18 Ağustos 2011 Perşembe

Karaburun’dan Çeşme’ye; Tavaf













Kasabanın kokusunu alınca gözlerim güldü. Küçük iskelesi, kıyıda denizle oynaşmaktan bilyeye dönüşmüş renk renk taşları, köy evleri, mütevazı pansiyonları, lokantaları ve yeni olgunlaşmış incirleri ile beni, bizi koynuna alıverdi. Burası Karaburun. İzmir’in en küçük ilçesi. İyi ki de en küçük kalmış. Yavaş hayat ritmiyle Citta Slow ünvanını çoktan hak etmiş bir yer burası. En maceralı ve en sürprizli yoluna sahip. Buraya gitmeye karar verdiyseniz dikkate almanız gereken bazı hususlar var. Çeşme otobanından Karaburun yol ayırımına girdikten birkaç dakika sonra yol tamamen kıyıya paralel devam ediyor, kıvrılıyor, batıp çıkıyor ve yarlara yaklaşıp uzaklaşıyor. Ancak güçlü mideye sahip ve sabırlı olanlar buradan zevkle geçebilirler. Yavaş yavaş. Benim gibi şoför sizseniz ve yeni doğan bir kuş yavrusu gibi etrafınıza merakla bakınmak hoşunuza gidiyorsa işiniz daha da zorlaşıyor. Çünkü bu virajlı yolda arabayı uçuruma sürmeden aniden karşınıza çıkacak doğa yapımı mavi harikaları seyretmek oldukça zor.  Zorluk derecesini arttıran ikinci sebep ise arabadaki 4 farklı karakterden oluşan 4 kadının olması. 4 kadınla yola çıkmak! Cesaret istemez mi? İzmir’de başlayan kadın muhabbetlerine ek olarak Özlem’in midesinin bulanması ve sonra kusması, Hande’nin acıkması ve susaması, Ferdus’un sosyal içerikli telefonları ve Züleyha’nın sıkılması bir süre gözlerimin önüne bir perdenin çekilmesine ve sadece yolun şeritlerini görmeme sebep oldu. Ama artık çok geçti. Zülü’nün sıkça söylediği gibi, “şemsiye meselesi”. Yola çıkılmıştı abir kere. Steinbeck’in bir sözü durumu daha da iyi özetliyor. “Seyahat evlilik gibi bir şeydir,  onu kontrol edebileceğini düşünmek hataların en büyüğüdür”.
İki saat içinde Karaburun’a vardık. Bunalmış ve ısınmış olmak demek keşif ve yüzme demektir. Karaburun kasabası denizden biraz uzakta denize hafif tepeden bakıyor. Etraf kara gerçekten. Mavi deniz, sarı kayalar ve çıplak topraklar. İskeleye yönlendiriyor bizi taş pansiyonun sahibi Hülya Hanım. Deniz bize anlatıldığı gibi akvaryum gibi. Öyle temiz ve duru ki deniz altındaki yosunlar, otlar Züleyha’yı korkutacak deniz hayvanları olarak göründü. Denizde küçük bir panik. Özlem korkudan deniz kenarında buldu kendini. “Ferdus’un bizi hemen de sattın” takılmalarına Özlem, “kızım benim çoluğum çocuğum var” cümlesiyle karşılık verdi. Tabi bu savunma O’na yol boyunca takılmamıza engel olmadı. Tadımlık bir deniz keyfiydi bu. Yüzerken bile herkesin hayalinde iskelede Kalyon Restoranda balık rakı keyfi yapmak vardı. Uzun kollu elbiseler giydirecek kadar rüzgarlı ve serin Karaburun’un bu herkesin herkesi tanıdığı yemek, yürüyüş, eğlence ve tekne barınağının olduğu mekanda kendimizi ahalinin ritmine kaptırıverdik hemen. Her zaman yaptığım gibi arkadaşlardan fırsat bulup çevre keşfine çıktım. Fotoğraf makinem gözünü açmış, yeni bir yerde olmanın merakıyla ava hazırdı. İskelenin arka tarafından geçen yol üstünde dalından incir koparırken aynı anda gün batımını izlemek, aşağıda insanların telaşsız ve birbirlerine sevgi gösterme telaşını yaşarken izlemek ve balıkçıların barınağa huzurla geçişine tanık olmak hayata bir halat daha bağlamama sebep oldu. Çin dili edebiyatı okuyan Burak adlı genç barmen’in kasaba ile ilgili verdiği bilgiler ve dedikodularla kendimi azcık buralı gibi hissetmeye başlamıştım. Ancak Bernard Shaw’ın dediği gibi “dışarıdayken evdeymiş gibi hissetmekten hoşlanmam” fikrini kendime ilke edinip kasabayla arama biraz mesafe koymaya çalıştım. Onun içinde olup ona dışarıdan bakabilmek için. Daha iyi tanıyabilmek için.
Lidaki yada kefal, rakı ve ege mezeleri. Delirmiş denizin dalgalarına ve batan güneşin arkasında bıraktığı mor gökyüzü eşliğinde bol Niğde gazozu ve Emine’nin maceralarından oluşan bir muhabbet eşliğinde gezilerimizin klasiklerinden birini yaşadık. Özlem çocuğunu ilk defa babasına bırakıp özgür olmanın keyfiyle stand up yıldızı modunda kadınları kadınca muhabbetlerle gülmekten kırdı geçirdi. Zülünün gülme krizi gözlerinden yaşlar getirdi. Ben bir “yanaşma” gibi masalarına ilişmiş oturuyor ve şen hallerinden kendi payıma sevinç devşiriyorum. Az tanıdığınız biriyle tatile çıkmanın avantajı karşındakini iyi tanımak için yeterince fırsatın doğması ve hemen sıkılmamak. Hande, Ferdus ve Özlem’le uzun sürede yaşanacak yakınlaşmayı 2 günde hayata geçirip annemin Arapça deyimi ile tıyzen im ferd el bes (bir donda iki kıç) gibi oldular. Güzel kafa ile gecenin yarısı pansiyonun yolunu tuttuk. İskeleye sırtını verip begonvilli evlerin arasından geçerken sokak aralarında oturmuş ve geceye ortak olmaya çalışan ihtiyar teyzeleri ve amcaların yavaş muhabbetlerini duyar gibi oldum. Bu arada yokuşu çıkınca arkaya bakmalı ve maket gibi duran iskele ve denize bir de gece göz atmalı ve yanınızda gürültücü arkadaşlarınız yoksa birkaç dakika dalmalı. Gecenin zifiri karanlığı bütün ayrıntıları yok eder ve insanı asıl nesneler üstüne yoğunlaşmasına yardımcı olur. Gece Karaburun iskelesini seyretmek böyle bir şeydi işte.
Yazlık bölgelerinde insanlar geç yatar ve geç kalkarlar. Eğer siz erken yatıp erken kalkarsanız o mekanı en farklı şekilde görme imkanı yakalarsınız. Gittiğimiz İncirlikoy sahilinde akşamın izleri, insan kokusu, yan yatmış bir şezlong ve bira şişeleri ile yapılan muhabbetler havada asılı durmuş. Hissedebiliyorsunuz. Sahilin çalışanları yarı uykulu ve akşam kızlarla yaşadıkları eğlenceleri aratan ruh hali ve dağınık saçlarıyla yavaş yavaş temizliğe hazırlanıyorlar. Koydan denize girip Asya otelin kapattığı akvaryum koyuna yüzerek girebilir ve böylece yasağı delebilirsiniz. Her zamanki gibi yeni bir koya her girişimizde aramızda “en muhteşem renkler, en temiz deniz burası” tartışması başlıyor. Bir süre sonra karınlar zil çalıyor ve Karaburun’un kalbine gidiyoruz. Çay bahçesinin içinde hummalı hazırlıklar yapılıyor. Karaburun festivali kapsamında en güzel üzüm yarışması hazırlıkları bunlar. Hemen yakınlarında masaya kurulduk. İşini oldukça fazla ciddiye alarak çalışan sevimli tombul çocuk garsonun itirazlarına rağmen çıkınlarımızı masaya serdik. Hem kahvaltı yaptık hem de kız güzellik yarışmasını andıran etkinliği izledik. Farklı köylerden gelen çoğu ihtiyar amca sepetlere konmuş altın rengindeki şaheserlerini heyecanla jüri üyelerine gösteriyorlar. Üzümlerini çocuklarını taşır gibi taşıyorlar. Bir ara ihtiyarlar yılların verdiği yorgunluğa rağmen yüzlerini, gözlerini, başlarını ve kolları harman dalı müziği eşliğinde havaya kaldırıyorlar. Oyun süresince yüzlerinde utangaç ama mağrur bir ifade seyircileri etkiliyor. Gençlikleri geliyor aklıma ve muhtemelen onlar da aklına. Üzümlerden tadıyor, içimden verilen emeğe müteşekkir oluyorum.
Artık yola çıkma vakti. Hedefimiz Karaburun yarımadasını tavaf edip Çeşme’ye ulaşmak. Gerçi Zülü Christophe Colomb gibi yıllardır bu seyahatin hayalini kurmuştu. Gün bu gündü. Bizi de hayallerine ortak etti. Biz de hazır hayale ve plana dahil olmanın rahatlığıyla yola koyulduk. Virajlar, engebeli, boş sarı tarlalar ve mavi koylar karşıladı bizi. Her dönemeçte kızların hayret belirten nidaları yükseldi. Başka bir coğrafyaydı burası.  Ara ara köyler ortaya çıkıyor. Çöl ortasında yüzlerce yıllık kadim taş evlerde insanların yaşadığını hayal etmek bile güç. Sonra da yeni dikimi yapılmış uçsuz bucaksız zeytin tarlaları çıkıyor karşımıza. 10 yıl sonrası aklıma geliyor. Zeytin ağacına yaslanmış karşıdaki Sakız (Kios) adasını izliyorum. Ve muhtemelen Yunanlı birisi karşıda aynı şekilde oturuyor olacak. Muhtemelen de aynı havayı, yorgunluğu ve yoğunluğu hissedecek. Telefon sinyalleri sınır tanımıyor tabi ve Hande’nin telefonu sürekli Yunan operatörünü gösteriyor. Yola devam. Yol yine maceralı ki bu yüzden hiçbir araba geçmiyor ne yanımızdan ne karşımızdan. Tek gördüğümüz ve aniden fark ettiğimiz yemyeşil renkte bir bukalemun. Yolu karşıdan karşıya geçiyordu. O hızla onu ortalayıp ezmediğim için seviniyoruz. Yemyeşil bir vadide mandalin portakal ve limon bahçelerinin içinde kurulu köye giriyoruz. Sahilinde keçilerin otladığı yerde denize giriyoruz. Denizi anlatmaya gerek yok. Karaburun yarımadasında tüm koylar temiz, hoş renkli, soğuk ve genelde dalgalı. Gözlükleri ve şnorkeli almayı unutmamalı çünkü denizaltı deniz üstünden çekici, eğlenceli ve şaşırtıcı.    
Yol üstünde en çok beğenmediğimiz kasabaya varıyoruz. Yine taş evler ve renkli pencere ve kapılarıyla denize bakan yamaçta kurulu Alaçatı’nın ciks olmamış hali, Çeşme’ye 20 km mesafedeki Ildırı’ya varıyoruz. Tarihteki adı Yunanca kızıl kent anlamına gelen Erythria. Anfi tiyatro, Kilise ve Akropolu köyün hakim tepesine kurulmuş, sokaklarında capcanlı çiçekler, balıklar, sebze ve meyveler olan köyde evden dönüştürme çok şirin bir kafeye giriyoruz. Kafenin ismi de gözlemeleri yapan teyzenin isminden alınma; Şirin. Hemen yanı başında arkeologların kazı yaptığı alan, bahçeler ve deniz manzarası kısa bir süreliğine açlığımızı unutturtuyor. Ama sadece kısa bir süreliğine. Çünkü Hande her zamanki gibi açlıktan yüzü önüne düşmüş, asılmış, sipariş verirken acılar çekiyor. Şirin garson kızdan farklı şeyler istesek de sofraya geldiğinde zaten her şey herkesin olacak rahatlığıyla gözleme, menemen, dut şurubu, limonata ve ayran istiyoruz. Köylü işi köylü tadında yiyeceklerdi. Leziz. En isabetli sipariş Ferdus’tan gelmişti. Kıymalı, otlu ve lorlu gözleme. Sofradaki her şey paylaşıldı. Gezilerimiz zaten paylaşmak temeli üzerine kurulu. Ancak Özlem’in dondurmasını yalatmak istememesi bu genellemenin dışında kalıyor. Yol boyunca Özlem’in bu komik hareketinin geyiği yapıldı. Herkesin içinden burada bir gece kalma düşüncesi geçiyor ama her zaman yapıldığı gibi “bu bir keşifti, nasılsa bir daha geleceğiz” avuntusuyla yola kaldığımız yerden devam ediyoruz. Ildırı’dan sonra aniden Çeşme kültürü başlıyor. Bol yazlıklı, hızlı, çok tüketici bir hayat çıkıyor karşımıza. Oradan hızla geçiyor ve Alaçatı’ya varıyoruz. Hande’nin deyimiyle, “şimdiye kadar gördüğüm en kötü yer” burası. Evler ve dükkanlar yerli sahiplerinden satın alınıp restore edilmiş. İçlerine markalar, dokuya uymayan  müzik ve eşyalar konmuş, sokaklarında farklı bir insan yapısı ile Camiyi ve güneşi saymazsak İngiltere’deki herhangi bir kasaba farklı bir yer değildi. 10 yıl önce gittiğim ege kasabası, ege insanı, müziği ve cümbüşü ortada yoktu artık. Kimliği tamamen değişmiş ve elbette ki bize değil de başka bir sınıfa hitap etmeye başlamıştı. Sakızlı dondurması aklımızda tek kalan güzel şeydi. Bu arada Özlem dondurmasını yine tek başına yaladı.
İzmir’e dönüş vakti. Yolda yine video kayıt yapıyoruz. Herkes gezinin değerlendirmesi yapıyor. Özlem’i otogara bırakıyoruz. Dostlarına uzun süre sonra kavuşmuş olmanın ve şimdi onlardan ayrılmak zorunda kalmanın hissiyle vedalaşırken gözleri kızardı, doldu ve ağladı. Mutlu son… 
                                                                                  AteşNaar, 16 agsts 11, izmir

11 Ağustos 2011 Perşembe

Kanyonda; Bir Şehirde İki İklim






Hava sıcak değil adeta kaynıyor. Biraz uzağa bakınca buhar sis gibi görünüyor. İzmir’desin. Bu havada dışarı çıkamazsın. Kitap okumaya, TV izlemeye, en yakınındaki ile sohbet etmeye çalışıyorsun. Olmuyor. Deniz çekmiyor seni çünkü su ilik sahil sıcak. Bunalmış, ağızdan cansız çıkan sözler ve bıkkınlık hali. Bu durumda ne yaparsın? Kemalpaşa’da kanyon yürüyüşü! Vücuda ve beyne tekrar hayat verebilmek için bundan daha etkili bir etkinlik olamaz. Peki nerede bu kanyon? İzmir’e 30 km mesafedeki Kemalpaşa ilçesinden geçip, kiraz bahçelerinin arasından süzülüyor ve Yiğitler köyüne varılıyor. Oradan da orman yoluna sapınca adeta Karadeniz başlıyor. Üstü sıcak bir İzmir içi ise serin bir Karadeniz. S çizen yollardan dağ yolunu takip edip çamlara ve yeşilin coşku veren güzelliklerine doyunca istediğiniz bir noktadan soğuk suyun aktığı dere yatağına ve kanyona varıyorsunuz. Güzellikleri uzakta aramayın derler ya. Gerçekten de öyle. İsviçre, Slovenya ya da Avusturya Alplerine çok benzeyen ve masallarda anlatılan canavarlara benzeyen yarılmış dağ şekilleriyle karşılaşınca insan sevimli ama sarı ve kurak İzmir’de olduğunu unutuveriyor.
Doğadaki hayvanlar ve bitkilerle bütünleşerek yaşamaya niyeti ve küçük küçük eylemleri olan biz beş arkadaş gözümüze kestirdiğimiz bir yerden kanyona giriyoruz. Buralar bize biraz tanıdık geliyor çünkü kışın hem kar yağdığında gelmiş hem de baharda iki kanyonun birleştiği noktada yabani bir kamp yapmıştık. O, uzun, soğuk ve eğlenceli gecede çadırda uyurken kanyondan akan suyun coşkun sesi ve başta domuz olmak üzere birçok hayvanın çıkardığı sesleri kendimize ninni yapıp ürpererek uyumuştuk.  Sabahleyin de hemen dibimizde suların çılgınca aynı noktaya dökülmesiyle oluşmuş kazanda yüzmüştük. Kar suyu idi. Soğuktan vücudumuzun yandığını hissetmiştik. Allahtan kamp arkadaşlarımız ateşi hazırlamışlardı. Isınmış ve donlarımızı kurulamıştık.
Bugün de hedefimiz kanyon içinden sulara gire çıka o noktaya ulaşmak. Ancak yürüyüşe başlar başlamaz bu hedefin çok büyük olduğunu herkes kendi içinde fark etti ama kimse kimseye belli etmedi. Daha yüzüncü metrede belimize kadar sulara battık. Gerçi zaten amacımız yürürken ara ara yüzmek ama bu bizi bayağı yavaşlatıyordu. Artık ilerleyişimiz birbirimizin ellerinden ne kadar tutacağımıza bağlıydı. Sandaletlerimizle bazen suyun içinde yürüyerek bazen de kayalarda geyikler gibi seke seke ilerliyorduk.  Bu arada hava durumu tamamen değişmişti. Kanyonda akan serin su ve kanyonun üzerini örten sık ağaçlar sayesinde vücudumuz serinlemiş ve yanımızdakilerle sohbet edecek kıvama gelmiştik. İnsanın doğa içinde yürürken bir sonraki metrelerde neyle karşılaşacağını bilememesi çok ilgi çekici bir şey. Dünya ile bağlantının kopması, sıcakta bile çiftleşeceğim diye inat eden çırcır böcekleri, kuş sesleri ve çok yüksek çıkan Yılmaz’ın sesi ile aynı anda iç yolculuklarımızı da yapıyorduk. Belki de modern dünyadan yalıtılmanın ve insan doğamıza çok yakın bir ortamda olabilmemiz sayesinde iç dünyamıza daha fazla dalabiliyor, daha güçlü hayaller kurabiliyor ve pozitif bir ruh haline giriyoruz. İç yolculuğumuzdan çıkmamıza Engin’in yakında Avrupa’ya ilk defa yapacağı seyahat ile ilgili planlarını anlatmaya başlayınca çıkıyoruz. Engin heyecanlıydı ve bu heyecanı bize de bulaştı. Hayalperest ekibimiz her zamanki gibi “hadi gelecek sene hep beraber yurt dışı gezisine çıkalım” fikrini ortaya attı. Nerede kalınır, hangi tarihte gidilir, kimler ziyaret edilir? soruları sorulur sorulmaz hızla cevaplandırıldı. Hayal dedik ya. Böyle zamanlarda gerçekleşmeyecek olsa bile heyecanla planlar yapmak herkesin hoşuna gidiyor.
 O anki coşkulu ve pozitif bir havayı ne bozabilir? Elbetteki kanyon içinde zaman zaman önümüze çıkıp modern şehir hayatını hatırlatan plastik poşetler, şişeler ve gazete kâğıtları. O anda doğayı bu kadar sevip de bu kadar kirleten bir toplum olduğumuza hayretler ediyorum. “Şehirde insan güvenliği için polis sistemi var da peki doğa güvenliğini sağlayacak ekip neden yok?” diye sorguluyorum içimden. Çöplere çok kızan Yılmaz’ın kanyonu titren kızgın sesi geliyor gerilerden. Ancak o anda bir fikir aklıma geliyor. Yaz sonu bir kampanya organize edip bu çöpleri toplayabiliriz. Aynı zamanda belediyeye de çöp bidonu ve uyarı levhaları koyması konusunda baskı yapabiliriz. Ve kampanya sonunda bir piknik ve eğlence düzenleyebiliriz. Sanırım bu fikri sadece burada bırakmayıp pesinden gidip gerçekleştireceğiz aksi takdirde o çöpler derenin coşmasıyla denize taşınacak. 
Önden yürümek ve bir sonraki doğa parçasını görmek için sabırsızlanan ben elbette ki sarı, siyah ve yeşil renklerinin karışımından oluşan sanat harikası yılanları görme fırsatı yakalıyorum. Ve yılandan korkan Züleyha ve Emine gelmeden onların kaçmalarını sağlıyorum. Ancak ara ara karşımıza çıkan  kelebek cennetlerini hep beraber izlemek için mola veriyor; o sırada da ben, engin ve yılmaz sulara dalıyoruz.  Az sonra bir şelaleye varıyoruz. Kola ve bisküvi yiyip şelalenin altında mütevazı bir pazar keyif yapan gençler çıkıyor karşımıza. Yol konusunda bilgiler veriyorlar. Ama ben pek dinlemeyip kendimi atıyorum birkaç metre yüksekten akan şelalenin altına. Sırtıma masaj yaptırıyorum. Bu çeşit bir masaj en iyi masörün yapacağı masajdan bile daha keyifliydi. Sonra diğer arkadaşlar geliyor yanıma. Zülü ve içinde bir can daha taşıdığını yeni öğrendiğimiz Emine kayalar üzerinde tırmanış işine giriyorlar ve bu işi çok güzel başarıyorlar. Kanyon, su ve doğa kız arkadaşlarıyla kaçamak yapmak isteyen motorlu gençlerin ilgisini çekiyor tabiî ki. Dere kenarında ilerde anlatacakları maceralı anılar biriktiriyorlar. İlerde şöyle anlatacaklarını duyar gibiyim. “ O zaman genciz tabiî ki. Delikanlılık var kanda. Atmışım manitayı arkama. Kız ısrarla `yavaş sur` dediği oranda ben hızla sürüyorum motoru. O zaman yol mol yok tabi. Abisine yakalanmak riski de var. Sonra kuytu bir yerden dere yatağına iniyoruz. Kızı tam öpeceğim, aşağından bir grup deli geliyor. Kanyon yürüyüşü yapıyorlarmış. Sövdüm saydım içimden ve oradan uzaklaştık. “ O deliler bizdik. Gülümsedim.
Hedefe ulaşamadan açlık baş gösterdi. Gözümüze kestirdiğimiz bir yarıktan ana yola doğru tırmanışa başladık. Her adımda hava durumu değişiyordu. Serini bırakıp sıcakla tekrar buluştuk. Ve daha kötüsü asfalttan geri döndük arabamızı bıraktığımız yere. “Hadi yürürken güneşlenelim” deyip bu sıcağı olumluya çevirmeye karar verdik ve üstlerimizi çıkardık. İçinden geçtiğimiz kanyonu bu sefer yukardan izleye izleye geri döndük. Yorgun, aç ancak rahatlamış ve dingin. Bu geziye nasıl bir mutlu son bulabilirdik? Arabayla dönüş yolunda Kemalpaşa’ya 5 km kala Artvin ve Erzurum’dan gelen insanların kurmuş olduğu Örnek köy’deki yol üstünde sevimli bir aile lokantasında enfes cağ kebabı ve yeni koparılıp közlenmiş biberini yemek fikri coşturdu herkesi.  Sevimli küçük garsonu, Ali ve Karadeniz yüzlü-sakin, beyaz ten ve açık mavi gözler- annesi eve gelen misafirlere memnun etmek ister gibi hizmet etti bize.  Burayı not ediyor ve yolda yeni planlar yapmaya devam ederek evimize dönüyoruz. Yanı başımızda hiç saklanmadan duran ve az zahmetle ulaşılacak güzellikleri keşfe devam…
                                                                                                            Mehmet, İzmir, 09 Ağustos 2011

1 Ağustos 2011 Pazartesi

3. Live with Share With Us Children Programme

Servas Live with Us Share with Us Children Programme started in Ekinci-a village of Antakya in Turkey in 2009. Antakya is a town with 200.000 population very close to Syrian border. It has a variety of cultures with different languages, religions and beliefs. The cousine of Antakya which has the tastes of middle eastern cultures is another special aspect of Antakya. This lovely town is known as the geography of peace and tolerance. That’s why it carries a vast potential for more national and international Servas activities and projects. We have been carrying out  Live with Us Share with Us Programme (LUSUP) for 3 years now starting early July every year. The programme takes between 9-11 days. We invite Servas members from Turkey and the world to volunteer as informal teachers teaching kids of the village anything they know well and wish to share. They live with families in order to experience everyday life of the culture. The needs of the volunteers are met by the families. In return, they teach kids languages, drama, art, music, dans, environment issues, sinema, handcraft, etc. 3-4 hours a day in the house yards, gardens, streets and any other places where life sign is visible. During these precious activities, volunteers learn and observe the life, nature and culture of the family in a natural way but not as an outsider  because volunteers are treated as part of the families after a few days. This programme aims to exchange cultural values, knowledge and experience of individuals. Another goal is to create a positive and fruitful atmosphere for the kids to make the most of their summer holiday by learning, having fun and growing happily. At the end of the programme we organize a mini festival to share with the families what their kids have learnt and experienced during those happy days.
The volunteers coming from different cultures share their knowledge, skills, lifestyles, taste of music, art, meals, dressing styles and ideas with the local kids in a freindly nonformal environment. That enables kids think differently and realize that there are other worlds waiting for them to be discovered as well as the one in the village. It is well known that outsiders make us become aware of where we live, the richness of the culture and the poor qualities that should be improved. It happens exactly the same when volunteers come to live with us and work with kids. Kids suddenly discover the local values such as bilingualism (Arabic&Turkish), multiculturalism, the semi- commun life and the tolerance in the village. They also start to worry about the negative aspects of the village and how they can improve them. The volunteers also discover these values, the Middle Eastern way of life and take some of them to their homelands. The exciting thing is that the diversity in this region shocks them and they leave lots of their prejudies behind them when they leave.

         The support of the local people for this new idea in the village is increasing every year. There are more volunteer families who are quite eager to host the servas volunteers. The mutual effects of this way of relationship makes both sides so happy and pleased. Language problems disappear when the hearts start to speak. The themes of the activities are so satisfying for the families and volunteers feel free to apply any programme they dream of doing. The families do not pay for anyhing because all the programme is tailored to be free of charge in order to give equal chance to every kids.
         Finally, the aim of this programme is to integrate the kids with the world, provoke their curiosity about new subjects and provide new alternatives for their current and future lives. This programme allows kids and families know about Servas and Servas ideals. If a flock of people from this town become Servas members after some time no one should be suprised.
         We dream to organise the same programme in different parts of Turkey and the world. We are open to cooperate and share experience  with Servas people who would consider organise similar programmes in their regions throughout the world.
                                              
What did we do within the programme this year?

·        Kids became friends with Christina who came from a different culture-Russia- with a different language and religion. They started to cry two days before Christina’s leaving. Christina started to cry before but she was doing it secretly in her heart until the last day. She was given gifts by the kids. They showed their love with simple english words and hugging. The adults were also so sensitive and some of them couldn’t help crying as well. My mom was hugging and saying in Arabic; “Christina, you are our daughter from now on and we will be waiting for you again next year. ”
·        Kids became aware of many languages during the activities. They have learnt some words in English, Russian, Spanish, Kurdish and added new words to their Arabic. I helped them write mini sketches in these languages or in a mixture of two languages.  
·        They made interesting discoveries in their two mother tongues; Arabic and Turkish. Duygu teacher was very excited and happy to give her first Arabic classes whereas kids were very happy to learn how to write their names in Arabic. They wrote friendly words in this alphabet as if they were drawing pictures looking into Duygu’s eyes for approval.
·        The environmental ideas; “the batteries should not be burried”, “we should use less plastic bags” which they have learnt with their teacher, Züleyha, made their eyes shine brightly. They immediately prepared posters with their own ideas and displayed them publicly on the shop windows and the walls in the village.
·        The kids were very suprised to hear and see that “Russia is not only a cold country but there are almost every seasons throughout the country.”, “It is a huge country that it takes 12 hours to fly from one side of the country to the other.”,”The architecture is amazing and the girls are so beautiful.” At that moment, many of the kids did their plans to visit this country one day.
·        We, as local volunteers, taught our chidlhood games to the kids to make the tradition live and to resist digital world a bit. The games were so excited to find an area to show themselves after a long time staying underground. We, as adults, turned back to our childhood while playing Şimme3a, Tiroz, Çirreyka. Like many years ago, some of us tried to cheat in the games and played harshly.  We made noise on the streets and had to wait the donkeys and their owners pass from our playground angrily and unpatiently.
·        Kids drew pictures of peace and village life under the olive trees and very close to the cold sream. Some of them were leaning against the olive trees and some were just lying on the ground and drawing. They seemed to be the elements of a painting from a distance. The kids shared their color pencils and the boys drove the girls crazy when making lots of fun of them. 
·        We sat on big rocks near the stream, closed the eyes and started to travel across the world. Students gave interesting and serious answers to the questions; “Where did you travel?”, “Who did you travel with”, “Why?”, “How were you feeling?”, “What did you bring back with you?”. It was not suprising to hear that some of the kids travelled to Russia. We got the chance to know the kids of the village and they also learnt many things about us as we were the older generation of the village.
·        We went walking in the countryside early in the mornings. The birds followed us with their lovely voices. The kids searched and find the trees we, as their teachers, asked them to find. They were so enthusiastic to be the first who could recognize and find the correct leaves. Daphne, olive trees, eucalyptus, willows, figs and berries were some of the trees they discovered.
·        We discussed the gender equalty or inequality sitting in a circle shape on the ground under a grape tree. The girls beat the boys but only in the discussion but not at home.
·        Servas volunteers found it hard to live with too much attention and care of the host families and kids. They were forced to eat too much because it was the way to show hospitalty in this region. The local people talked to each other about what they shared with the volunteers. Some kids had big argumants with other kids for hosting the volunteers next or more.
·        Christina helped them learn how to dance Indian, Arabic, Turkish, Russian, Latin and Jewish dances. The noise and laughings made the neighbours angy but happy later.
·        Kids didnt want to go home at nights after the events. We spread sheets under the grape trees and they watched lovely cartoons sitting on them. Some of them fell asleep while watching and some asked for more to watch. Their mothers came up to collect them and kids felt unhappy when they woke up next morning. Their mothers conforted them by saying; “there is another film tonight.”
·        The last night was the show night. They played sketches, guitar and bağlama and sang Turkish and Arabic songs. Parents were so proud that they took many pictures of them. Families also gave lots of tanks to us-the volunteers, which we were expecting to hear J.  
·        Before the cocks finished singing every morning, the kids were comimg from different streets like bees going out of their houses and they gathered together under the trees with their lovely childeren noise and waited for their teachers to show up. The great farm worker and the owner of the house, Huriye, frowned each time after seeing the kids coming like a flock but she smiled after a short while and asked what they needed. She was always carrying newly picked cucumbers, tomatoes, pepper and other vegetables in buckles and bags. Kids were eagerly watching –maybe- the most hardworking woman preparing to bring the vegetables to the bazaar to sell.
·        We went down the garden to pick pears, cherries, plums and tomatoes to eat during break times.

·        We were not suprised to see that kids are very taleted in music and they have sensitive ears since they grow up with Arabic, Turkish and western music. They could easily learn how to play a few songs and sing them. They were soon ready yo give mini concerts on the streets and during family gatherings. We were so jealous of them and very happy to sing with them.

·        They were lucky kids. The mixture of life-traditional and modern- gives them richness although they are not aware of it. They speak Arabic with their grandparents and Turkish with their syblings and friends. They eat the most delicious middle eastern dishes, spend time with their big families in the gardens and socialize easily in a natural way. It is like a semi-commune life. They can also access modern life actitivities such as the Internet, learn how to play the guitar or swim in the swimming pool. Those are the reasons which makes the idea of Live with Us Share with Us Programme successful. They are so open that they can easily place the volunteers into their hearts.

·        They made teacher Cuma angry when they put their legs into the pool of the country house and started to move rapidly and screaming. Then they set the table on the ground under the trees, put the nice smelling and delicous breakfast foods on the sheet and we had a lovely end of programme breakfast. We did environment cleaning afterward. They were so skillful that I thought they were also preparing for life. It was the closing breakfast. Sad.

·        We planted an olive tree in the memory of this programme since olive tree is a sybol of abundance, long life, peace and beauty. Small hands and exciting eyes threw soil to the baby olive tree. Some of them carried water with bottles and some in their own palms. We plan to plant one tree each year.

·        The children let their potential flow during the activities just like the clouds full of water and had been waiting the right time and place to drop their waters. At the end, we realized once more that the children are always ready for new seeds to be spread on them with their bright eyes and strong curiosity. They wait for us. They wait for you.
For the photos: facebook: “Live with Us Share with Us”


 Mehmet Ateş
          Servas Turkey Peace Secreatry, July, 2011
          Programme coordinator