gözyaşı dökerseniz erzakların üstüne. Sanırım uzun yıllar önce başlayan göçmenliğimize rağmen memleketimiz ve ailelerimizle bağımızın kopmamasını bu koliler sağlıyor. Kolilere bakar gülümsersiniz ve hayat böyle devam eder. Bir sonraki yolculuğa kadar.

AteşNaar, 04 Agts 11, izmir