10 Kasım 2011 Perşembe

Güzel Atlar Ülkesi; Kapadokya


Tatil, sıradanlaşan hayattan kaçmak, bir sonraki gün neler yaşayacağını bilememek ve hayatın bu haline rağmen aslında sıkıcı olmadığını hissetmek için çıktığımız bir serüvendir aslında. Hayatımıza yeni ve bize ait özel hikayeler eklemek ve yaşadım diyebilmek için yollara düşeriz. Para olmasa da bulur buluştururuz. Tatil arkadaşları da özel olsun isteriz çünkü biz yalnız gezmeyi henüz öğrenememiş bir nesiliz. Yeni bir şehre yalnız gitmek korkutur bizleri. Peki yola gece mi çıkmalı gündüz mü? Gece belirsizlik, korku, şaşırma ve sessizlik taşıdığından olsa gerek gündüzden daha fazla çeker beni.  Gitmek istediğimiz yer egzotik tatlar çağrıştıran ve başka gezenlerde seyahat hissi veren Kapadokya’ya olunca yola gece çıkmak daha isabetli oluyor. Ekip uzay yolculuğuna çıkar gibi hazırlanmıştı. Yanımıza aldığımız kalın montlar, atkılar, kazaklar, puşiler ve sıcak su termosu soğuk bir gezegene gittiğimiz içindi. Bu gezegende bir zamanlar yaşayan Persler buraya Farsça “Katpatuka (Kapadokya)” Güzel Atlar Ülkesi adını vermişlerdir. Persler ve atlar. Anlaşılır ikili. Elbette ki burası sadece güzel atların yaşadığı bir ülke değil; Erciyes, Göllü dağ ve Hasan dağından eski okyanus tabanına akmış  lavlardan meydana gelen ve yaş pasta şeklinde katmanlaşan peri bacalarının, karınca yuvasını andıran yeraltı şehirlerinin, yaşam sisteminin, her vadide leziz meyvelerin olduğu pastel bir ülke. Ancak bu ülkeye yada gezegene ulaşmak öyle kolay değil. Üç şoföre rağmen İzmir’den 10 saatlik bir yol demek. Aslında bu yol geziden çalınmış bir süre olmayıp neşeli, kavgalı, duygulu ve bol atıştırmalı içeriği ile ruh halimizi seyahate hazırlayan değerli bir süreç. Ancak bu yola dört farklı kültürden (Kürt, Türk, Arap, Makedon) gelen,  tartışmayı, konuşmayı, paylaşmayı, kavga etmeyi seven;  hayatın her dakikasında yaşamaktan keyif alan insanlarla çıkarsan sağlam bir ruh haline sahip olman gerekmektedir. Bütün Türkiyelilerin beraber yaşayabilmek için sahip olmaları gereken ruh hali gibi. Her gezi şaşırmaların, yeni kararlar vermenin, yeniden tanışmanın, bilgi kaynağımız Hande’nin muhteşem telefonundan internete bağlanıp tartışılan konular hakkında taze bilgiler almanın-Hande internetini paylaşmak istediğinde tabiki-, bolca yapıldığı yolculuk içinde onlarca yolculuk anlamına gelmektedir. Bu öyle bir şey ki dönüşte yolun sonuna geldiğimizde farkına varmadan kendimizi bir sonraki gezi planını yapmış buluyoruz.  
Hepimiz bu serüvene hazır cıvıl cıvıl halimizle hedefe hızla gidiyoruz. Gece 12’den sonra Şems her zamanki gibi arabayı kenara çeker ve “benim uykum geldi” der. Pili biten oyuncak bir robot gibi aniden devre dışı kalıyor. Bunu bildiğimden Konya düzlüklerine doğru hareket etmek  üzere direksiyona asılıyorum. Gökyüzü açık gece lacivert. Yıldızların hepsi gezmeye çıkmış; parlaklık yarışı yapıyor. Bir tanesi kayıyor ve ölüyor. Geç kalınsa da dilekler tutuluyor. Ahmet Kaya çalmaya başlıyor. Yavaşlıyorum. Arkadaşların uykusu derinleşiyor. Düşünceler hızlanıyor. Birkaç saniyede çocukluğa dönüyor, ilk gençlik heyecanlarını, arkadaşlarla köyümüzü değiştirme girişimlerimizi hatırlıyorum. Düşünceler seyahatte kalıyor bir süre ve çoğunlukla geçmişte. Ve bu seyahati aniden arkadan gelen ve ağzımda son bulan poğaça bitiriyor. Peynirli ve Zülü kokulu. Leziz. Poğaçayı çiğnerken ve etrafta sonsuz ovaya bakarken keyifle hayret etmeye devam ediyorum. Arabada yamula yamula uyumaya çalışan Şems ve Hande’nin tartışmaları başlıyor bir anda. Ve sonuçlanıyor hemencecik. Her zaman duyduğum son cümleler geliyor kulağıma. Hande, “Ya şems sen ne biçim adamsın? Kafan nasıl bir sistemle çalışıyor?” Şems, her konuda istatistiki bilgilerini hazırlamış Hande’ye cevap yetiştiriyor. “Sen benim söylediğimin ancak %10’nunu anlıyorsun.” Gülümsüyorum. Yine başladık. Birkaç saat daha gidiyor ve Arizona çöllerini anımsatan terk edilmiş bir benzinlikte küçük bir uyku molası veriyoruz. 
Aksaray’a yaklaşıyoruz. Aniden ilerde yol üstünde binlerce kuşun toz bulutu gibi akrobatik gösteriler yaptığını fark ediyoruz. Uyumlu ve sanatsal. Sabahın ilk ışıkları idi bunlar. Hava alacakaranlık ve soğuk; 3 derece. Ortalıkta bizden başka araç yok. Kuşların arasından geçiyor arabamız. Kuşların arasında kalıyoruz. Çığlıklar atıyor kuşlar ve biz.
Güzel atlar ülkesine varıyoruz. Kapadokya, içine bazen kısmen bazen tamamen Nevşehir, Aksaray, Kayseri’yi alan çok geniş bir coğrafya. Sabahın erken saatleri ve önce  Nevşehir’deyiz. Böyle bir soğuğu hiç beklemiyorduk. Nevşehir (Nyssa) adı üstünde yeni bir şehir. Bütün şehirlerimiz gibi çağını yansıtıyor. Beton bloklar ve aralarında can çekişen tarihi yapılar. Oradan hemen sıvışıyoruz. Şehirler bir zamanlar mimari açıdan çeşitlilik gösterirdi. Tıpkı her şehre ait özgün insan ve kültür çeşitliliği gibi. ‘Modernlik’ adına aynılaştık. Neyse şimdi felsefenin sırası değil deyip açlığa, yorgunluğa ve soğuğa rağmen sabırsızca keşfe başlıyoruz. Her fırsatta “ben burada yaşadım, buraları biliyorum” diyen ama her seferinde yolları şaşıran Şems’in rehberliğine güvenip-başka şansımız yoktu- arabayı Kaymaklı ve Derinkuyu yer altı şehirlerine sürüyoruz. Yer altı şehirlerinin en büyüklerinin olduğu yerler burası. Kimi zaman üç katlı kimi zaman sekiz katlı olan ve içlerinde kiliseler, ahırlar, oturma odaları, kuyular, depolar, havalandırma delikleri ve ocaklar olan bu karınca yuvalarını insanlar neden inşa edip içlerinde yaşamışlar? Çılgınlık mı delilik mi? Elbette ki hayır. Çok akıllı olmaları bu yola başvurmalarına sebep olmuş. İnançlarını yaşamak için başka insanlardan kaçmak için yer altına inmişler. İnancını yaşamak için kendini bugün dahi gizlemek yada başka bir ülkeye göç etmek zorunda kalan insanlar geliyor aklıma. Trajedi devam ediyor. Yer altı şehirlerinin tarihçesi şöyle. Ortadoğu’da doğan Hıristiyanlık inancı kısa sürede Antakya ve Tarsus’a kadar ulaşır. Bu bölgelerden azizler Hıristiyan inanıcını yaymak için Kapadokya bölgesine gelirler. O dönemde bu bölgede çok tanrılı dinlere sahip Roma imparatorluğu bulunmaktadır. Katı uygulamalara maruz kalan atalarımız Kapadokyalı Hıristiyanlar çareyi volkanlardan akıp gelen ve kazıması kolay olan kayalarda saklanmak üzere yer altı şehirleri kurmakta bulurlar. Her şeyi düşünülmüş zamanın en modern şehirlerinden olan bu şehirler yer üstündeki evlerle gizli geçitlerle birbirlerine bağlanmış. Kapadokya bölgesinde henüz hepsine inilmemiş olan bu şehirlerden yüzlercesi bulunmaktadır. Bazılarında aynı anda 30 bin kişinin hayvanlarıyla beraber uzun süre yaşayabileceği alt yapı düzeni ve imkanları bulunmaktadır. Ve bu şehirlerin içinde ve üstünde, peri bacalarında ve kayalıklarda yaklaşık 400 kilise yapılmıştır. Zaman içerisinde Hıristiyanlık serbest olunca bu kutsal bölge Hıristiyanlığın şekil aldığı ve içinde önemli din okullarının bulunduğu bir yer haline geliyor. Ermeni din önderi Aziz Gregory Ortodoksluk öğretisini burada geliştiriyor ve şu an Ortodoks inancının güçlü olduğu Gürcistan, Rusya ve çevresi Gregory eliyle bu öğreti ile tanışıyor. Bu kiliseleri, yerleşim alanlarını yavaşça, derin düşüncelere dalarak gezmek ve böyle bilgileri Ürgüp’te yaşayan arkadaşımız rehber Birsen’den öğrenmek insanı hayretler içinde bırakmaktadır. Kapadokya’nın dünyanın şekil almasında ne kadar büyük bir etkisinin olduğunu fark ediyor, yaşadığımız coğrafyanın ağır, zengin, acılı ve sevimli geçmişi tüyleri diken diken etmektedir. İlginç olan diğer bilgiyi kitaptan öğreniyoruz. 7. yüzyılda İslamiyet’in Arapların akınlarıyla buraya kadar ilerlemesi neticesinde İslami inanış Hıristiyanlığı etkilemiş ve bu etki ile kilise duvarlarında insan figürü resmetmek belli bir süre yasaklamıştır. Bu yasak kilisedeki ikonalarda kendini açıkça belli etmektedir. Bu yasak  döneme İkonaklastik dönem adı verilmiştir. Yasak öncesinde yapılan ikonalarda İncil’den sahneler insan yüzü ile beraber resmedilirken yasaktan sonra kilise duvarlarında sadece geometrik şekiller vardır. Boya malzemesi olarak bölgede çıkan kırmızı toprak, çivit ve diğer bitki köklerinden elde edilen boyalar kullanılmıştır. Bir yeri en iyi yöresinde yaşayan ve çevresinde olan bitene karşı duyarlı olan insanlardan öğrenebilirsin fikrinden hareketle Birsen hocamızın evine konuk oluyoruz. Bahçeden kopardığı elmalardan sıkıp bize ikram ettiği suyunu içerken Adile Naşit’ten hikaye dinleyen çocuklar gibi içimiz huzur ve merakla dolu bir şekilde başka başka bilgiler dinledik. Arada Birsen hocamızın kızı- küçük cadı- Eylül’ün lafa girmesi ve sorular sorması ortamı daha sevimli hale getirdi. Sonra Birsen’in eşi eski ve yeni solcu ağabeylerden Metin ile kemerli, babadan kalma tarihi çanak çömlek atölyesinde buluşuyoruz. Burası kırmızı toprağı ile bölgeye hayat veren Kızılırmak kıyısına kurulu Avanos. Eski adı Vanessa. Sahibi Süleyman usta sakin ruh hali ile dingin bir hava veriyor ve soba üstünde, güğümde cızıldayan suyun sesi ile sanatını icra etmektedir. Yanında yerli bir hanımla evlenip buraya yerleşen Roman adında Alman damat sevimli Türkçe’si ile bizi selamlıyor.  Elma çayımızı içerken duvarda çamurun ve boyanın mucizesi ile oluşmuş eserlere ve 40 yıl önce Erol Taş ile çekilen fotoğrafa şaşkınlıkla bakıyoruz. Hep beraber Tafana restorana gidiyoruz. Tafana içinde tandır bulunan mutfak anlamına gelmektedir. Güveçte kuru fasulye, pideler ve kavurma pek lezzetli. Buranın sahibinin ilginç bir özelliği var. Her sene ramazan ayı boyunca restoranı kapatıyor ve dünyada gidilmesi en zor yerlere seyahate çıkıyor. Restoranın duvarlarında Tanzanya’da, Burma’da, Hindistan’da ve daha bir sürü ülkede çekilmiş fotoğrafları görüyoruz. Şimdiye kadar 80’den fazla ülkeye gitmiş ve ülkelerin en ücra, turistsiz yerlerinde kalmış. Yerel insanların evlerinde de konaklamış sokaklarda da yatmış. Kendi elleriyle bize servis yapan ve böyle mülayim görünen birinin bu kadar macerayı yaşadığına inanamıyorsunuz. Az sonra İtalyan bir arkadaşını tanıştırıyor. O da Avanos’da Bir Kedi adında otel işletiyor. Metin ağabeyin  tanıştırdığı her arkadaşının böyle ilginç ve zengin kişiliklere sahip olduklarını fark ediyoruz. Sonra Kızılırmak’ın hemen kıyısına kurulu Ulaş’ın yeri kafeteryasında saleplerimizi içip bölge ile ilgili derin sohbetlere dalıyoruz. Aynı anda Eylül ve Şems arasında satranç kapışması yaşanıyor. Yedi yaşındaki Eylül’ün yenilmeye tahammülü yok. O yüzden yeninceye kadar oyun devam ediyor. Metin Avanoslu. Toplumcu kimliği, nazik ve insanı seven yapısı sayesinde gitmek ve yapmak istediğimiz her yer ile ilgili bize isimler verdi. Şaşırtıcı olmayan şey ise daha sonra bu isimlerin her kapıyı açtığını görmek oldu. Birbirimizin arkadaş ve etkinler ağına dahil olma niyetimizi ifade edip ayrıldık sevimli arkadaşlarımızdan ve Vanessa’dan. Ürgüp’e giden dönemeçli yolda peribacaları zifiri karanlıkta, Hande’nin deyimi ile, “dizilmiş penisler” gibiydi. Milyonlarca yıl içerisinde rüzgar ve suların aşındırması ile ortaya çıkan peribacalarının oluşumu halen devam etmekte ve belli bir süre sonra yok olmaktadırlar. Ancak güzel haber bu süre içerinde aşındırma yeni peri bacalarının yani yeni penislerin oluşmasına da sebep olacak. Hande’ye sevimli bir müjde bu. Yol bitiminde Şems’ten geri dönmesini istiyorum. Peribacalarının yoğun bulunduğu yere tekrar geldiğimizde arabayı yana çekmesini istiyorum. Farları kapatıyor ve peribacalarına bakıp yeni yeni şekiller bulma yarışına giriyoruz. Peri bacalarını kimimiz hindi, kimimiz deve, kimimiz kartallara benzetiyoruz. Bu etkinlik bize şunu gösteriyor ki doğa içinde ve oyun olmadan hayat asla eğlenceli olmuyor. Oyunumuz korku filmleri niteliğinde senaryolar üretmeye başlayınca Hande ile Zülü korkuya kapılıyor ve oradan ayrılıyoruz.
            Ürgüp’e dönüyoruz. Kayseri yolu üzerinde 1800 rakımda bulunan Ürgüp eski adıyla Osiana Kapadokya bölgesinin en popüler yerlerinden. Halen içinde yaşanılan mağara evler ve peri bacaları çok ilgi çekici. Yaklaşık 12 sene önce gittiğimden farklı olarak şehir yapılaşması belli bir düzene girmiş görünüyor. Her türlü binanın yörenin sarı kesme taşlarından yapılması zorunluluğu ilçeye sevimli ve doğaya uyumlu bir hava vermiş. Zaten Kapadokya bölgesi turizm alanında belli bir standart yakalamış, düzenli, temiz ve gezginlere kolaylıklar sunması açısından ileri bir noktaya ulaşmış durumda. Çok sevindirici. Kitaptan Ürgüplü kütüphaneci Mustafa Alagöz’ün hikayesini öğreniyoruz. Mustafa 1969’da eşek sırtında kitaplar taşıyarak köyden köye dolaşmış ve yöre halkına kitap okuma alışkanlığını aşılamaya çalışmıştır. Bu ilginç girişiminden dolayı zamanın ABD başkanı J. F. Kennedy tarafından ödüllendirilmiş ve 1969’da Amsterdam’da yılın kütüphanecisi seçilmiştir.  
            Ertesi gün sabah tembel tembel kahvaltı yaptıktan ve bayram fotoları çektikten sonra Uçhisar’a doğru yola çıkıyoruz. Zülü’nün elinde Birsen’den alınma kutsal gezi listesi, bunun dışına çıkmak isteyenleri azarlıyor. “Burada duralım, şunu görelim” diyen Hande’ye “ama listede bu yok, olmaz” diyerek tersliyor. Hiç durmuyoruz. Arabada giderken gezegeni ortadan geçen karayolunun sağında ve solunda dünyaya ait olmayan yeryüzü şekilleri, sarı kayalar, vadiler, bağlar, peri bacaları ve güz renkleri ile gerçek olmayan bir coğrafyada sanal bir tur yapıyor hissine kapılıyorum. Sabahleyin tartışma olmazsa olmaz sözünü haklı çıkarmak adına Zülü Şems ile beraber peribacaları arasında kamp kurma fikrime şiddetle karşı çıkıyorlar. Bu harikalar diyarını peribacaları arasında ve çadırda yada sadece uyku tulumunda gece sırt üstü yatıp ellerimi başıma altına koyarak ve yıldızları izleyerek yaşamak istediğimi anlatmaya çalışıyorum. Hızlı çevreciler “doğaya zarar verirsin”. “Bunu yapmamalısın”, diyerek fikrimden vazgeçirmeye çalışıyorlar. Hande ilk defa lehimde görüş bildiriyor. Tartışma daha fazla uzayabilirdi ancak aniden Uçhisar kalesini önümüzde buluyoruz. Bizi yukarı davet ediyor. Burası tepelerin oyulması ile yapılmış bir kale. Kalenin dibinde güz mahsulü, vadilerde yetişen meyvelerin kurularını fark ediyoruz. Parlak renkli, bol şekerli ve taptaze. Köylüler sürekli “tatmadan almayın, tadın” diye tezgahlarına davet ediyorlar.  Şems bu daveti abartıp bu meyvelere açık büfe muamelesi yapıyor. Karnı doyuyor herhalde. Poşet poşet cevizler, kuru üzümler, elma kuruları satın alıp kaleye fırlıyoruz. Kaleden gezegenin uzak köşelerinin ve ortamla bütünleşmiş taşlardan yapılma Uçhisar yerleşim alanının en güzel geniş açı fotoğraflarını çekiyorum. Uçhisar kalesi ve etrafını sarmış evlerini gece ışıkları ile aydınlanmış bir şekilde uzaktan seyretmek peri masallarında prensesin yaşadığı kaleyi ve gece çekilmiş Mardin fotoğrafını anımsattı.
            Kapadokya bölgesini gezmek hem çok kolay hem de pek zevkli. Kolay çünkü ilgi çekici bütün yerler birbirlerine çok yakın mesafede. Ve gidilecek yerler arasında geçilen mesafede, yol üstünde şaşırtıcı bir çok yer şekli, peri bacası yada doğal bitki örtüsüne rastlıyorsunuz. Gözler ve beyin sürekli aktif durumda. Bir günde bu kadar farklı şeyle karşılaşmaya alışkın olmadığınız için yorulma ihtimaliniz fazla. Uçhisar’ın hemen dibindeki Güvercin Vadisine iniyoruz. Artık bölgeyi yukarıdan değil aşağıdan görmenin vakti gelmişti. Aşağıda ilk göze çarpan ilginç yeryüzü şekillerinin arasında yetişen elma, armut ve diğer meyvelerin bu şekillerle oluşturduğu bütünlük. Elmalar ve armutlar yerlere dökülmüş. Üzümler soğuktan yaralı ama hala tatlı. Atıştırıp yürürken başımızın üstünde uçan güvercinlere bakıyor ve vadinin içlerinde keyifle çığlık atmalarına tanık oluyoruz.
Bir sonraki durak Zelve. Yüksek ve geniş peribacaları, bağları, manastırları, kilise ve camileriyle farklılıklara rağmen birlikte yaşamın sembolü Zelve’de başıboş tembelce dolanma zevkini yaşamak tavsiye edilir. Bu arada Zelve ve Kapadokya’nın pek çok yerini bisikletle yada balonla gezen insanlara rastlamak çok ilginç. Gelecek sefere ben de bisiklet kiralayıp şu vadilerde ve peri bacalarının arasında gezeceğim sözünü kendime verip rahatlıyorum. Gelecek sefer diyorum çünkü Kapadokya birkaç senede bir ve her seferinde farklı mevsimlerde tekrar tekrar gezilmesi gereken güzelliği bitmeyecek bir gezegen.   

Şimdi Göreme’yi dinlemeye hazır mısınız? Göreme (Korama) açık havada bir müze. Bildiğimiz Aziz Paul buraya gelmiş ve misyonerlerin eğitimi için en güzel yerin burası olduğuna karar vermiş. 6. ve 7. Yüzyılda Hıristiyanlığın en önemli merkezi burası imiş. Kayalara oyulmuş sayısız kilisesi o dönemde kilise başına düşen insan sayısı hakkında bize  ip ucu vermektedir. İsteklerini en hızlı şekilde ifade etmekle ünlü Hande artık kilise ve peri bacası görmek istemediğini belirtiyor. Biz de öyle hissetmiş olacağız ki teklifi derhal kabul ettik ve Ürgüp yoluna çıktık. Ancak Ürgüp’e gelmeyi beklerken karanlığın da etkisiyle yolu şaşırıp Ortahisar’a geliyoruz. Keşke bütün şaşırmalar bu kadar güzel olsa. Burası Uçhisar gibi ortasında kalenin olduğu şirin bir kasaba. Kaleye çıkılamıyor çünkü erozyon tehlikesi var. Bizde kasaba sokaklarında dolana dolana küçük bir kahvehaneye giriyoruz. İçerde amcalar zamanda donup kalmış gibi donuk gözlerle sobanın etrafında çaylarını yudumluyor ve başlarıyla bizi selamlıyorlar. Biz de çay alıyoruz ve tipik muhabbete girme laflarını sıralıyorum. “Bu sene üzümler nasıldı?” Bu cümle bol muhabbet için yeterli idi. Ali amca 52 yıl sigara içmiş ve kalp krizi geçirince sigarayı bırakmak zorunda kalmış. Önce buna çok üzülmüş ama şimdi kendimi iyi hissediyorum diyor. Bayram çocukları giriyor kahveye. Kahveci oralet ikram ediyor. Çocuklar masa etrafına üşüşüyor. Bu sahne kaçmaz diyorum ve kahve içini anlatan bu sahneyi çekiyorum. Siyah beyaz. Çıkışta kahveci bayram kolonyası ve çikolatası uzatıyor. Kahvedekiler takılıyor. “Bu misafirler gelmese bize ikram etmeyecektin değil mi?” diyorlar. Kahveci utanıyor ve kızarıyor. Kahveden çıkışta Metin ağabeyin bize tavsiye ettiği Mustafapaşa (Sinasos) kasabasındaki Eleni kafeye gitmek üzere yola çıkıyoruz. Yüksek bir noktada rastladığımız bir gençten burası ile ilgili küçük bilgiler aldık. Burası 1925’lere kadar Rumların yaşadığı zengin bir bölge. Sokaklarda Rum mimarisi kendini her şekilde belli ediyor. Mübadele ile buradan ayrılan Rumlar burayı unutmuyor ve her sene burada buluşmalar düzenlemek için geliyorlar. Kasaba merkezine yakın bir noktada tipik bir Rum Evi eski haliyle otel görevi yapmakta. Eleni kafeyi buluyoruz. Bahçesinde odun ateşi yakmış ısınmaya çalışan insanları görüyoruz. Odun kokusu soğuğun kokusunu bir nebze azaltmış. Kemerli kafenin içine giriyoruz. Kimimiz yörenin peynirli pidesini yerken Şems etsiz hamurdan ve soğandan yapılma muhacir mantısı yiyor. Biz de tadına bakıyoruz tabi ki. Leziz. Biraları içince yeni şoförümüz Zülü bizi Ürgüp merkeze Metin’in garanti tavsiyesi Joy bara getiriyor. Burası batıdaki birçok bardan daha güzel döşenmiş, rahat bir yer. Ancak dikkat. İçki pahalı ve içerde sigara içiliyor.
Ertesi gün Ihlara vadisini görüp vadi içersinde yürüyüş yapmayı planlıyoruz. Ama Zülü Mustafa paşa’yı gündüz gözü ile görmenin hoş olacağını söyleyince hepimiz bu fikir ile  heyecanlanıyoruz. Mustafa paşa’da yarım saat geçirmek 85 yıl öncesini yaşamak gibi bir şey idi. Rum evinin yanındaki ilginç resimlerle bezeli ve kapısının üstünde “bu eve sadece güzel düşünceler taşıyorsan gir aksi halde girme” yazısının olduğu evi seyrediyorum. Bu yazıyı  buraya yazdıran ev sahibi ve yazan usta giriyor hayalime. Yüzlerini ve kıyafetlerini seçmeye çalışıyorum. Ve bu insanların bu evi terk etmek zorunda kaldıklarında hissettikleri acıları tahmin etmeye çalışıyorum. Sevdiğimiz bir oteli bile terk etmekte zorlanıyorken yüzlerce yıllık aile hikayesi olan evimizden nasıl çıkılabilir? Çok garip değil mi? İki lider masa başında milyonlarca insanın evini ve yurdunu terk etmesi için karar alıyor. “Kutsal amaçlar için.” Garip olan bu acının halen mübadil çocuklarında ve torunlarında taze olması. Kasabadan çıkarken ilginç ve acı bir olayla karşılaşıyoruz. Yüzü çuval ile kapatılmış, dört beş kişi tarafından itekleye itekleye zorla yürütülmeye çalışılan boğa kurban edilmek üzere evden çıkarılıyor. Boğa önünü göremediğinden yürümekte zorlanıyor. Bu sahne et yeme isteğimizi köreltiyor ve hayvan öldürmelerinden kendi payımıza düşen utancı hissediyoruz. O anda Şems “bundan sonra hayatım boyunca et yemeyeceğim” deyip vejetaryen oluveriyor. Önce şaka sanıyoruz ama “Şems bu yapar” deyip inanıyoruz. Bundan sonra Şems’in yeni hayatının neye benzeyeceğini tahmin etmeye çalışıyoruz. Ihlara’ya giden yol üstünde coğrafya yine hayranlık verici sürprizlerle dolu. Bu dönem köylerde kabak çekirdeklerini kabaklardan ayırma ve kurutma dönemi. Bu sebeple yol kenarlarında kabaklar birikmiş bazı yerlerde ise insanlar yerlere serilmiş kabakları karıştırmaya yani onları havalandırıp kurutmaya çalışıyorlar. Fotoğraf çekmeye düşkün olanlar için iyi malzeme. Çiğ çekirdeğin tadına da bakmalı.
Ihlara kasabasına varıyoruz. Meydanda bizi 81 yaşındaki Mukaddes nene karşılıyor. Evine gitmek istiyor ama yokuşu tırmanamadığından onu yukarı çıkarmamızı istiyor. Hemen bindiriyoruz. Bayramı korku ile geçirdiğini söylüyor. Ona kulak veriyoruz merakla. “Oğlum doğuda asker ve her an kötü bir haber gelecekmiş gibi korkuyorum” diyor ve ekliyor, “ama sürekli dua ediyorum”. Şu an Mukaddes teyze gibi binlerce annenin korkular içerisinde olduğunu ve daha kötüsü bazı anaların bu korkularının gerçeğe dönüştüğünü düşünüp kızıyorum. Bu işte payı olan herkese. 
Ihlara vadisi düz olan bir ovanın bir kısmının çökmesi ile oluşmuş ve ortasından azgın bir at gibi hızla akan bir nehir geçmiş. Çöktüğü yerdeki kayalar taş ustasının elinden çıkmış gibi itinayla kesilmiş heybetli uçurumlar oluşturmuşlar. Etrafı güzel düzenlenmiş merdivenlerden aşağıya inerken vadinin ihtişamı daha etkili görünüyor ve bunu yapan doğaya hayranlık beslemeye başlıyorsunuz. Yürüyüşle beraber hayaller de başlıyor. Yine bir çadır kampı ve geceyi vadinin koynunda geçirme isteğini şiddetle hissediyorum. Böyle yerlere gelme isteği ile gitmeme isteğinin şiddeti aynı. Ama şimdi gitme zamanı. ‘Medeni hayat’ acele etmemizi istiyor. Çünkü Konya’da Mevlana’yı ancak saat beşe kadar görebileceğimiz söylendi. Mevlana bunu duysa ne düşünürdü acaba. Hızlanıyoruz. Ve zamanında yetişiyoruz. Zülü ve Hande’nin Mevlana’dan istekleri vardı. Onları ilettiler. Konya’ya gelmişken etli pide yemek için-bayramdan dolayı- zar zor bir lokanta buluyoruz. Şems meraklı bakışlarımız altında ilk sınavını başarıyla veriyor ve etli değil peynirli pide yiyor. 
            Her tatil erken biter. Ve hep eksik yerler kalır, !neyse bir dahaki sefere' deriz. Bir dahaki sefer ilerisi için umut yatırımıdır. Kendimizi avutmadır. Bilerek de avuttuk kendimizi. Olsun. Dersler çıkardık kendimizce. Bundan sonra daha az yer gezilecek ama her gezilecek yerde daha fazla vakit geçirilecek. Daha derine inmek için. Bakmaktan çok görmek ve yaşamak için. Bir seyyah gibi mesela. Şimdi dönmek zamanı. Her dönüş işe başlamak, hayata kaldığın yerden devam etmek demek. Bu durum hafifçe burur mideyi. Ama geri dönmek aynı zamanda gezinin verdiği mutluluk ile ertelenen projeleri, işleri, hayalleri gerçekleştirmek için kendinde coşkun bir enerji bulmak demek. Yine de dikkat bu enerji kısa sürelidir ve tükenmeden harekete geçmek gerekecektir. Keşke gündelik hayatımızın her anında tatilde hissettiğimiz gibi hissedebilsek. Kim bilir ne güzellikler yaratırdık; kendimizi ve dünyayı sevindirecek. Dönüş yolu daha karanlık. Vücutlar yorgun düşmüş, Hande ve Şems'te üşütme belirtileri baş gösteriyor. Ancak şiddetli bir tartışma bu ağır havayı dağıtabilir ve özümüze döndürebilirdi. Az sonra düşündüğüm gerçekleşiyor. Konya çıkışında başlayıp İzmir girişinde biten çetin konulara giriyoruz. Göçmen ve farklı etnik kökenden gelen insanlara hakim kültürlere sahip insanların davranışlarını analiz ettik. Genelde o davranışları beğenmedik. Şems'in bazı Türkçe kelimeleri farklı telafuz etmesine güldük. Termoz gibi. O da bize kızdı. Biz yine güldük. Sonra da fırsat olsa nerede yaşamak isterdiniz sorusuna yanıtlar verdik. Farklı yerlerden gelen ve farklı hikayelere sahip bizler acaba vatanım yada memleketim dediğimiz yerleri mi tercih ederdik? Verdiğimiz cevaplar dünyalı kimliğimizi ortaya çıkardı ve yeni tartışmaları tetikledi. Günlük hayatımızın aktığı zamanlarda birbirimizle bu kadar uzun sohbet etmediğimizden tam olarak tanış olmadığımızı fark ediyoruz. Şimdi dört teker üstüne oturmuş, karanlıkta giderken sonsuz sohbetler için sonsuz zamanımız vardı. Hande için derin felsefelere girme fırsatıydı bu. Konuşmayı sevince çok fırsatı sonuna kadar kullanılıyor tabi ve sevimli yeni şeyler keşfediyorum sözlerinde. Dönüş yolu birbirimizi tekrar tekrar tanımak için ayrılmış özel bir zaman gibi idi. Ve artık şunu rahatlıkla söyleyebilirim. Sevdiklerinizle yola çıkmanız lazım. Daha çok sevmek yada onlardan ayrılmak için. Biz daha çok sevdik.
10 kasım 2011, izmir