11 Ekim 2011 Salı

Hannover’de Güz ve Dostluk

Hannover’de Güz ve Dostluk











Hannover’e yüksekten bakınca insan bu nazlı yeşil kentin 2. Dünya savaşında bombardıman uçaklarıyla yerle bir edilmiş bir şehir olduğu gerçeğini kabul etmekte zorlanıyor. Şehrin ortasında çevreme baktığımda aklıma siyah beyaz fotoğraflarda yıkıntılar arasında birkaç parça sağlam eşya bulmaya çalışan bir deri bir kemik kalmış insanlar geliyor. Şimdi ise etrafıma bakıyor insan ve şehir enkazının nasıl olup da ufak sıyrıklarla ve köklerini kaybetmeden tekrar ayağa kaldırıldığını merak ediyorum. Bin hepsi olmasa da büyük bir kısmı eski haline uygun olarak tekrar inşa edilmiş. Mesela, yaklaşık yüz yaşında olan ama haritada hala yeni diye geçen Hannover’in en güzel yapısı belediye binasına (Neu Rathaus) bakınca bunun Ortaçağdan kalma bir şaheser olduğunu hissine kapılıyor insan. İki anı göl, kestane ağacı ve yeşil alanlardan oluşan bu barok dönemi binasının renkleri şu sıralar renkleriyle çok uyumlu, birazdan merdivenlerinden kral ile kraliçenin ineceği mağrur bir saray görüntüsü vermektedir. 522 nüfuslu, Almanya’nın orta yerini kapmış, güneye göre daha az zengin, fuarlar kenti Hanover’de yeşil ve sulak alanlar yerleşim alanlarından daha fazla yer tutmaktadır. Sakin sokakları pedal ve tramway zilleri ile arada yüksek sesle konuşan köşeleri tutmuş bira keyifçileri şenlendiriyor. Şehrin kuzeyinde çiçeklerle bezenmiş Paris’teki Jardin De Luxemborg’u andıran muhteşem bahçeleri ve dünya bitkilerini içinde barındıran botanik alanları doğa severleri dört kolu açık beklemektedir. Botanik bahçesinde evimin bahçesinde yetişen lavantaya dokunup ellerimi koklayarak özlem giderdim. Limon ağaçlarındaki türbe yeşili limon tanelerine dokununca da Antakya’ya ve çocukluğuma dokunmuş gibi oldum. Ellerim koktu limoni. Bahçelerden sonra sokağa çıkınca doğa devam ediyor. Bu sefer sokaklar boyunca dizili sonbahara özgü pastel rengindeki ağaçlar sizde ölüm değil daha fazla yaşama isteği uyandırıyor. Hızlı Almanya’nın aksine yavaş insanları ve çocukları fark ediyorsunuz. Bir de ara ara yürüyen sandalyeli ya da bastonlu yaşlıları çok temiz olan şehri en temiz şehir yapmaya niyet etmiş gibi kıyıda köşede kalmış çöpleri toplarken görüyorsun. Heyecanlarını yitirmemiş bu insanlar yaşamlarının son saniyesine kadar hayatı anlamlı kılma çabası içerisindeler. Çevre aşkı öyle yaygın ki. Bu örnek gelinen noktayı iyi açıklamaktadır. Hanover’de plastik su şişeleri depozitolu, poşetler paralı. Sanki bize de lazım böyle bir şey.
            Hannover’in orman ve kayak merkezi Bad Harzburg’a gitmek üzere trene biniyorum. Dağlık bölgeler hemen başlıyor. Bolu göller yöresindeyim sanki. Coşkulu ormanlarda baş gösteren hastalık göze çarpıyor. Kurumuş ağaçlar susuzluğumu hatırlatıyor. Ve trende bol okuyan- ama artık tablet kitaplarda- insanlara bakıp sevinerek unutmaya çalışıyorum kuru dalları. Aktarma yerinde bir kadın “Mehmet” diye sesleniyor. “İzmir’de miyim?” diye geçiyor aklımdan bir an ve etrafıma bakınıyorum. Seslenen Gabriela adında Servaslı biri. Köyümdeki Servas yaz projesinin resimlerinden tanımış. Sevindim. O da benim gibi Servas buluşmasına gidiyordu. Buluşmanın olacağı International Haus Sonnenberg’e kadar sohbet ediyoruz coşkulu ve heyecanlı. Kampta kimi daha önce birbirini tanıyan 80 Servaslı küçük küçük öbekler oluşturmuş özlem gideriyor ya da yeni yeni tanış oluyorlardı.
Kampta dört gün boyunca Servas’ın dünya barışı adına ülkelerimizde ve sorunlu bölgelerde neler yapabileceğimizi konuştuk. Kaygılarımızı paylaştık. Gambiyalı Ayo öncülüğünde Afrika perküsyonlarını çalmaya çalıştık. Ormanda gece yürüyüşleri yaparken geyik ve adlarını çıkaramadığım hayvanların seslerini ürpererek dinledik. Gökyüzünde yıldızların çocukluğumuzdaki yıldızlar gibi olduklarını fark edip şaşırdık. Onların bu hallerini hepimiz özlemiştik. Parlak ve çok şekilli. Çocuk oyunları oynadık. Doğada kendimiz olup yalın ayak dolandık. Şımardık, güneşlendik; az bulunan güneşi gün boyu tepemizde hissedince. Ancak İzmir’in üç aylık  yakıcı güneşinden sonra yağmurlanmayı daha çok isterdim. Çok yemek yedik. Projeler ortaya çıkardık. Arap baharı ve Türkiye-İsrail sonbaharını tartıştık. O coğrafyadan gelen ben ve iki Faslı arkadaş soruları cevapladık. Sorunların bitmediği yerde sorular da bitmezdi tabiki. Ancak kısa kestik. Ranzalı odalarda horlamaları dinledik. Birbirimizin cep telefonunu, Internet’ini ya da şampuanını kullandık. Bütün çabalara rağmen hala kırıntılarını taşıdığımız önyargılarımızla yüzleştik. Dedikodu yaptık.
Alman Servas’lıların Türkçe bilgisi şaşırttı ve anladım ki Almanya ile artık ortak bir geleceğimiz kaçınılmaz. Bu arada kampta ve Almanya’da kaldığım süre boyunca çocukların soğukta az giyimli, çıplak ayaklı dolaşmaları hep gülümsetti kadınların süssüz ve sıradan giyimleri de şaşırttı. Buna rağmen güzellerdi. Sunumumda insanlara köyüme gönüllü gelip çocuklara bildiklerini öğretmelerini, köyde ailelerle kalıp kültürümüzü öğreneceklerini ve en hoş olanı  özel anlar yaşayacaklarını anlattım. Geçen yazın deneyimini paylaştım. Sevdiler. Çok soru sordular ve şunu fark ettim ki herkes hayatını anlamlandırmak ve dünyadaki gidişata karşı bir şeyler yapmak için ciddi istek duyuyor. Sunum sonunda özel muhabbetlerimizi ve gönüllülük için ön kayıtlarımızı yaptık. Yıl 1500lerde açılan gümüş madenine indik. Hava birden 20 derece düştü. Yer altında uzun yıllar bir hayat yaşandığını ve madende gaz kaçağını yanlarında tuttukları kuşların ölmesiyle tespit ettiklerini hayretler içinde öğrendim. Yandaki müzede giyimlerin, eğlencenin ve kullanılan aletlerin şekline bakıp bakıp Almanya tarihi hakkında kitabi olmayan hayattan şeyler öğrendim. Dört gün elbette çabucak geçti. Hemen her güzel şey gibi. Kafada ve defterde bir sürü fikir birbirleriyle şimdiden mücadeleye girişmişti bile. Hangileri soyut olmaktan kurtulup somuta dönecek ve hayatı güzelleştirmeye küçük bir katkı sunacak, hangileri ölüp gidecek. Şimdiden merak ettim ama onların dövüşmelerine de ses çıkarmayıp gülümsedim. Kazanan yaşayacaktı.
Kamp bitti. Vedalaşma kısa ve özeldi. Claudia ve üç küçük kızının olduğu minibüse atladım. Aynı yöne gidiyorduk. Yani tekrar Hannover. Her zamanki gibi yerli biriyle beraber bir şehri yaşamanın ayrıcalığını, kolaylığını ve güçlü paylaşımını yaşıyordum. Dağları aşıyoruz, muhabbet her konuda. Güneş enerjisi ile evleri ısıtmaya başlayan Almanlarla ilgili ilgi çekici bilgiler merakımı daha da depreştirdi. Programlı hayat ve yalnızlık çağın problemi olmaya devam ediyor. Zenginlik ve konfor yalnızlık getirmişti. Komik çünkü şu an biz de bunun peşindeyiz. Almanya’daki Türkiye’lilerin yeni kuşağında okullaşma oranı yükselse de toplumla kaynaşma sorunlarının hala devam ettiğini öğreniyorum. Az sonra arka koltukta oturan küçük Clara’ya İngilizce çalıştırmaya başlıyorum. Ertesi gün sınavı vardı. Yanında ablası arada kafasını kitaptan kaldırıp Clara’ya kopye veriyordu. En minik Barbara ise başı yana yatmış üç günlük yorgunluktan sonra uyuklamakta. Claudia üç kızı ile kampa gelmiş ve baba evde kalmıştı. Muhabbet bitince yol da hemencecik bitti. Kırmızı tuğladan yapılma Hannover tren garının önünde iniyorum. Oktober Fest garın önünde kendini belli ediyor. Canlı müzik çalan bir grup, yerde oturmuş içen gençler ve bir sürü yiyecek standı. İlerliyorum. Kaldırım üstünde turistler için çizilmiş kırmızı çizgileri takip ederek birkaç yer ziyaret ettim. Çizgiler öyle ilginç yerlerden geçiyor ki şaşırıyorsunuz. Üstünde Shakespeare, Gothe, Mozart gibi meşhur sanat insanlarının heykelciliklerinin olduğu ve avlusunda bisikletçilerin gösteri yaptığı opera binasında ve buluşma noktası görevi gören tarihi saat meydanında dolanıp fotoğraflar çektim, insanları izledim. Yorgun düşünce de basamakların üzerine oturup karnımı doyurdum. Enerji almıştım yine. Ahşap ve tuğla karışımı iki katlı eski evlerin olduğu Pazar yerini ve dinle çok içli dışlı olmayan Almanların Hannover’deki nadir tarihi kilisesini dolandım.
Akşam oldu. Servaslılara gitmek zamanı. Arkadaşlara gidiyormuş gibi gittim hiç tanımadığım bu insanların evlerine. Yakın bir arkadaş gibi de karşılandım. Uzun sohbetimize Almanların meşhur Reising marka beyaz şarabı eşlik etti. Yüksek tavanlı, az görülen güneşin hepsini içeri almak ister gibi büyük pencereli inşa edilmiş ve evin prensesi, tasarımcı Gisele tarafından sade düzenlenmiş bu evde Servas ruhu çok canlı bir şekilde, içten paylaşımla kendini hissettiriyordu. Farklı dünyalardan bu insanlarla günlük hayat, ekonomik kriz, dünya barışı, ev işleri, işyerinde yapılan projeler ve ortak başka birçok şey saatlerce konuşuldu. Az sonra öğreniyorum ki ertesi güne benim için bisiklet hazırlanmış, haritalar çizilmiş ve akşam buluşma saati bile belirlenmişti. Sabah erkenciyiz. Çok sevdiğim peynirlerden en az on çeşidi tabakta görünce kahvaltı ziyafete döndü. Sokağa çıkıyorum. İlk fark ettiğim şey buranın bisiklet dünyası olduğu. Bisiklet yolları işimi kolaylaştırdı ve elime haritayı da alınca gezeceğim yerleri bilgisayarda oyun oynar gibi buldum. Her bulduğum yer için puan almış gibi sevindim. Hayvanat bahçesini hayvanların sokaklarında yürüyerek ve tekneye binip hayvanlara dokunacak kadar yakından geçerek gezdim. Birçok hayvan türünü sırasıyla görmek dünya turu gibi geldi bana. En ilgi çekicileri maymunlar ve yılanlardı. Özellikle şempanzelerin hareketlerini uzun süre hayretle izlerken “Darwin haklı” diye geçirdim içimden ve gülümsedim. Şempanzeler elleriyle paketi açıyor, içinden muzları alıyor, soyuyor, yiyiyor ve bakıcılarına teşekkür eder gibi el sallıyorlardı. Hayvanat bahçesinde ve gittiğim her yerde kasılmadan, azarlanma korkusu yaşamadan ve sorumun saçma olup olmadığını iki saat düşünmeden görevlilere bir şeyler sormanın rahatlığını yaşadım. İnsanların yüzlerinde tebessümle sinirleri alınmış sadece işe ve soruya yoğunlaşıyorlar. Ve daha güzeli bisikletin üstünde ne zaman durup haritayı açsam birileri “problem var mı?” bakışıyla bana doğru yaklaşıyor ben de çocuk gibi “hayır, kendim bulmak istiyorum gideceğim yeri” diyorum ve gülümseyerek yardımı ret ediyorum. Böyle böyle harita kafama kazındı ve şehre hakim olmaya başladığımı hissettim. Şunu da fark ettim. Bir şehirde kestirme yollar bulabilme yeteneğini kazanınca bilin ki başta var olan “yabancı olmanın” çekingenliği uçuveriyor, kendinize güven geliyor ve şehirde doğaçlama keşiflere başlayabiliyorsunuz.  
Peter ve Gisele seveceğimi düşündükleri özel bir yere bir Suriye restoranına götürdüler. 2. dünya savaşından sağ salim çıkmayı başarmış, şatoyu andıran Al Dar (Avlu) restoranında Ortadoğu’nun kaderi gibi loş bir ışıkta hurmadan yapılma boğma rakıyı içmek, garsonla Arapça konuşmak, humus yemek ve açık yaraya dokunur gibi şarkı söyleyen hüzünlü ses Feyruz ‘u dinleyerek Almanya’yı anlamaya çalışmak içimi ürpertti. İki korkunç savaştan çıkmış, 2. dünya savaşında 50 milyondan fazla insanın ölümünden sorumlu bir ülke şu an AB arabasını çeken en güçlü at konumundaydı. Düşündürücü. Yeni dostlar yüreklerinde etkileri hissedilen ve genelde çoğu Alman’da devam etmekte olan Nazi travmasından bahsettiler. Babası Sovyetlere 16 yıl esir kalan Gisele bu travmanın neden kendi kuşaklarına aktarıldığını şöyle ifade etti. “Ailelerimiz savaş acısını içlerine gömdüler ve bu konuyu asla konuşmak istemediler”. Uzun süre kapalı kalan bir yaranın iyileşmesi de zor olur gerçekten. Devam ediyor. “Bu yüzden de neler olduğunu kişisel hikayelerden öğrenip geçmişimizle yüzleşmek bize düştü. Bu acı hala kanıyor. Bu yüzden Alman halk müziği bile dinleyemiyoruz. Çünkü halkımızın bu müziği Hitler tarafından propaganda aracı olarak kullanılıyordu. O yüzden birisi ne zaman bir halk şarkısı söylerse herkesin aklına o acılar geliyor ve şarkı söylene bakışlarla tepki gösteriliyor.” Ülkenin tarihiyle yüzleşmesi yetmiyormuş. Kişisel tarihimiz, aile hikayemizle de hesaplaşmamız şartmış. İşleri zor. İşimiz zor. Bu arada Batı ve Doğu Almanya’nın birleşmesi ile doğan entegrasyon problemleri de ayrı bir sorun. Fiziksel birleşme bitmiş ama zihinsel mesafe bir yerde duruyor. Bir yanda komünist düşüncelerle yetişmiş Doğu Almanya kökenliler ile kapitalist düşüncelerle yetişmiş Batı Almanya kökenliler birbirlerinden öyle farklılar ki aynı kelimeyi bile çok farklı anlamda kullanmaktadırlar. Küçük bir not: Almanya Doğu’da siyasi tutukluluk yaşamış insanlara istediği işi seçme, istediği kadar çalışma şansı vermektedir. Acı bir siyasi tutukluluk hikayesini Gabriela’dan dinliyorum ve aklıma memleketim geliyor yine. İstemeden.  
İkinci gün Sprengel müzesinde öğretmen indirimi yaptırarak doğa, sanat ve tarih eserlerini izliyorum yavaş, sessiz ve heyecanla. Marco Polo’nun seyahatini anlatan sergi heyecan verici idi. Hazırlanan simülasyonlar insanı o gizemli tarihlere götürüyor; öğrendikçe merakım depreşiyor ve Polo’yu kıskanıyorum. Bu arada Polo’nun 1200’lerin sonunda Venedik’ten Çin’e kadar yaptığı gezinin İstanbul, Erzurum ve Ayaş’dan geçtiğini harita üzerinde gezerken görüyorum. Vay Marco vay. Demek atalarımıza konuk olmuşsun. Bu arada o dönemden kalma para, yazılı belge, kıyafet ve çok canlı heykelcikler aynı geziyi size tekrar yaptırıyor. Teknolojiyi çok iyi kullanan ve kendine ait özgün bir tarzı olan böyle bir müzeden zaman darlığından dolayı gözüm gerçekten arkada çıkıyorum. Harita, yakında başka bir müzeyi gösteriyordu. İçinde su sporları yapılan ve Hitler zamanında işsizlere iş olsun diye kazılarak yaptırılan sevimli göle bakan bir noktadaki sanat müzesine doğru yol alıyorum. Ancak saat 5’e yaklaşmış ve Almanya’da “başkası için değil kendileri için yaşama” saatlerinin geldiğini anlamak ister gibi dükkanlar, müzeler ve mekanların çoğu kapanıyordu. Yine de 10 dakikam vardı. Müzenin yanındaki kitapçıya girdim. İyi ki de girmişim. Yakında başlayacak büyük uluslar arası fotoğraf sergisi sebebiyle kitapçı rafları fotoğraf ve sanat kitaplarıyla tekrar düzenliyordu. Müzelerde keyfince dolanmak hoş olsa da şehir fazla turistik olmadığından bilgilendirmeler genelde Almanca dilinde hazırlanmış. Almanca’mı geliştirmek için zorlu ama iyi bir fırsattı. Anlatacak daha çok şey var ama gerisini siz kendiniz keşfedin. Kendi yolculunuzu kendiniz yapın.  
Veda akşamı beraber geçirmek için arkadaşlar sıra dışı bir bara, Plümeck’e götürüyorlar. Üçümüz şık giyinmiş, bisikletlere binmiş boş caddelerde çocuklar gibi pedal çevirerek masamıza varıyoruz. Arkadaşlar diğer arkadaşlarını da davet etmiş, masaya oturduğumuzda koyu bir iş muhabbeti devam ediyordu. Az sonra tanıdık muhabbetin içine ben de daldım. Aynı kaygılar çalındı kulağıma. Daha çok çalışmak gerekiyor ama yalnızlıktan ve zaman bulamamaktan şikayet ediliyordu. Aşırı tüketim hırsı gezegenimizi mahvettiği düşünülürken az sonra yeni arabalar ve evlerin fiyatları tartışılıyordu. Buna rağmen dünyada kriz ve savaş istenmiyordu. Eminim “nasıl olacak böyle?” sorusu herkesin kafasındaydı ama cevap var mıydı? Bu kadar ciddiyet yeter deyip daha ortak olan bir konuya geçiverdik.  Yemekler. Sosis, patates kızartması, üstünde köri ve ket çap mayonezden oluşan Currywurst yedik. İçi zevkle yakan bu tatları en iyi soğuk bira söndürebilirdi. Meşhur biralarını güleç yüzlü  İranlı genç bir kadın garsondan aldık sık sık. “İslam devriminden kaçan solcu bir mültecinin kızıdır bu” diye geçirdim aklımdan. Bu arada bu bar neden ilginç? Anlatayım. Barda canlı ya da cansız hiç müzik yok. Amaç muhabbet. Hafta sonu ve yazın dört hafta kapalı. Peter’a “neden” diye soruyorum. “Çok iş yapıyorlar. O yüzden de daha çok çalışmalarına gerek yokmuş” diye cevap veriyor. Bize yabancı bir düşünce. Bu arada “genelde Alman yemeklerini beğendim” desem birçok kişi şaşırır. Ben de beklemiyordum ama öyle oldu. Bol yeşillikli, bol peynirli, bol sütlü, değişik marmelatları, etli sulu yemekleri, çokça kahve, çay, su ve Reisel marka beyaz şarapları, muhteşem ekmek çeşitleri ile ezberleri bozan bir sofraya sahipler. Ve tabi ki büyük porsiyon yiyiyorlar. Bu ara birçok Alman şehrinde olduğu gibi Hannover’de de döner yemenizi tavsiye ederim. Bu döner bol etli, Alman soslu, güzel baharatları ile ülkeye güzel bir uyum sağlamış ve ona melez bir tat vermiş. Melez her zaman güzeldir. Neyse uzatmayayım. bol kahkaha ve hoş kafalarla bardan çıkıp bisikletlere atlıyoruz. Sokaklar bizim. En azından eve kadar. Bisiklet çocuklukla özdeşleştirilir. Aynen öyleydik.
Artık uçağa yetişme zamanı gelmişti. İzmir’deki hayatı bir haftalığına dondurmuş ve araya Almanya hayatını almıştım. Şimdi geriye dönüp “play” tuşuna tekrar başlamalıydım. Kafamda bir ton düşünce, hayatıma yeni giren insanlar, yeni projeler ve bir sonraki keşfedilecek ülke ihtimalleri vardı. Seyahat her seferinde hayata yeniden başlamaktır. Derin bir uykudan huzurlu ve dinç uyanmış gibi yaşama heyecanla tekrar başlarsın. Ve en azından kısa bir süre bunaltmaz seni kötü haberler. 
                                                                       Mehmet Ateş, 11 Ekim 2011, İzmir-Çok yağmurlu