28 Haziran 2011 Salı

Solcu Kimdir?

Solcu Kimdir?
-         Solcu sosyalisttir. Sadece lafla değil yaşam tarzıyla sosyalisttir,
S  Sosyalizmin tarihsel kökenini, gelişimini ve temel ilkelerini okuyup öğrenendir,
-         İnsanların eşit olması için çalışır; Ezen ve ezilenin olmaması gerektiğine inanır. Ezilenlerin yanındadır,
-         Varolan durum hoşuna gitmiyorsa değiştirmeye çalışır; Kaderci değildir.
-         Farklılıklara saygılıdır ve farklılıkları zenginlik olarak kabul eder,
-         Cins ayırımcılığı yapmaz; sırf erkek olduğu için bayanlardan üstün olduğunu düşünmez.
-         Doğayı, insanı ve hayvanları sever ve onları korumaya çalışır.
-         Çevrecidir,
-         Çok üretir, az tüketir ve az kirletir.
-         Bütün insanların dil, din, ırk farkına rağmen kardeş olduğuna inanır; sınırları olmayan bir dünya hayal eder,
-         İnsanları fikirlerinden dolayı suçlamaz, kınamaz ve onlara düşmanlık beslemez. Sadece kendi görüşünün doğru olduğuna inanmaz,
-         Kendi çıkarından önce toplumun çıkarını savunur,
-         Toplum özgürleşmeden kendisinin de özgürleşemeyeceğini düşünür,
-         Kitap dostudur ve kitaplar hayatının vazgeçilmez parçalarıdır,
-         Şüphecidir. Okulda, medyada, kitaplarda, e-maillerde karşılaştığı bilgilerden şüphe duyar. Şüphe duyduğu bilgileri birkaç kaynaktan araştırır, analiz eder ve dünya görüşüne göre değerlendirir,
-         Meraklıdır ve öğrenmek, kendini geliştirmek için fırsatlar yaratır,
-         Zamana saygılıdır ve etkili kullanmaya çalışır.
-         Kendi kültürünü öğrenir, güzel yönlerini farkedip çağ dışı kalmış taraflarını  eleştirir ve geliştirmeye çalışır.
-         Afgan, Arap, Japon, Avrupa yada Afrika ülkesi ayırımı yapmadan Dünya kültürlerine saygı duyar ve onları öğrenmeye çalışır,
-         Sürüden ayrılandır. Herkes yapıyor diye bir şeyi yapmaz. Ona mantıklı geliyorsa yapar,
-         Nefret ve umutsuzluk yerine SEVGİ doludur,
-         Lafla (vatan, millet, bayrak, savaş, tarihi kullanarak) vatanseverlik yapmaz, işini en güzel yaparak ve yukardakileri uygulayarak vatansever ve Dünyasever olmaya çalışır.
-         Bu maddeleri bile sorgulayandır. J

Sosyalist olmak zor bir iş değil mi? Sosyalist olmak zor olanı başarmaktır zaten.
                                                                                   Mehmet Ateş-Nisan 09 izmir
                                                               

Krizden Çıkış İçin İnsana Dönüş

 Krizden Çıkış için İnsana Dönüş

Yıllardır süre giden, tüketim merkezli, bencilliğe varacak kadar bireyselleşme ve yalnızlaşma bu ekonomik kriz ile birleşince insanlar artık ‘imdat’ demeye başladı. Hükümetlerin ve ulusal/uluslararası sermayenin kısa vadede bu imdada koşmasını yani soruna bir çözüm getirmesini ve insanları huzura kavuşturmasını beklemenin isabetli bir karar olmayacağı aşikardır. Bunun yerine kendimiz imkansız gibi görünen ama etkili sonuçlar verebilecek alternatif bir toplum yaşamı oluşturmaya dönük eylemlere girmememiz gerekiyor. Toplum işleyişini yeniden kurgulayıp, hayatı ucuzlatacak, doğaya verdiğimiz yükü hafifletecek ve en önemlisi topluluk halinde yaşayan bir kavim olduğumuzu tekrar hatırlatacak bir hareket bu. Peki, bu nasıl olacak? Hareketin dört ana eylem planı var. Birincisi ev yaşantısını yeniden kurgulamak/beraber yaşamak, ikincisi modern takas sistemini hayata geçirmek, üçüncüsü memur becayiş olanaklarını getirmek ve dördüncüsü ise üretim temelli yeni yerleşim yerleri inşa etmek. 
İnsanoğlu bireysellik dedi, özgürleşme dedi, modern yaşam dedi ve sonunda kendini betondan kutular içinde buldu. Genelde bir, iki kişi ile başlayıp sonra çocuklarla büyüyen bu kutular içindeki aileler kutulardan bağımsız istediğini yapabiliyor ve diğer kutulardaki insanlarla temas kurmuyorlar. Bu yaşam tarzı hem toplumdan izolasyona sebep oluyor yani yalnızlaştırıyor hem de ekonomik açıdan pahalıya mal oluyor. Buna karşı ev yaşamını yeniden kurgulanıp beraber yaşama geçmek ekonomik açıdan rahatlama sağlayacağı gibi insanları yalnızlıktan kurtaracak ve paylaşmayı tekrar öğretecektir. Bunun için birbirine yakın iki yada daha fazla ailenin yada arkadaş grubunun tek bir evde yaşama (kısmi komün) geçmeleri gerekmektedir. Özel yaşam ve birlikte yaşam alanları ayrı ayrı tasarlanıp evler ona göre tekrar düzenlenmelidir. Mesela, insanların bireyselliklerini yaşayabilecekleri ayrı odaları olacağı gibi mutfak, banyo, TV odası gibi ortak kullanım yerleri oluşturulabilir. Çocuklar ise paylaşmayı ve beraber yaşamı öğrenmeleri için aynı odada ve yaşıtları olan birden fazla kişiyle yaşamalılar. Bu dönüşüm sayesinde ev kirası, ısınma, yakıt, Internet masrafları vb. birçok ihtiyaç otomatik olarak yarıya düşecek, yalnızlık sorunu ortadan kalkacak, insanlar arasında bilgi transferi artacak ve çevreye verilen zarar en aza indirgemiş olacaktır.   
İkinci tasarruf imkanı verecek ve yalnızlaşmanın acısını kısmen ortadan kaldıracak girişim ise farklı meslek grubunda çalışan insanların hizmetlerini birbirleriyle takas etmelerini ve böylece hizmet için para ödemek zorunda kalmaktan kurtulmalarını sağlayacak girişimdir. Mesela doktor olan bir kişi öğretmenin çocuğuna vereceği tıbbi tedavi karşılığında kendi çocuğuna matematik ya da İngilizce dersi alabilir. Ya da bahçıvan olan bir kişi bahçe hizmeti karşılığında elektrik tesisatçısından evine elektrik hizmeti alabilir. Site gibi yerleşim alanlarında farklı mesleklerin bir arada olmasından dolayı böylesi modern bir takas hem daha kolay hem de artısı çok fazladır. Ayrıca böyle bir sistemi sitelerde organize etmek dağınık yerleşim yerlerinde organize etmekten daha kolaydır. Hizmet takasına ortak araç kullanımını (car pooling) da ekleyebiliriz. Halihazırda dünyanın birçok yerinde ve Türkiye’de sınırlı şekilde uygulanan bu sistem daha etkili ağlarla ve daha büyük mahalleri kapsayacak şekilde genişletilmelidir. Böylece zaman ve para tasarrufu ile çevreye daha az aracın çıkması sağlanıp petrol kullanımını azaltılacaktır. Internet ağlarıyla desteklenecek böyle bir ulaşım sisteminin hayata geçmesiyle aynı mahallede ya da sitede yaşayan insanlar arasında iletişimin ve paylaşımın artacağı şüphesizdir.
Üçüncü eylem ise hükümetlerin devlet memurlar ile ilgili yapacakları düzenleme ile ilgilidir. Bakanlıklar memurlarına kendi aralarında becayiş (karşılıklı yer değiştirme) yapabilmelerini yani herkesin kendi evine en yakın işyerinde çalışabilmelerini olanaklı hale getirmelidir. Bu çözüm ile özellikle büyük şehirlerde her gün ulaşım araçlarını kullanmak zorunda olan çalışanlara maddi-manevi açıdan birçok kazanç sağlayacaktır. Mesela daha az yol parası, daha az trafik ve karbon gazı ve daha az stres. Diğer taraftan aile ve dostlarla daha fazla vakit ayırabilme şansı ortaya çıkıp insanların ruh hali iyileşebilecek.
Nüfusu hızla artan dünyamızın gıda ihtiyacı gittikçe artmaktadır. Yakın tarihlerde gıda fiyatlarının daha da artacağı ve genetiği ile oynanan besinlerin bütün dünyayı saracağı da bilinen bir gerçektir. Bu gerçekleri görerek yeni yerleşim alanlarını üretime imkan verecek şekilde kurgulamak gerekmektedir. Kurulacak yeni yerleşim alanları kendi kendine azami derece yetebilmelidir. Evler en fazla üç katlı ve geniş bahçe içerisinde inşa edilmeli mümkünse çiftlik, mandıra, derslikler ve farklı üretim atölyeleri yerleşim yerlerinin yakınına kurulmalıdır. Burada sürekli çalışacak olan konu uzmanları (ziraatçı, marangoz, veteriner, öğretmen, vb.) orada yaşayacak insanlara kendilerine yetecek kadar bahçe işi yapabilmelerini, evlerini tamir edebilmelerini, ilk yardım vb. birçok alanla ilgili eğitim verebilmelidir. Doğayla bütünleşmiş, üretime dayalı ve kendine kısmen yetebilen modern bir yerleşim yerindeki insanların mutluluk düzeyleri de yükselecektir.
Sonuç olarak mademki yakın gelecekte krizlerden ve ekonomik darboğazlardan kurtulamayacağız o zaman bu krizlerden en az etkilenme becerisini yukarıda ifade edilen girişimleri hayata geçirerek gösterebiliriz. Bu yeni yaşam şekli üretimi artıracak, masraflarımızı azaltacak, insanlar arasındaki iletişimi, işbirliğini ve yardımlaşmayı güçlendirecek ve en önemlisi sisteme karşı bağımlılığımızı en aza indirecektir. Tasarlanan bu sistem modern hayatı terk edip köy hayatına dönüşü savunan bir sistem değildir. Aksine modern hayatın alt ve üst yapılarından ve kazanımlarından azami şekilde faydalanmayı amaçlamaktadır. Yaşamı, üretimi ve ilişkileri insanın tekrar insanlığa dönmesi ilkesi ile yeniden düzenlemeyi arzu etmektedir.  Ancak bunları gerçekleştirmek için azıcık hayalperest bireylere, kent planlayıcılarına, odalara ve diğer sivil toplum örgütlerine ile site ya da apartman yöneticilerine, muhtarlara ve hükümete ihtiyaç vardır. John Lennon’un şarkı sözünü azcık değiştirip bitirmek istiyorum. “Hayalperest diyebilirsiniz bana. Oysa biliyorum ki yalnız değilim ben. Umarım bir gün siz de katılırsınız bana.”

                                                                                Mehmet Ateş
                                                                                          12 Ocak 2009/İzmir

Türkiye Bahçesi Renklerine Kavuşuyor mu?

Türkiye Bahçesi Renklerine Kavuşuyor mu?

Türkiye’nin TRT aracılığıyla gerçekleştirdiği ve büyük ihtimalle diğer kültürel hakların tanınmasının kapısını aralayacağını düşündüğüm Kürtçe TV açılımı sadece Kürtler için değil Türkiye’de yaşayan diğer halklar açısından büyük önem taşımaktadır. Kürtlerin zor ve acılı mücadeleleri sonucunda elde ettikleri hakların ve açtıkları yolun üstüne, hazıra konmak gibi algılanacak olsa da, mağduriyetlerin giderilmesi ve eşitliğin sağlanması amacıyla Türkiye’nin diğer halklarına da bu olanakların bu hükümet tarafından tanınması gerekmektedir. Ancak bu sürecin hızlandırılması, kültürlerin korunması, gelişmesi ve kaybedilen zamanın diller üzerindeki olumsuz etkilerinin silinmesi için bizzat o kültürlerin tabanından da böyle bir isteğin ortaya çıkması gerekmektedir. Bu bağlam içerisinde Türkiye’nin solmakta olan renklerinden birçok dil kast etmekle beraber asıl üzerinde durmak istediğim kesim Hatay, Mersin, Tarsus ve Adana ’da yaşayan Arapların kullandığı Arapça dilidir.* Türkiye’nin en güneyinde yaşayan ve Ortadoğu’nun birçok kültürel zenginliğini içinde barındıran bu halkın yaşadığı dil ağırlıklı yozlaşmanın üç temel sebebi; ekonomik dönüşümler yoluyla sisteme entegre olma, sistem kaynaklı asimilasyon politikaları ve iletişim araçlarının yaygınlaşması. Bu noktaları iyi analiz ettikten sonra sorunun çözümünde hükümet ve bölgedeki aydınların atması gereken adımlar üzerinde durmak gerekmektedir.  
Arapların büyük bir çoğunluğu 1990’ların başlarına kadar Çukurova’da ve Amik Ovasında pamuk işçisi ya da Mersin’de narenciye işçisi- diğer bir adla Fellah (Çiftçi)- olarak çalıştı. Doğal olarak bu tarihlere kadar sermaye birikimi düşük ve okullaşma oranı yüksek olmadığından bu kesim kendisine ancak toplumun alt gelir grubunda yer bulabiliyordu. Diğer yandan belirtilen bu tarihe kadar ve özellikle 1980’lerden sonra Arap dili ve kültürü üzerinde yoğunlaşan baskılardan dolayı insanlar kendilerini Arap olarak ifade etmede ve Arapça konuşmada zorluklar yaşamaya başladılar. Bunlara ek olarak bu kesimin- ne zamandan beri olduğunu benim de bilmediğim- sol gelenek içerisinde yer alması da eklenince bu halk üzerindeki baskı daha da arttı. Hem sınıfsal hem de kültürel açıdan kendini ikinci sınıf hisseden ve kendine güven sorunu yaşayan büyüklerin “Aman kendinizi belli etmeyin, aman aranızda Arapça konuşmayın!” telkiniyle yetişen yeni nesiller ortaya çıktı. Yaşadıkları ayrımcılığı çocuklarının da yaşamamaları için çocuklarıyla sadece Türkçe konuşma-Arapça aksanıyla-  savunmasını geliştirdiler. Bu yöntem uzun yıllar kısmi bir dil yozlaşmasına sebep oldu. Kısmi oldu; çünkü çocuklar hiç Türkçe bilmeyen ninelerinden, dedelerinden ve çevreden her şekilde Arapçayı; nine ve dedeler de bu sayede çocuklardan basit düzeyde Türkçe öğreniyorlardı. Ancak bu şekilde birbirleriyle anlaşabiliyorlardı. Güçlü olmasına rağmen Arapça’nın bu bölgede yok olma tehlikesini yaşamasının diğer bir sebebi de o dönemde ve şu an hala bilinçaltında var olan Türkçe bilmenin ‘sınıf atlama’ anlamına gelmesi. Arap dili, bu kesimde ırgatlığı dolayısıyla yoksulluğu ve sistem tarafından dışlanmayı çağrıştırıyordu. Türkçe bilmek ise devlet memuru olabilmek, Türklerin arasına girebilmek yani sistem tarafından kabul edilmek kısacası ‘adam olmak’ anlamına geliyordu. Dolayısıyla Türkçe konuşabiliyor olmak insanlar için bir üstünlük aracı ve gurur kaynağıydı.
1990’lardan itibaren gelişen kısmi rahatlama ve dil-kültür üzerindeki azalan baskılara rağmen bilinçaltına kazınmış olan savunma psikolojisiyle ebeveynler, çocuklarıyla Arapça yerine Türkçe konuşmaya devam ettiler. Ancak bu arada Arapların toplumsal bir dönüşümüne şahit oluyoruz. Araplar sınıf değiştirmeye başlıyorlardı. Arapların ırgatlığı bırakıp ticarete yönelmeleri ve Suudi Arabistan’ın vize vermesi ile her aileden en az bir kişinin bu ülkeye gidip çalışması -zor şartlarda da olsa- onları orta sınıf düzeyine yükseltti. Sınıfın yükselmesi sistemin nimetlerinden daha fazla faydalanabilmeyi sağlarken sistemin arzu ettiği şekilde Türkçenin kullanımını da arttırdı. Alt sınıfta kalanlar da üst sınıflara özentiden dolayı Arapça’ya sırtlarını dönüp- bozuk da olsa- kendilerini Türkçe konuşmaya zorladılar. Bu durum onlara sisteme dâhil oldukları hissini verdiğinden onlarda psikolojik rahatlama sağladı. Bu, üç kesim dışında kalan dördüncü ve sayısı azımsanmayacak kadar büyük bir kesim ise kurtuluşu okumakta buldu. Eğitim süresinin uzunluğu ve yoğunluğundan dolayı Türkçe kullanımı her yönden artan bu eğitimli kesimde ana dili kullanma oranı azaldı ve böylece bu dil zayıfladı.
Ticaretle uğraşan kesim özellikle ihracat -yaş sebze meyve- alanında hem bölgeye hem de Türkiye’ye büyük bir gelir artışı sağladı. Okuyan- yazan kesim de başta öğretmenlik, tıp ve hukuk alanında boy gösterdi. Ticarete atılan ve okuyan bu kesimler bu başarı ile sisteme entegre oldular ve bu entegrasyon sosyolojik bir kural olarak yukarıda belirtildiği gibi anadilin kullanımını azalttı. Buraya kadar yaşananlar dönüşümün doğasında olan ve kısmen kendiliğinden olan dönüşümlerdir. Ancak sisteme bu şekildeki bir uyum Arapların daha önce var olan baskıya dayalı asimilasyona maruz kalmaları yerine sınıfsal değişimden ve pragmatik sebeplerden doğan doğal bir asimilasyon -gönüllü asimilasyon- sürecine girmelerine sebep oldu. Kanada’daki göçmenlerin bir potada (Melting Pot) erimelerine benzer bir durum ortaya çıktı. Bunda ebette ki televizyon, gazete, radyo gibi yazılı ve görsel medyanın, eğitim sisteminin, internetin ve diğer kurumların da payı çok büyüktür. Açıkçası, bu güçlü etmenlere rağmen bir halkın hiçbir eğitim, araştırma kurumu –resmi veya gayri resmi-, edebiyat ve diğer yazılı enstrümanları kullanmadan Arapça gibi çok zengin ama o kadar da komplike bir dili yaşatması zaten mümkün olamazdı. Bu yüzdendir ki şu an o bölgede konuşulan dil Konuşma Arapçası diye nitelendirilebilir. Halk, bu dilde okuma yazma bilmediğinden bu dilin içinde Türkçe kelimeleri yoğun bir şekilde kullanarak ancak konuşabiliyor. Zira standart resmi dil, Fasih Arapça, Konuşma Arapçasından çok farklıdır ve bunu öğrenmek için ciddi bir eğitim almak gerekir.
Bütün bu olumsuzluklar bende ve benim gibi insanlarda umutsuzluğu hâkim ruh hali kılmışken 1 Ocak 2009’daki gelişme, durumu tersine çevirecek tarihsel bir döneme girdiğimizi; dillerin ve kültürlerin kurtarılıp eski canlı, üretken hallerine döndürme şansımızın doğmakta olduğuna dair- güçlü olmasa da- bir umut hissettirdi. Acaba hükümet ve devlet bürokrasisi, farklılıkları yok etmeye dayalı geleneksel politikanın sonuna yaklaşıldığını ve artık bu politikayla yola devam edilemeyeceğini TRT Şeş’i açmakla mı göstermek istiyor? Geç kalınmış olunsa da ülkemizde özlemi duyulan hoşgörü ve barış toplumunu yaratmak için bu topraklarda yaşayan ve renklerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalan bütün halkların aslında ülke için bir şans olduğunu mu fark etti? Hükümet ve toplumun büyük bir kesimi birbirimizi sevmek için illa ki birbirimize benzemek zorunda olmadığımız gerçeğini mi idrak etti? Asıl problemin birbirimize çok benzememiz ve bu sebepten birbirimize ilham kaynağı olabilecek farklılıklardan yoksun kalmamız durumunda ortaya çıkacağını kısmen de olsa anladı mı? Eğer öyleyse bu gelişmelere ve adımlara katkı vermek amacıyla yoğunlukla Doğu Akdeniz’de kullanılan ve tarih boyunca Türkçeye büyük katkılar sunan/sunmaya devam eden Arap dili ve kültürünü yaşatmak adına ne yapmalı?
Kürtçe TV açılımı yukarıda belirtildiği gibi diğer halklara da benzer fırsatlar açacak gibi görünüyor. Ancak mücadele etmeden ve tabandan böyle bir talebin ortaya çıkması için gerekli çalışmaları yapmadan yayına geçecek bir TRT SEB’A (TRT 7) ya da TRT TMENİ (TRT 8) kanalının etki alanı ve kitlelere ulaşabilme oranı düşük olacaktır. Arap aydınların, düşünür, sinemacı, öğretmen ve konuya duyarlı diğer kesimlerin sivil örgütlenmeler yoluyla bir araya gelmeleri, kültürel haklar konusunda kafa yormaları, dilin ve kültürün diğer bütün alanlarının filizlenip hem bölgeyi hem de Türkiye’yi renklendirmek için bir adım atmalarının zamanı çoktan geldi. Öyle kritik bir noktadayız ki bu gidişat bu fırsatla tersine çevrilmezse diğer birçok dil gibi bu bölgede konuşulan Arapçanın varlığı iki-üç kuşak sonra tamamen son bulacaktır. Şu an zaten Adana, Mersin ve Tarsus’ta sanayileşme daha erken dönemden başladığından bu illerde yaşayan Araplardaki dil temelli yozlaşma daha ileri boyuttadır. Son olarak The Times yazarı Thomas H. Maugh II’a kulak verelim, “Şu anda dünyada 7000 dil bulunuyor ve her on beş günde bir dil yok oluyor.” Kaygı verici değil mi? Gerçi, Arapçanın dünyadan silinmeyeceği aşikâr olmakla beraber bu bölgeden silinme tehlikesi her zamankinden daha büyüktür.
 Arapça dilinin önünü açmanın diğer bir haklı gerekçesi ise uzun süre kesik kalan, Ortadoğu ile aramızdaki bilgi ve kültür alışverişini sağlayan bu damara yeniden hayat verme gerekliliği. Doğunun bizim bahçelerimize ekebileceği bizim de doğunun bahçelerine ekebileceğimiz sayısız çiçeği elimizde kurutmadan artık ekmemizin vakti geldi. Çocukların Türkçe masallar okumak, Türkçe çizgi filmler izlemenin yanında Arapça 1001 gece masallarını okumaları, Feyruz yada Ümmü Gülsümden şarkılar dinlemenin onlara vereceği kültürel zenginliği hayal edebiliyor musunuz? Arap dünyası ile gelişen ekonomik ilişkilerin kültürel ilişkilerle devam ettirilmesi Ortadoğu coğrafyasında acilen ihtiyacı duyulan barışa vereceği katkıyı da görmeliyiz. Ayrıca hükümet kültürleri koruma konusunda daha içten, daha bilinçli, daha destekleyici ve daha cesur olmalıdır. Sadece TV açmanın sorunun çözümünün sadece başlangıç olabilir. Konunun muhataplarını da içine alıp geçmişin kayıplarını telafi yoluna gitmelidir. Aksi takdirde yeri geldiğinde övündükleri Türkiye’nin çok kültürlülüğüyle birkaç on yıl sonra övünemeyeceklerdir. Belki de Türkiye’de Medeniyetler Buluşmasını düzenlemek için bir şehir dahi bulunamayacaklar. Uzun süredir kurumaya bırakılmış olan Türkiye bahçesini renklerine kavuşturalım. Tohumlar elimizde bekliyoruz.
* Hatay, Mardin, Siirt, Şanlıurfa, Batman ve çevresinde yaşayan Sünni ve Hıristiyan Arapların geçirdikleri dönüşüm Alevi Arapların geçirdiği dönüşümden birkaç açıdan farklılık gösterdiğinden bu yazı sadece Arap Alevilerini kapsamaktadır.
                                                                                                                             Mehmet Ateş17/3/2009 -

Arapça Atasözleri/Deyimler (Meteller)

Metel 3arabi Min İmtaki/Antakya'dan Arapça Deyim ve Atasözle

3arabi (Arapça)
Tirke (Türkçe)
1. Tenrü7 in nem iv nitfer el hem le kiddem. şerrüf

2. El ke3ed 3al ta7t byikşe3üv min fök iv min ta7t (3isa 7aydor)
3. El cemel ekber iv ca7ş bi şiddö

4. Sevi şi3lek sığlom levken si7re

5. Alla im ta3ma il 7ımmos 3al melö dres

6. Cemel 3arec min denö.

7. Ta3mi 7ibzek 3al 7ibbez lev ekelö nisso.

8. 3al Kiddes el Berd in dess 7idö er vaye7 es sayf.

9. 3ind el 3alik el ca7ş bifik

10. Rikbil mekina ziyni 7veş il kıtın çetini.

11. Eklin iv şerbin iv mil şiğil herbin.

12. Alay yir7am el metel ma7alle şe iv ma kal.

13. Ba3dil ekli tekyi levken id deyn ip şa3ir kelben

14. Off of dünya it vili iv 3arida

15. İrmeyet bikre bid dal bür.

16. El 3arüs 3al 7asir alla yi3lem l emin bit sir.

17. Usta bi elf levken şelefe şelf.

18. el ğizalle ptiğzel 3al 3üd mel ğizzele bitkül merdni mi3vüç.

19. Let nem bilikbur iv let şüf en vemet.

20. Fakir iv zibbö gbir.

21. Erinbiy 7irdeni 3al cebel iv cebel malo 7abar

22. Fakir yirkeb 3al cebel iv el kelb iy 3addo.
23. Nar liktiri bi kirmit ligbiri.

24. Efiy 3üdd me bele di77en

25. S3e bicnezi iv le tis3e bic cezi
26. Şi7fi ptisned 7ayt.

27. Ziyven beled iv la 7inta celeb

28. Krayeb 3akreb

29. Şi7fi iptisned 7ayt.

30. Veled veled lö 3ammer beled



31. Şibbek el ebici minnö hava, sekkrö
32. Min emenek let 7ünö leykün 7ayen

33. Be3del sehre bicil fekre

34. Le tidret min fok zinnarek

35. Şim er vaye7 deyk

36. El kasir fitni iv ligbir hebil

37. Ceci iptişböb iv bit3eyyen le Rebbe.

38. Ya mazratun le ti7sibün te tiktibün.

39. Alla yir7emül bekküni me de7küni

40. Zinnatil bi kalbek yi7da bi yeddek.

41. Simmintil bit fiy Ahsen min vezztil bil berriy.

42. Sbot ma3le rbot.

43. Edör hiddör fiy z3ayek ivm tor.
44. Min şef belvit ğayro henit belivtö

45. İlkalem cimme3

46. İlme bi7ef min alla 7ef minno

47. İlkelb me bi3add dembo

48. Min 7iri bil cem3? Hal sabi el yetim

49. Niyyel il mthumiv beri

50. Kı3deyn bi7dunna iv binattfo bitkuvvna

51. Min emenek let7üno leken 7ayen

52. Kelbil bi 3ırr lebinfe3 iv lebidırr

53. Kil tavilan hebil ve kil kasir fitne

54. İl hilüv bi 3ırk iv viccilk bi baka

55. İb3ed 3anill şerr iv 3ennilo

56. Mabyıftos 3ür el sibbe7

57. Kill 3eyş ilö kreş (Kadif Hasan Dip)

58. Dı7ke bele sebeb killtil edeb        






Kaynak: 3aydi (Ekinci) ihtiyar ve orta yaşlıları. Temmuz 2008
1. Yatalım ve dertlerimizi ileriye atalım.

2. Ünlü olan kişinin her şeyi bilinir.

3. Deve büyük ama onu çeken bir eşek. (cüsse değil akıl önemli)
4. iyilik için bile yapsan işini iyi yap.

5. Allah dişleri olmayana nohutu vermiş. (fırsatları değerlendiremeyene vermiş)
6. Kedi şeyini görüp korktu.

7. Ekmeğini fırıncıya yaptır yarısını yese de. (İşi ustasına yaptır çok pahalıya mal olsa da)
8. Kıddes geldimi (19 Ocak) kış bitme sinyali verir, yazın kokusu duyulur.

9. Eşeğin önüne yem gelince ancak uyanır.

10. Arabaya binmek hoş ama pamuk toplamak çetin iş.
11. İş yapıyormuş gibi yapıp aylaklık yapanlara söylenir. Yiyinonuz içiyonuz işlerden de bunalıyonuz.
 12. Deyimler ve atasözleri hayat hakkında her şeyi söylemiş.
13. İki köpek kılı kadar borcun olsa da yemekten sonra hemen çalışma biraz uzan ve dinlen.

14. Dünya uzun ve geniş. Acele etme.

15. Bugünün işini yarına bırakma. 

16. Kız evde kimin alacağı belirsiz.

17. İşi ustasına bırakalım.

18. Çalışacak adam aracım yok diye bahane bulmaz.

19. Riske girme boşuna.

20. Fakir ama forsundan geçilmiyor.

21. Tavşan dağa küsmüş dağın haberi olmamış.

22. ?
23. Seks gücü cüsselide ve sağlıklıda daha çoktur.

24. ?

25. Eviliğe sebep olacağına cenazeye sebep olur daha iyi.
26. Bir tuğla bütün duvarı tutabilir.

27. En iyisini, yerlisini almak, kullanmak gerek.

28. Akraba akreptir.

29. Bir tuğla bütün duvarı ayakta tutabilir.

30. ?

31. Hava gelemeyen pencereyi kapat.

32. Sana bir şey emanet eden hain olsa da sen ona ihanet etme.
33. İnsanın aklı en son başına gelir.

34. Boyundan büyük işlere kalkışma

35. Nerden bilebilirsin ki?

36. Boy değil faaliyet önemli.

37. Tavuk bile şükretmeyi bilir.

38. Dereyi görmeden paçaları sıvamayın.

39. Dost değdin acı söyler.

40. İçinden ne geçirirsen o olur.

41. Ocaktaki kuş doğadaki kazdan iyidir. (Elde edebileceğini hayal et)

42. Şubat ayı dengesizdir.

43. Mart ayı şimşek ve sağanak ayıdır.
 44. Kişi başkasının derdini gorunce kendi derdini unutur.
45. Kalem hesabını bilir.
46. Allahtan korkmayandan kork

47. Kopek kuyrunu ısırmaz.

48. Suc her zaman gucsuze yıkılır

49.

50. Hem onlara bakıyoz hem de bize kotuluk ediyorlar.
51. Sana bisey emanet eden hain olsa da sen ona ihanet etme.
52. Havlayan kopekten ne hayır gelir ne de şer








57. Her yemeğin bir albenisi vardır. İnsan tok  olsa da yemek gelince kimse hayır demez.

58. Sebepsiz gülmek edep eksikliğindendir.

7AYAT Bil MİKLÜB

Temsil 3arabi (Arapça Tiyatro Oyunu)

BİL BEYT

Bitt: Yeme ene cüv3eni. Şü siyyarti 3aşa?
Imm: Temem bitte. Ceyiy. Bes Dakka.
Bitt: Yil3en beye le haddakka emettheyye. Mitne mincü3ne.
Imm: Üff ye bitti yaaa… Arkadaşlarımla iki dakika masajlaşmayacak mıyım? Let karşe fini… Ben özgürüm.
Bitt: Lehel mişkek! İnti cinneyti? Şü hel özgürüm? Ene cüv3eni makillik.
Im: Cüv3eni ruhe kile. Iddarbe.
Bitt: Ahmed! Ahmed! İmme Şü sayirla?
Ahmed: Asıl me imme. Şüfe beyyi.
(Baba biydö el lap top iv bifüt 3al kat3a. Mayirkas Hip Hop )
Ahmad: Baba! Baba!
Baba: Ha?
Ahmed: Şümatsayyer?
Baba: Me issannot Hip Hop. Mabtağraf şü hel hip hop. Ye 3aybişşüm. Yeni çıktı. İsmö Ceza.
Cemile: Ahmed, beyyi iv imme diyya3nahin dan.
Imm: Ye ebu a7mad, int filek Fesvi buk?
Baba: Oooo… Le hallek. Ene sarli e7ad fesvibook min zemen. Ben seni ekledim bile….
Imm: Tamam… ene bikbelek inşalla…
Ahmed: Yemmö! Beyyi! Ene makillkin cüv3en… Sarli biştiğil missiph.
Bitt (sekina): İv ene msaht kill el beyt. Mit minte3bi.
Imm: Beneney…
Baba: Benim işim var.
Ahmed: Şü hel benim işim var?
Baba: Vakkef vakkef. Hah… Ce imhammed 3al EM ES EN. Yerühi leh el EM ES EN. Mekyesö.
Anna: (telefona bir mesaj daha gelir). (Hınzırca güler. Bir eliyle msj yazar. Bir yandan kızıyla konusur) Eee… Şkifik bitte? Şü siyyarte el yevm?
Bitt: El yevm fikt min bekkir. İv kinnest iddör… Ba3dan 7ıddart iftur.
(Imm Dinliyormuş gibi yapar.) Hı… hıı…
Bitt: Bess, yemö inti amatissanntili…
Imm: E.. E… dinliyorum. Iyvalla dinliyorum…
Baba içeri girer. Lap Topla dans ederek.
Bitt: Ene bedicinnn… Ene bedicinnn… Şü hel beyy… Şü hell immm….
Imm: Leşö ye bitti? Yani arkadaşımla konuşmak şuç mu? Ben istediğimi yaparım. Letkarşö fini…
Bitt: Hallek bedi iğşa… Ahmeeed!... Şü ben sayyer?
Ahmed: Valla aba3ref. İv bile aba3ref. Me emel ban dayy3in le imme iv beyyi…
Imm: Bitte! Bitte!... Theyyö el kontüret. 3atini teiştiri kontur.
Bitt: Ye immi. İsse imber7a 7taytik 20 lera. Hiyyeytiyin.
Imm: Ya alla ye bitte yaaa… senki me ekel imseri ene. Çok arkadaşım var. Sevenim çok. Ne yapayım…
Ahmed: Emet le7ikklin masari ya…. Theyyö kill el riyalet helcibtin. Lezem rüh le Su3ud üv me ici. Encek bin le77iklin masari… Beyi7rübö beyti hevdi ya… Ke3din bi hel bett. Leşi3il iv le 3imil. Beyyi, il OSS me dall kitr. Eymet bet çaleş?
Baba: Oooo… isse fiy ktir… şehr iv niss… Bey belleş bikre. Zaten her şeyi biliyorum..  
Ahmad: İv 3imnevvel kilt kmen hik. 3ade ben şüfek ye şebb el şater.
Baba: Ahmad, üstüme gelme haaa… bhic minhel beyt walla.
Ahmad: Bitt hicc alla leyriddek. (düşünceli). Ah ah… ni7ne bizmenne meken 3ir el şi3il. Lefiy mekteb iv lefiy masari lefiy telefün lefiy internet. Tulil seniy şi3il. Kıtın bi Edni, mecirfe bi Mersin… ah ah le hil iyem…
Baba: Banane… O eskidendi… helak fiy Internet, fiy hamburger, fiy dvere, fiy masari fiy şe ktir… iv melezem niştiğil. Oh.. oh…
Imm: Fiy kuaför, makyej,  fiy ceb telefonu… oh… oh…
Bitt (sekine): Ni7na lezmenne Ken şi3il, ken tiltiş falot, ken zeytün, kinne 15 zelmi imfert beyt.
Imm: Üfff… kill yevm 3ayni ihkayet. Şü bansayyer yi7ne? Lezem ene kmen latteş falot?
Ahmad: Me lezem tlattşe bes lezem ta3ifi kiymet el yevm. Le havle ve lehuvvetil lebilehil 3alliyen el 3azim.
Baba: Meryem! Meryem! 3ayyni le hel film bil Yutob.
Imm: Şü hel yutob? Tob tin şö?
(Baba ve anne kahkahayla güler)
Ahmad: Allah le kavvikin iv leysellem diyyetkin. Küv iv le cibilne 3rif 7beyzi.
Baba: Temem beyyi. Bnitleb mil internet.
Imm: Eee… ene bib3et masaj 3al supermarket. Bib 3atülne.
Ahmad: 7beyzi bil masaj? Cinneytö şö?
Imm: Leken şüm emlin? Çok geri kalmışınız ya…
Bitt: İsse bet sayyro vled mil internet dann.
Baba: İyvalla fikir kveyyis. Me hik?
Imm: Leken ya… Ene hallek beysayer web sitesi minşen hik.
Ahmed: Le havle ve lehuvvetil lebilehil 3alliyen el 3azim. Şü hel cill yaaaa?
Bitt: Cill el 7anzir. Cill el 7anzir. (bağırarak dışarı çıkar.) Işıklar kapanır. 




2 sene sonra….
Baba ve Anne sırt sırta vermiş, ikisinin kucağında lap top. Chat yapıyorlar. Geri plandan yazıları birisi okuyor… 
Baba: Yebe cibile mayy mil madbo7.
Anne: Ene şübeddi. Ruh int cibb.
Baba: Efitni bkum. Eze kimt, il bilgisayar ptipke.
Anne: le ya… rüh inkili3 balla.
Baba: Yebe…. Meryem…
(arkada çocuklar olayı izlemekte, birbirlerine bakıp hayret etmektedirler.)
Anne: Hııı… şü beddek Selem….
Baba: (cilveli) Ene me7ibbik ktir ha…   
Anne: (cilveli) Iv ene kmen.
Baba: Fte7i il kamera leken teşüfik.
Anne: Fte7te. (cilveli)
Baba: Ya Allah mekyesik. Midi idik…(elini kameraya koyar)
Anne: Midd idek. (Biraz şaşırarak sorar) İnt mekenlek şvereb? Eynin?
Baba: İnti ken şa3rik twil kmen. Eymet kıssaytiy?
Anne: Ooo… sarli şehren.
Baba: Ene şverbi sarlin keessin seniy. (Yüzünü ekşitmeye başlar) Sma7ili lezem ruhh 3al tuvalet. Ahh (karnını ovuşturur) kelt tepsiten tavayi el yevm. Mlih Esmer Alev sayyarilna hal tavayi.. Kine mitne min cü3ne walla…
Anne: İywalla hik.
Baba ayağa kalkmaya çalışır ama sandalye kıçına yapışmıstır. Lap top kuçağına yapışmış. Kadın şok olmuş vaziyette kocasına yardım etmek ister ama o da yapışmıştır sandalyeye ve lap topa. Çocuklar uzaktan seyredip gülerler. Sonra karşılıklı otururlar. Sohbet edip bir şeyler yemeğe başlarlar. Aynı anda arka planda anne-baba cebelleşmeye devam ederler.


                                                        Mehmet Ateş
                                                             15 Ağustos 2009
                                                        3aydiy (Ekinci)

Bir Entegrasyon Hikâyesi; Antakya Deneyimi


Ülke içerisinde hoşgörü ile başlayan demokratikleşmenin ayrılıkçılığı değil bütünleşmeyi yani entegrasyonu sağladığının kanıtını görmek isteyenler yakın geçmişte başlayan ve hala devam eden Antakya tecrübesine bir göz atmaları çok öğretici olabilir.  Antakya’da 1990’dan itibaren devlet katında Arap Alevilerine (Nusayriler) yönelik gelişen ‘Sessiz bir Açılımla’ önyargılı bakış açısı yavaş yavaş yumuşadı. Antakya’nın kadim yerel kültürü- Arap Aleviliğine(Nusayriler) müdahaleden vazgeçilip kısmen daha saygılı davranılmaya başlandı. Devlet kademleri ve ticari hayat bu topluluk fertleriyle paylaşılmaya başlandı ve neticede Arap Alevileri sisteme entegre olma yolunda belirgin bir gelişme kaydettiler. Antakya’nın yüzyıllardır süregelen çok kültürlü yapısı ve hoşgörü geleneğinin de bu entegrasyon sürecindeki etkisini de yadsımamak lazım. Sessizce ve zamana yayılarak gelişen bu açılım bugünün Kürt sorunu başta olmak üzere kendilerini dışlanmış hisseden bütün toplulukluların sorunlarını çözüp sisteme dahil edilmelerinde ciddi bir referans olarak kullanılabilir. Bize özgü, denenmiş, sorunu tahammül edebilecek dereceye indirmeyi başarabilmiş Antakya deneyimi masa başında kurgulanan ya da ithal çözümlerden hem daha etkili olacak hem de demokratikleşmeden ürken Türkiye’nin hassas kesimlerini daha az yaralayacaktır. Sonuçta Antakya deneyimi aynı anda hem özgürlükleri arttırıp ülkenin geri kalanıyla bütünleşmeyi sağladı hem de devletle belli bir etnik grubun barışını sağladı. Bu da gösterdi ki farklı topluluklara sağlanan özgürlükler ülkeyi bölmez aksine birleştirir.  
Bu süreci daha iyi anlayabilmek için sürecin öncesi ve sonrasına bir göz atmakta fayda vardır. 1980 öncesinde Arap Alevi toplumu dışlanmanın etkisi ve inancının yatkınlığından dolayı kendilerini aşırı sol ya da sosyal demokrat partilerde ifade etti. 1980 sonrasında asimilasyon politikaları bütün yurtta olduğu gibi bu bölgede de kendini daha acımasız bir şekilde hissettirmeye başlandı. Örnekler vermek gerekirse; okullarda ve resmi kurumlarda Arapça konuşma ile düğünlerde Arapça şarkı söyleme tamamen yasaklandı. Nusayri inancına ait kutsal günlerin kutlanmasında zorluklar yaşanmaya ve Arap Alevi olan köylere zorla cami yaptırma girişimleri arttı. Tüm bu baskıcı uygulamalar topluluk içerisinde devlete ve sisteme yönelik ciddi bir tepkilerin oluşmasına neden oldu. Nusayrilerin çoğunluğu kendi içine kapanarak kimliğine daha fazla sarılma refleksi gösterdiler. Bir kısım ise sistem içerisinde belli bir yerlere gelebilmek için kimliğini gizlemek yolunu seçti. Hatta birçok anne-baba çocuklarına “Köy dışında sakın Arapça konuşmayın; Alevi olduğunuzu söylemeyin” telkininde bulunarak onları ‘kötülüklerden koruma’ refleksini geliştirdiler. Uygulanan bu politikanın sonuçları acı oldu. Gençler sistem içerisinde kendilerini ifade edemez hale geldiklerinden illegal örgütlenmelere eğilimleri ciddi oranda arttı. Devletin onlara önyargılı davrandığını ve onları asimile etmeye dönük politikalar geliştirdiğine dair ciddi bir kanaat oluşturmaları sonucunda sistemle olan ince ipler kopma noktasına geldi. Ebetteki ‘80 öncesi dönemden miras alınan sol geleneğin de insanların böyle bir muhalif ruh geliştirmesinde büyük etkisi oldu.  
1990’ların 2. yarısından itibaren sistem şaşırtıcı ve beklenmedik bir şekilde tersine döndü. Nusayrilere yönelik devlette-fikir babasının kim olduğu bilinmeyen- olumlu politika değişikliği hissedilmeye başlandı. Bu politika değişikliklerinin görünür olanları şöyle idi. Özellikle devlet dairelerinde Arapça konuşmak zaman içersinde yadırganmaz oldu. Devleti temsil eden makam sahiplerinin Nusayrilerin kutsal günlerine katılımı halk arasında sempati oluşturdu. Ancak 1990’dan sonra devlet dairelerinde ve diğer kademelerde Nusayrilerin istihdamı önündeki görünür görünmez engeller azalmaya başladı ( 1990 öncesinde devlet dairelerinde Nusayri istihdamı çok düşüktü). Diğer yandan ticari hayata katılımın önündeki-özellikle uygulamadaki- engellemeler azaldı ve böylece Nusayri toplumu Antakya’daki sermaye dolaşımından pay almaya başladı. Özellikle Arap ülkelerine yapılan ihracat ciddi oranda artması ve Arap ülkelerinde çalışan işçi ve işverenlerin sayısının artması sonucu bu topluluğun refah seviyesi yükseldi. İç göçten çok dış göçler hızlandı ve hala devam etmektedir. Ekonomik sisteme entegre olunması ve devlet tarafından ‘şüpheli’ konumdan çıkarılmakla eşzamanlı olarak Nusayriler arasındaki illegal örgütlenme hızlı bir şekilde azalmaya başladı. Beldelerde kültürel ve sosyal faaliyetler arttı ve sistemi iyileştirmek isteyen kesimler düzen içerisinde varolan partilere katılıp yerel yönetimlerde söz sahibi olmaya başladı. İnsanlar bunu başardıklarında ve belde yönetimlerinde etkin roller kazandıklarında demokrasi, insan hakları ve adaletli bölüşüm ile kültürel hakların arttırılması yönünde sistem içerisinde kalarak mücadele edebileceklerini ve sonuç alabileceklerini gördüler. Ve en son 29 Mart seçimlerinde Samandağ ve Aknehir beldelerinde ÖDP’li adayların kazanmış olması ve birçok beldede kazanmaya çok yakın oylar alması insanlarda daha güzel bir dünya yaratma fikrinin gelişmesine, entegrasyon duygusunun güçlenmesine ve doğal olarak devletle ilişkilerin ivme kazanmasına sebep oldu.
Ebetteki uzun yılların birikimi olan önyargılar ve ayrımcılık bu ‘Sessiz Açılıma’ rağmen tamamen ortadan kalkmadı ancak sorun tahammül edilebilir boyutlara indi. Devam eden sorunlardan birincisi bölgede Arapça dilinin kullanımıyla ilgilidir. Arapça, okullarda okutulmadığından, medyada, kitap, dergi gibi basılı yayınlarda kullanılmadığından bu bölgede sürekli zayıflamakta ve çocukların ana dili olan bu dili öğrenme oranları sürekli düşmektedir. Dil öğrenimini ailenin inisiyatifine bırakmak ve sadece sözlü şekilde yaşatmaya çalışmak dilin uzun vadede fakirleşip ölmesini engelleyemiyor. Dilin resmi, edebi, kültürel ve sanatsal kullanım alanlarının yaratılması zaruridir. İkincisi Nusayri inancının özgürce yaşanmasının önünde duran yasal sorunlardır. Gerçi bugünlerde gerçekleştirilmeye çalışılan demokratikleşme açılımıyla bu eksikliklerin giderileceği ve entegrasyon düzeyinin en üst noktaya ulaşacağı inancı güçlenmektedir. Yakında Arapça kanal TRT Seba’nın (TRT 7) yayına başlayacak olması ve Alevi Açılımı bu izlenimi güçlendirmektedir.
İnsanları olduğu gibi kabul edip, doğuştan getirdikleri kültürler haklarını yaşamalarını engelleyen görünür görünmez yasaları ortadan kaldırmak ve daha da önemlisi onlara hakim üst kültür tarafından ‘efendilik’ taslamak yerine onlarla ‘efendisiz’ bir ilişki kurmak toplumların sisteme entegrasyonunu büyük oranda sağlıyor. Yani ‘biz kardeşiz’ derken kardeşimizin dilini yasaklamak olacak şey mi? Aynı zamanda devlet kurumlarının bakış açısı şüphecilikten uzaklaşıp daha kucaklayıcı olduğu ölçüde toplumlar kendini devlete daha yakın hissediyor ve ülkenin diğer kesimleriyle daha sıkı bağlar kuruyorlar. Yani içine kapanık bir cemaat olmaktan çıkıp o ülkenin asli unsuru olma duygusunu yaşıyorlar. Türkiye özelinde söylemek gerekirse o cemaat Türkiyelileşiyor. Böylelikle ülkenin eğitim, kültür, sanat ve ticari hayatına katkıları da giderek artıyor. Farklı etnik grupların doğal olan haklarını teslim etmenin ayrılıkçılığı körüklediği iddiası ise hakim kültür olma ayrıcalığını yitirmek istemeyen kesimlerin demagojisinden başka bir şey değildir. Bu açılardan bakıldığında Antakya deneyimi bugün tartıştığımız ve bazılarını çok tedirgin eden “Demokratik Açılım” için iyi bir model olabilir. Kimliğimizi yaşayarak bütünleşebilmek için. 
                                                                                    06.10.2009 mehmet ateş

AŞURE’ NİN YENİ TARİFİ


1939 yılında kapandı kapılar. Ortadoğu’nun ortasına yeni ve anlaşılmaz bir sınır daha çizildi. Zaman içerisinde akrabalar birbirine yabancılaştı ve daha kötüsü beyinlerde de sınırlar oluştu. Mesela bu bölgede halen birinci derece akraba olan birçok aile birbirlerinden haberdar değil. Çünkü binlerce yıl aynı coğrafyanın ve kültürel çeşitliliğin parçası olan halklar sınırların masa başında çizilmesiyle aşuredeki tahılların tek tek ayrıştırılması gibi birbirlerinden ayrılıp ayrı kaplara konuldu. Ama fark edildi ki ayrı kaplara konulan bu tahıllara ne katarsak katalım, ne soslar eklersek ekleyelim tek başlarına pek tatları tuzları yok. Bazı tahıllar ancak başka tahıllarla bir araya gelince gerçek lezzetleri ortaya çıkar. Tahılların bir araya gelip birbirlerinin aromasından, tadından ve suyundan tatmaları gerekiyormuş. Yani şebk* olmaları gerekiyormuş. Aşçılar yanılmıştı. Her şey tariflerde yazdığı gibi olmuyormuş. Lezzetli bir yemek için içgüdülere, yaşanılmışlıklara ve ağız tadına da ihtiyaç varmış. Şimdiye kadar tahıllarla sadece karnımızı doyurmuş, yaşamak için bu yemekleri yemişiz. Zevk, keyif ve ağzımızın talep ettiği damak tadını kaybetmiş daha da kötüsü bunu çok doğal bir olay gibi algılamışız. Daha doğrusu aşçılar bu malzemelerle ancak bu kadar lezzet yaratılabileceğine dair yalanlar söylemişti bize. Ama artık bu aşçıların işine son vermenin zamanı gelmişti. Bu kadar çok lezzetli, bereketli tahıl, meyve, su ve baharat varken bu kadar sasık ve tatsız aşure yapmak, malzemeleri bu kadar kötü kullanmak kabul edilebilecek bir şey değildi.
Ortadoğu’da aşure yeniden eski tadına dönüş yolunda. Ayrı tencerelerde pişirilen tahıllar tek bir kazanda toplanmaya ve pişmeye başlıyor. Aşureye son iki yıldır yeni tahıllar ekleniyor ve yavaş yavaş yeni tatlar ortaya çıkıyor. Bahsettiğimiz aşure Türkiye-Suriye arasındaki vizenin ve psikolojik sınırların yavaş yavaş ortadan kalkmasıyla pişiriliyor. Bu yeni lezzetli tadı yaşlılar biraz anımsıyor, gençler ise yeni bir yemek keşfeder gibi; ama yaşlıların tecrübelerine de güvenerek zevkle yemeye başlıyorlar.
Ortadoğu artık sadece savaş, yoksulluk ve bağnazlıkla anılmıyor. Türkiye diğer komşularıyla olduğu gibi güney komşularıyla da ilişkileri olağanüstü seviyede geliştiriyor. Avrupa Birliğini çağrıştıracak bütünleşme çalışmaları hız kazandı. Sınırların gevşemesinin barışı hızlandıracağına dair ütopya gerçeğe dönüş yolunda. Her alanda başlatılan bu atılımların son birkaç ay içerisinde Antakya’daki yansımalarını görelim:
Birincisi, vizenin kaldırıldığı geçen Ramazan Bayramından beri Türkiye’yi ziyaret eden Suriye vatandaşlarının sayısı ikiye katlandı. Antakya’daki çarşı, pazar, otel ve lokantalardaki Suriyeli akrabalar daha görünür olmaya, Arapça daha çok duyulur olmaya başlandı. 70 yıldır zayıflamaya başlayan Antakya’nın tarih boyunca var olan çok kültürlü, dilli ve inançlı özelliği tekrar canlanma yoluna girdi. En çok ziyaret edilen mekânlar Suriyelilerin de kutsal saydığı ve aslında kültürel olarak o coğrafyanın devamı olan kiliseler, camiler, Arap-Alevi türbeleri ve havralardır. Bu mekânların en anlamlısı ve Antakya’yı özetleyen eseri Habib-i Neccar Camisi’dir. Bu camiye ismini veren Habib-i Neccar (Hz. İsa’ya inanan ilk kişi) Sünniler, Arap Alevileri (Nusayriler) ve Hıristiyanlar tarafından kutsal kabul edilmektedir. Caminin içinde Kuran-ı Kerim’de de geçen Hıristiyan azizler Yunus (Yuhanna) ve Yahya (Pavlus) türbeleri bulunmaktadır. Habibi-i Neccar Dağı’nda ise Nusayrilerce kutsal kabul edilen Habib-i Neccar ziyareti (türbesi) vardır. Bu dini mekânlar üç farklı inanç sahipleri tarafından ayrım yapılmaksızın ziyaret edilmektedir. Suriye’den gelen misafirler artık bu mekânları ziyaret edebiliyor ‘sevgiliye hasret’ böylece bitiyor. Aynı zamanda kendilerini bu mekânların ve coğrafyanın bir parçası olarak hissetmeye başlıyorlar.


İkincisi, iki ülke sanatçı, yazar ve akademisyenleri arasında başlayan etkileşim ile yıllar önce koparılan beslenme damarları tekrar güçlü düğümlerle birbirlerine bağlanıyor ve taze kanlar şehirleri karşılıklı olarak tekrar beslemeye başlıyor. Antakya’ya gelen edebiyatçılar Türkiye edebiyatının büyük kalemlerini merak ediyor ve çevrilmek üzere ülkelerine koliler dolusu kitaplar götürüyorlar. Güçlü ve yüklü Arap müziği Antakya’nın sokaklarında, kahvelerinde ve evlerinde tekrar can buluyor. Mesela Lübnanlı sanatçı Fayruz’un- her ne kadar bu topraklardan hiç ayrılmadıysa da- Li Beirut, Hibbaytek şarkıları artık daha gür bir şekilde Asi Nehri boyunca, zeytin tarlalarında ve Tini Rakılı sofralarda yankılanmaya başlıyor.
Son olarak, bu yakınlaşma batılı kimliği de olan Türkiye’yi Ortadoğu’ya, Suriye’yi de daha fazla Avrupa’ya yakınlaştırıyor. Görünür gelecekte bu yakınlaşma Ortadoğu barışını ve medeniyetler arasındaki yakınlaşmayı ciddi bir şekilde tetikleyecektir. Kim bilir belki ilerde Doğu ve Batı’nın kendine özgü çok güçlü tatlarından, çok lezzetli ve çok özel yeni bir aşure pişirilebilecek. Yeter ki bu aşureye her tür tahıl girsin, hiçbir tahıl birbirine baskın gelmesin ve aşureden herkes istediği kadar yiyebilsin. Bu bir ütopya diyeceksiniz belki; ama unutulmaması gereken gerçek, bu toprakların tarih boyunca ütopyaların en çok üretildiği ve gerçekleştiği yer olduğudur.  
Ve şimdi Arap edebiyatının üstadı Lübnanlı şair Halil Cibran’a (1883-1931)  kulak verelim.

Nebi** adlı kitabından bir bölüm:


Birbirinizi seviniz, fakat sevginizi zincirlemeyin.
Sevginiz, ruhunuzun kıyıları arasında kımıldayan bir deniz olsun.
Birbirinizin kadehini doldurunuz, fakat tek kadehten içmeyin.
Birbirinize ekmeğinizi sununuz, fakat aynı lokmayı yemeyiniz.
Beraber terennüm ediniz, raks ediniz, eğleniniz, neşeleniniz; fakat her biriniz tekliğini unutmasın.
Çünkü bir udun telleri, aynı nağmeyle birlikte titrer, fakat her biri ayrı ayrı.
Kalplerinizi birbirinize veriniz, fakat her biriniz kendi kalbine sahip olsun; çünkü kalbi, ancak Hayat eli koruyabilir.
Birlikte durunuz, fakat birbirinize fazla yaklaşmayınız. Çünkü mabedin direkleri de, birbirinden uzak durur. Ve meşe ile selvi birbirinin gölgesi altında yetişmez

*  İç içe girme. Örülme (Arapça)   
** 2009, Pınar Yayınları
 18/2/2010 mehmet ateş

Lazkiye'de Keşifler

Samandağ Musa Dağından görmüştüm ilk Lazkiye’yi. Daha doğrusu hava berrak olduğundan ışıklarını görmüştüm. Lazkiye ile Samandağ (Sveydiye) ile arasında Kel dağı var. Gerçekten de dağ kel. Deniz tarafından herhangi bir engel yok. Suya çizilen sınırı saymazsak.
Sabah erkenden aldı bizi Antakya-Lazkiye arası çalışan taksici Remzi. Ciddi ama nüktedan, işini ve arabasını çok seven şelaleler ve yemekler beldesi Harbiye’den. “Ben olmasam siz yanmışınız” havasını taşıyor ve bunu size hissettiriyor her an J. Yola koyuluyoz. Bir yandan da “bu zemheri soğuğunda gezilir mi?” diye de içimizden geçirmiyor da değiliz yan.  Hatay’ın sınır ilçesi Yayladağı’na giderken yolda sis ve kar bizi karşıladı. Kendimizi bir anda Antakya’nın binlerce km uzağında bir dağda hissettik. Az sonra sınırdan kolaylıkla geçtik. Şoförümüz ucuz mazot almak için hemencecik çok eski bir benzinliğe uğradı. Oradan da genelde Samandağ Musa Dağından sürgün edilen Ermenilerin yerleşim yeri olan Keseb şehrine girdik. Burası yazın yayla havası olan Suriyelilerin sayfiye kasabası. Birkaç katlı taştan yapılı yazlıklar göze çarpıyor bir anda. Mekanlarda Kilikya ismini sıkça görmek bizi fazla şaşırtmadı. Hava çok soğuk olduğundan kasaba ıssız bir adayı andırıyordu. Gözümüze bir anda kırmızıya boyalı, sanat eseri havası olan bir yapıya çarptı. Üstünde Arapça ve Ermenice yazılı bir tiyatro binasıydı bu. Hemen yan tarafında görkemli bir kilise ve karşısında yeni ve taştan yapma bir cami de görünce kendimi huzurlu hissettim ve korkunç soğuğa ve rüzgara rağmen içim ılıdı. Arabanın içine girmek istemedim. Buraya yazın gelmeye karar verip Dağdan Lazkiye yoluna girdik.  
Yol dolambaçlı ve dağlardan geçtiği andan itibaren aklımda hep Gökova’ya inerken geçtiğimiz Sakar Geçidi yer aldı. Yol boyunca Alevi Arap ve Türkmen köylerinden geçtik. Yol kenarlarında sıkça rastladığımız tandırcıların birisinde durduk. Bizim taksicinin mekanı burası. Tandırda İmdehniy (biberli ekmek), Ftayer (gözleme) yapan Salma ile Arapça-Türkçe sohbet edip onun yaptığı bu güzel şeylerden yüzümüzü acıtan sert rüzgara rağmen bol bol yedik, çay içtik. Toplam yaptığımız ödeme 150 Suriye lirası (4,5 TL). O’na 50 SL (Suriye Lirası) bahşişi zorla kabul ettirebildik. Pek gururlu bir kadın. Bu arada Salma’nın günlüğü 12 saat çalışma karşılığında 250 SL. Sonradan da göreceğimiz gibi burada her şey o kadar ucuz ki. Şaşırıp kalıyorsunuz. Züleyha’nın dediği gibi “burada kendimi Sabancı gibi hissediyorum.” Fiyatlar açısından bir İngiliz’in Türkiye’de hissettiğini biz burada hissediyoruz.  Vize de kalkınca Antakya’dan ve hatta Türkiye’nin farklı yerlerinden buraya gelip yaşamaya başlayanlar var. Dahası ülkeye giriş yaptıktan sonra 6 ay boyunca sizi arayıp soran olmuyor.
Dağlar bitip ovaya inince kendimi bir anda Samandağ’da hisseder gibi oldum. Her taraf alabildiğince narenciye tarlası ile kaplı ve tarlaların hemen bitiminde deniz başlıyor. Ve tam bu sırada daha önceki gelişimde tanıştım iki Lazkiyeli arkadaş Basem ve Baseli aradım. Biri İngilizce öğretmeni diğeri ise bir avukat. Bir saat sonra buluştuk ve bir sürprizle karşılaştık. Basem ve Basel biz geliyoz diye Deniz kenarında bir villayı bizim için kiralamış, Suriye şaraplarını hazırlamış ve klimayı açmış bizi bekliyorlar. Burada misafirler hala en çok değeri ve ilgiyi hak edenlerdir. Onları bugün kalamayacağımıza ve akşam dönmek zorunda olduğumuza zar zor ikna edebildik. Ama güzel şaraplardan bir tanesi içtik diğerini ise -sonradan fark ettik- Basel çaktırmadan çantamıza atmış. Basem ile Basel güz boyunca Lazkiye’nin en ilgi çeken yerlerine götürdüler. Portakal bahçesinin içinde geleneksel bir lokantada Ortadoğu’nun bekli de en güzel yemeklerini yedik. Lokanta Suriye Cumhurbaşkanı Başer Esad’ın yazlığının hemen ilerisinde konumlanmış. Yemekler Antakya mutfağının yemekleriyle çok benzerlikler göstermesine rağmen birkaç farklı lezzetler tattık. Fettuş, Güveçte Tavuk Ciğeri, Tuzlu limonlu Suriye birası ve tabiî ki kendilerine özgü aromasıyla Şişe  yani nargile. Lazkiye’de içki günlük yaşamın ayrılmaz ve sıkça tüketilen bir parçası. Lokantada Boğma Rakıyı (ev yapımı) testiyle sunuyorlar. Ortada yanan odun ateşinin külünde patates pişiriyorlar. Bu beni 20 yıl önceki köy hayatıma geri götürdü. Yemekte birçok konuda muhabbet etme fırsatımız oldu. Ortak dil Arapça ve Arap kültürü olunca kendimizi farklı bir ülkede değil de Antakya’da komşu bir köyde dostlarla konuşuyormuşuz gibi hissettik. Sınırların saçmalığını ve zalimliğini bir kez daha hissettim. Ve 70 yıldır bu insanlarla aramızda sınırın neden bu kadar yüksek örüldüğünü düşünüp içten içe kahroldum. Basel Basem’in kız kardeşiyle nişanlı ve Mart ayındaki düğün yapıyorlar. Bizi de davet ettiler. En büyük hayalleri balayında Antalya’da birkaç gün geçirmek ve Türk dizilerinde gördükleri yerleri görebilmek. Biz de onlara düğün hediyesi olarak Antakya’daki köyümüzde yer alan Beytuturaba (Geleneksel Toprakev Konuk evimizde) davet ettik. Çok mutlu oldular. Basem Samandağ sınırındaki bir Türkmen köyünde İngilizce öğretmenliği yapıyor. Maaşı 200 Dolar civarında. Bundan pek şikâyetçi görünmüyor ve ekliyor. “Bunun 100 doları ile geçiniyor 100 dolarını da biriktiriyorum.” Basem’in en büyük zorluğu Türkmen çocukların okula gelmek istememeleri. Çünkü diyor “Tarlada çalışmak zorundalar.” Ve zorunlu eğitim 9 sene. Ayrıca diyor, “Bu çocuklar maalesef Arapça bilmiyor” o yüzden ben de çok zorluk çekiyorum öğretirken ve iletişim kurarken. Bu durum bizim Kürt çocuklarının durumunu hatırlattı. Yemek ziyafetinden sonunda hesap ödeme kavgası başladı. Ne ettiysek, “burada misafirler ödemez” tepkisiyle karşılaştık ve ödeme yapmamıza izin vermediler. Artık Basel’le Basem’i Türkiye’de ağırlamak bize farz oldu.
Yemekten sonra İ.Ö 14. Yüzyılda kurulmuş olan Ras Hamra’daki Ugaritler kalıntılarının olduğu bölgeye gittik. Burada Afrika-Asya dil ailesinden ve İbranice’nin atası olan kabul edilen Ugaritçe alfabesi icat edilmiş. Bu alfabe ile yazılmış tabletleri Lazkiye merkezdeki ulusal müzede görme fırsatımız oldu. Tabletlerden birisi karalın kraliçeden boşanmasını karara bağlayan resmi bir yazı idi. Gülümsedim. Bu kalıntıların tam ortasındaki meydanda oturup hayal gücümü zorlayıp 14.000 yıl öncesine döndüm ve o zaman burada var olan insanları hayal ettim. Çok zor. Binlerce yıllık zaman yolculuğundan sonra Anneannemin köyünü ve akrabalarımı bulma isteği uyandı içimde. Basel ve Basem Zubar (anneannemin köyü) köyünü bildiklerini ancak Laskiye’ye 50 km mesafede olduğunu söylediler. Hava soğuk ve zamanımız kısıtlıydı. O yüzden bu ziyareti bahara annemle babamla beraber yapmaya karar verdik. 
Laskiye merkezde Nusayri (Arap Alevi) kutsal mekânlarının yanı sıra Camiler, Hıristiyan Arap ve Ermeni kiliseleri bulunuyor. Bunların en büyüğü Latin kilisesi olarak adlandırılmış olan Hıristiyan Arap kilisesi. Fransız mimarlar tarafında yapılmış, hoş freskleri ve görkemli bir havası sizi hemencecik etkisi altına alıyor. Yan tarafında ise kilisenin sosyal etkinlikler için ayrılmış alanı bulunmaktadır. Basel ve Basem Lazkiye’nin çok dinli ve kültürlü yapısının huzurlu bir şekilde yaşandığını insanlara dinini ya da milliyetini sormanın ayıp kabul edildiğini hatta resmen yasak olduğunu söyledi. Gerçekten de şehirde kendimizi çok rahat hissettik. Dükkanlarda çalışan süslü genelde renkli gözlü kızlar ve sokaklarda kolay iletişim kurabileceğiniz her an yardıma hazır insanlarla burası Türkiye’de bazı insanlarda var olan önyargıları altüst edecek toplumsal bir yapıya sahip. Birazdan limanın yanındaki parkta organik ürünler satan pazara gittik ve hemen herkesle muhabbetler etme ve kaynaşma şansını yakaladık. Türkiye’den ve özellikle Antakya’dan olduğumuzu öğrendiklerinde bize daha bir yakın davranıyor, Suriye televizyonlarında yayımlanan Türk dizlerinin sonlarında ne olduğunu soruyorlar ve Başbakan Tayyip Erdoğan’ın politikalarını ve kendilerine yönelik yaklaşımını takdirle karşılıyorlar. Oracıkta seyyar satıcı gençlerden Fül yemeği yeme fırsatını da yakaladık. Yani bişey bu Fül? Haşlanmış baklanın üstüne baharat karışımı konuluyor ve limon sıkılıyor. Ayrıca da suyundan ekliyorlar. Bizi sevindiren bir şey de bu pazarda plastik torba kullanımının yasak olması ve onun yerine kese kâğıtlarının kullanılması. Pazardan aldığımız nar ekşilerini, defne sabunlarını, ev yapımı leylak, nergis ve gül parfümü şişelerini bu torbalarla getirdik Türkiye’ye.   
Akşam olmuştu artık. En son bizi ne yapıp edip Laskiye limanı içerisindeki Free Shopa soktular ve ucuz alışverişimizi yapma fırsatımız oldu. Sonra da bizi taksicimize teslim ettiler. Vedalaşma hüzünlü oldu. Basem, “ burada kardeşlerinizin olduğunu sakın unutmayın ve sık sık ziyarete gelin”. Ayrılmak ve orada kalmak geçti içimizden ama nasılsa devamı gelecekti. Taksiye bindik. Bizim kendinden emin 70. yıllardaki Yeşilçam artislerine benzeyen taksicimizle karanlık orman yolundan hızla geçtik. Arada güvenlik kontrolleri oluyor, şoförümüz Arapça konuşup kısa sürede işini hallediyordu. Gümrüğe 10 km kadar kalmışken bir markette durduk. İnsanlar Türk kanalı atv yi izliyorlardı. Birçok şeyi Türkiye’deki fiyatının yarısına alabildik. Mesela Türkiye’den Suriye’ye ihraç edilen Yeni Rakı (70 cl) 14 TL, Smirnoff Votka (100 cl) 15 TL. Sadece içkilerin fiyatlarından bahsetmeyeyim. Sadece içki almadık oradan. Büyük tüp doldurma 10 TL. Türkiye’de 53 TL. Gerisini siz tahmin edin. Gümrükten marifetli taksicimiz sayesinde 10 dakikada geçtik ve saat 21.00 gibi köyümüzde olduk. Taksiciye hafta içi 180 hafta sonu 200 TL ödüyorsunuz. Sabah evden alıyor gün boyu sizinle geziyor ve akşam sizi evinize kadar getiriyor.
Küçük paralarla tarih, doğa, kültür ve yemek dolu bir gezi yapabildik. Bir güne birçok şey sığdırabildik. Herkes de bunu kolaylıkla yapabilir. Sadece azıcık heyecan, merak ve enerji gerekiyor.