2 Nisan 2012 Pazartesi

Denizin Ortasında Bir Tatlı Hikaye; Chios (Sakız) 1












Çeşme-Sakız arasında çalışan tekneye biner binmez anlamı merhaba olan Yunanca yasu ve yasos kelimelerini öğrendim. Bütün seyahatlerde önceliğim içten ilişkiler kurmak ve  muhabbet olduğundan, gideceğim yörenin dilini azıcık da olsa öğrenmeye çalışırım. Muhabbet kelimesinin Arapça’da sevgi anlamına gelen hub kelimesinden türemiş olması her şeyi anlatıyor aslında. Haydi bir kahve içip muhabbet edelim derken aslında farkında olmadan hadi birbirimizi sevelim diyoruz. Zaten içten ilişkiler ve paylaşımlar kurmak için karşıdakini sevmek gerekiyor mu? İşte bunun için de yanına oturduğun insanın dilini bir avuç kadar da olsa bilmek lazım. Bu dil bildiğimiz lisan olabildiği gibi insanların yaşamını, doğasını, renklerini ve seslerini anlamak da  olabiliyor çoğu zaman. Seyahat ekibi: şaşırtmayı seven Barış; gezme konusunda leyleklerle yarış yapan anne ve babası Murat ve Alev, yeni yerlerde yeni bir insana dönüşe veren Züleyha ve ben  bu yalnız adaya muhabbete gidiyorduk. Yeni bir kültüre ve hikayelere dalacak olmanın heyecanı ve cebimizde değil başka ülkeye, komşu bir şehre gidilemeyecek kadar az para ile ayaklarımızı karadan denize atıyoruz. Her gün aynı yolu tepmekten bıkmış bir vapurdayız. Tıpkı bir Karşıyaka-Alsancak vapuru gibi. Sakız (Kios) vapuru her gün iki ülke arsında gidip geldiğinin ayırımında olmadan ve bunu biz yolcular gibi umursamadan Ege denizde yaşlı bir amca gibi söylene söylene ilerliyor. Küçük, sandalyeli, 1 liraya satılan çayı ve dans eden şişko gövdesi ile 45 dakikalık yolculukta bizi konuk olarak kabul ediyor.Ege’de Mart ayında deli rüzgarlı ve dalgalı denizden sıçrayan sulara rağmen güverteye çıkıp merakla ve sabırsızlıkla bir adaya bir de çeşmeye bakıyorum. Sanırım iki ülke su sınırında midemde yanmalar yaratan düşüncelere dalıyorum. Çok akıllı ve felsefelerine çok güvenen birileri sadece karaların değil suyun üstüne de sınırlar çizmişler. Hatta ellerinden gelse suların birbirlerine karışmasına bile engel olacaklar. Biz cahil halka da “siz farklısınız, iki ayrı halksınız, o yüzden yan yana yaşamamanız lazım” deyivermişler. Sanki binlerce yıldır kıç kıça yaşamamışız gibi. Bizler de bunu su kadar doğal karşılayıp evlerimize çekilmişiz ve bir bakmışız ki gerçekten evin bahçesinden bile görünebilen komşular bir anda ötekiler olmuşlar. Ve daha kötüsü onlarla nefes alışverişi yapamadığımız için bize tehlikeli gelmeye başlamışlar. Sanki yakınımıza yeni bir aile taşınmış gibi. Halbuki bu aile binlerce yıldır ağacımızın gölgesinde yaşıyordu. Biz de onların gölgesinde. Ege’nin zalim sıcaklarında aynı gölgelerle serinlemiştik. Sadece 90 yıldır ağaçların gölgesi üzerimize değil de  bir gecede aramıza dikilen duvarlara düşmektedir. Bu yüzden o günden beri yaz sıcakları daha çok kavuruyor bizleri. Bu gölgeler tekrar üzerimize gelmeden  ölürsem öldükten sonra bile üzülmeye devam edeceğim mutlaka. Bu düşünceler vücudumu tam terk etmeden kendimi komşunun ağaç gölgesinin altında buluverdim. Kios gümrüğündeydik. Deniz dibinde küçük bir balıkçı evi büyüklüğündeki binada güler yüzlü ve heyecanlı genç memurların pasaport kontrolünden sonra komşunun avlusuna çıkıyoruz.

Amin Malouf’un Yüzüncü Ad kitabında, tarih, ege, çeşme, coğrafya, uzo ve mastika (sakız) kelimelerinin her geçtiği yerde adına denk geldiğim Sakız adasına çıkınca sahil boyunca uzayan yeni beton binalar önce hayal kırıklığı yaratıyor. Çeşme’ye mi, Dikiliye mi? geldim diye geçiriyorum içimden. Korkuyorum. Ancak hayal kırıklığı kısa sürüyor.  Meğer adanın güzelliği sahildeki perdenin yani binaların arkasında saklanıyormuş. Aralarında tipik Rum binalarının bulunduğu bu 3-4 katlı binalar içerde eylem halindeki karınca topluluğunun yarattığı eserleri ve hayatı kötü gözlerden korumak için özellikle sahil boyunca dikilmişler sanki. Sonradan öğreneceğiz ki bu sahil bizim Alsancak Kordun’un ikizi. Publar, restoranlar, gezinen gençler ile gece hayatının kalbi burası. Duvarların arkasına geçince içeride bir tiyatro sahnesini andıran telaşsız bir hayatın aktığına şahit oluyorsunuz. Sahne tasarımı hoş olan bu sahnede motosikletli kızlar ve erkekler, dolu çarşılar, kafeler, otobüsü, trafik polisi ortada gözükmeyen yaya öncelikli trafik, dekor gibi duran belediye, eskiden cami olan Bizans müzesi, heykeller ve turunç ağaçları bulunuyor. Bu tiyatro sahnesinde oyuncular karıncaları anımsatıyor bana. Ama bu karıncalar Ada Slow tarzını yaşıyorlar. Çalışırken ciddi ve hünerli ama dinlenmeyi de pek seviyorlar. Saat 2de siestaları başlayınca çalışmak onlara haram. Hani önlerinde bir ton buğday olsa bile umurlarında olmayacak cinsten çoğunluğu esmer karıncalar. Zamanı gelince  sırtlarını çevirip deliklerine giriveriyorlar. “O zaman  karıncaların dinleme vaki gelmeden oyuna dalmalı” diyerek dalıveriyoruz sahneye. Hem de rolümüzü bilmeden metinleri ezberlemeden. Tamamıyla doğaçlama. Sahne korkumuz yok ne de olsa Alev gibi tecrübeli oyunculara sahiptik. Oyun süresi kısa sahnede yer alan 53 bin nüfuslu ada merkezi, köyleri ve dağları ise pek geniş. İştahla ve heyecanla tiyatro sahnesinin en ücra noktalarını görmek istiyoruz.
İçgüdü yardıma yetişiyor ve gümrük binasının hemen yanından pek ucuza (25  Euro) kiraladığımız arabamızla sahnenin hemen merkezinde buluyoruz kendimizi. Arabadan hemen kurtuluyor ve çarşıya giriyoruz. Çırakların eşya taşırken kullandığı çek çekleri, dedelerin giydiği şapkaları, çerezleri, ada çayları, banyo lifleri, zeytin çeşitleri ve taklacı güvercinleri ile Kemeraltı’nın birkaç sokağına birden girmiş gibi oluyoruz. Her zaman olduğu gibi ben ilk fotoğraflarımı çalmak, yerel insanlarla ilk Yaso kelimelerimi söylemek ve merak açlığımı dindirmek için açılıyorum. Birkaç dakikalığına ortadan kayboluyorum. Yeni bir yerde olmak neden heyecan uyandırır? Gözler aynı şeyleri görünce, beyin aynı izdüşümleri algılayınca ve ten aynı havayı hissedince insan kendini ölüme doğru koşan bir at gibi hissediyor. Aynı yerde yaşamak sürekli aynı fotoğrafa bakmak gibi bir şey. Arada başka başka fotoğraflara bakıp eski fotoğrafa dönünce insan içinde yeni şeyler bulup şaşırabiliyor. Gözlerimle çektiğim ilk fotoğraflarla tam da böyle hissettim. Aniden ortaya çıkan Barış’ın cıvıltıları ile ekiple tekrar bir araya geliyoruz. Herkes vaktinden önce acıkmış. Herhalde adanın tatlarını meraktan olsa gerek. Cepte az para olunca annemiz Alev yetişiyor imdada. Zülü ile lavaşları ve balıkları alıyor Bornova’dakine benzer bol güvercinli bir meydandaki kafeye konuşlanıyoruz. Güvercinler kafenin içine kadar giriyor insanların arasında dolanıyorlar. Çimento kağıdını andıran kağıtları üzerlerine serdiğimiz ekmeklerin üzerine balıkları serip yağlarını akıta akıta midemize indiriveriyoruz. Üstüne de rakının biraz tatlısı sulu uzoları salıyoruz. Alev akıllık yapıp uzoyu sek içiyor. Biz de onun deyimi ile kekoluk yapıp sulu içiyoruz. Karşımızda gülümseyen babam şapkalı, babam gözlü, babam tenli ve babam gülüşlü amcalar beynelmilel sözcüklere bakıp politika tartıştıklarını anlıyorum. Sokrates’ten, Platon’dan miras alınan felsefe ve politika tartışmaları devam ediyor. Son yıllarda buraya akan Türkiyelilere aşinalık artmış, bizim oradaki varlığımız ve konuştuğumuz dil hiç dikkat çekmiyor. Sadece arada insanlarla göz göze gelirsek gülümsemelerini fark ediyoruz. Tanıdıklar gülümsüyor sanki. Yıllarca her araç ile üzerimize boca edilen düşmanlaştırma çabalarından temiz çıkmış olma başarısını göstermenin gururuyla Yunan bir amcanın yanına gidiyor ve onunla en sıcak dil olan vücut dilimle ilk nefes alış verişini yapıyorum. Çok yakında bulunan ama henüz gitmediğim memleketimdeki bir şehre, bir kasabaya ya da adaya gelmiş gibi hissettim.
            Ekip kısa süreliğine tekrar dağılıyor. Muratla kafede baş başayız. Biraz sonra içimde adada olma hissi uyanıyor. Kendimi ana karadan kopmuş yavru bir karada yalıtılmış hissediyorum. Kendi başına kalan bu toprak parçası denizin dibine inecekmiş gibi korkuyorum. Yanıma, sağıma, soluma, gökyüzüne ve güvecinlere bakıyorum. Durgun. Aklıma Ataol Behramoğlu’nun Feryal Orhon Basık’ın Ada Öyküleri kitabına yazdığı önsöz geliyor. Kitap Burgaz Ada’da geçiyor. Şöyle yazmış şair; "Ada Öyküleri"ni okurken zaman zaman gülümsediğimi, ama daha çok gözlerimin yaşardığını söylemeliyim. Adalılık böyledir. Orada yaşam, en olması gerektiği biçimde yaşanır. Herkes birbirine komşu, neredeyse akraba gibidir. Kederler, sevinçler ortaktır. Kente ne kadar yakın olunsa da, özellikle gece oldu mu, Adalı’yı bir yalnızlık, yalıtılmışlık duygusu kuşatır.” Bu ince düşünülmüş narin hislere aklımdan geçenleri de eklemeliyim. Adada insanların birbirine güvenmekten başka çaresi yoktur. Zorunluluklar dayanışma duygusunu geliştirir. Tıpkı dağ başında karda mahsur kalmış birbirinden çok farklı insanın birden kardeş gibi birbirlerine kenetlenmeleri gibi.
Murat ve ben ağzımızda Uzonun daha fazlasını isteyen aroması ile marketten içkileri  alıyor ve iki gün sürecek gezerken içme ama sarhoş olmama eylemine geçiyoruz. Gezi şimdi başlıyordu sanki. Murat, araba sürerken keyifle etrafı seyredebilen, içebilen, felsefi muhabbetlere dalabilen, Alevle tartışabilen, Barışa sevgisini ve kızgınlığını gösterebilen nadir bulunan canlılardan birisi. Gezilere çıkan herkese tavsiye edilir. Hadi bakalım deyip binaları ve insanları seyrede seyrede dolanıyoruz. Binaların ve tabelaların üzerinde Anadolu’da tarihi eserlerde görmeye alışkın olduğumuz Yunan yazılarını görmek tuhaf bir duygu. Sanki tüm bu gördüklerimiz tek bir tarihi eser. Meydana yakın bir yerde bir fotoğraf anı yakalıyorum.Kadraj şöyle. Bir adam, bir bisiklet ve bir papaz heykeli. Fotoğrafçı için bir ganimet bu diye mırıldanıyorum. Ada merkezde ve köylerde kadın, erkek, çocuk herkesin fotoğrafa sıcak baktığını sonradan fark edeceğimiz gibi bu kara sakallı amca da gülerek poz veriyor bana. Heykeli soruyorum çekimden sonra. Altındaki 1822yi (Yunan bağımsızlık savaşı) gösteren yazıyı okuyor ve bana soruyor. “Turko?” “Evet” diye başımı sallıyorum. Yüzünde bir gülümseme ile eli ile “Osmanlı astı” diyor ve “Unut bunları” dercesine sırtımı birkaç defa pış pışlıyor. Bu arada aynı tarihlerde meydana gelen isyanda Ada salkının çoğunun katledilmiş olduğunu öğreniyorum. Tarihteki trajediler üzerinde daha fazla düşünmek istemeyerek Muratla Osmanlı Camisine ve eski Türk mahallesine gidiyoruz. Bu memlekette kubbesi, minaresi, Osmanlı tuğrasına sahip, yıpranmış ama koruma altına alınmış bir camiyi görmek garip bir duygu. Türkiye’de yıkılmaya yüz tutmuş ve cemaatsiz kalmış kiliseleri gördüğümde de aynı şeyler hissediyorum. Caminin avlusuna bakınca içinde ibadet eden insanlar geçti gözümün önünden. Beraber yaşamdan tekli yaşama geçişe sebep olanlara kızdım yine.
            Kızlarla tekrar buluşuyor ve Ortaçağ köyleri olan Pirgi, Mesta ve Olimpi’ye yani adanın güneyine hareket ediyoruz. Güney kısım aynı zamanda ormanların, plajların ve sakız ağaçlarının olduğu size çok şey sunmaya hazır yüzlerce yıl önce çizilmiş bir tablo gibi.  Tarih boyunca sakız üretimi ve ticareti, balıkçılık ve narenciye üretimi ile diğer birçok Yunan adasından daha zengin olan, Osmanlı hakimiyeti döneminde bu özeliğinden dolayı özel, yarı bağımsız bir statüde varlığını devam ettirebilen  Ada’da sakızdan yapılan ürünlerin sayısı o kadar çok ki. Bunlardan birkaçı sakız likörü, şarabı,  tatlısı, simiti, diplesi ve sarhoş köftesi. Bodur, bol çalısı olan sakız taneleri sakız dallarının çizilmesi ve içinden akan reçinenin donması ile elde ediliyor. Bunu bilen bizler geleneği devam ettirip arabamızı yana çekiyor ve göz hakkımız olan sakızları dallarından topluyoruz. Daha sonra portakal ve limonları topladığımız gibi. Alev bu konuda çok becerikli olup anne olarak Barış’a bu konuda hayat dersini etkili bir şekilde verdi. Bu arada pek lezzetli bir ekşiliğe sahip limonları kabukları ile beraber elma yer gibi yedik. Ellerle soyulan portakalın kokusu kadim dar sokaklarda misler gibi koktu. Binlerce yıldır koktukları gibi. Limonun üzerine arabanın arka koltuğundan zevkle  sakilik yapan Zülü’den aldığımız Uzoları dikince içerideki yangın pek bir harlandı. Bu arada İzmir’e döndüğümde çantamda unuttuğum o limonlardan salataya sıkınca bir garip oldum. Bahçemizden koparmış gibi. Lezzetli bir ekşi. 
Uzaktan sadece gri taşların göründüğü, tarihi ama capcanlı evleri ile Anderson’un  masallarına dahil olmak üzere köye giriyoruz. Burası Pirgi. Ödemiş’in Birgisi ile aynı ada sahip. Didim gibi Pergamon gibi. Pirgi’yi özlemiş gibi hücum ettik renklerine, meydanına ve duvarlarına. Nereye bakmalı? Hangisini seçmeli, insanlara mı göz atmalı, konuşmalı mı, yoksa kilise çanının olduğu yaşlı kuleye mi çıkmalı. Biz hepsini yaptık. Evlerin ön cepheleri tamamen süslenmiş olan köy sanki özel bir gösteriye hazırlanmış o büyük anı bekliyor gibi idi. Geometrik şekiller kullanılarak özel bir yöntemle resmedilmiş duvarlar sanki gerçek değil. Minik taş balkonlarına bakınca Rapunzel birazdan saçını sarkıtacak beni yukarı taşıyacakmış gibi hissediyorum. Ancak Zülü Rapunzelden önce davranıyor ve beni elimden tutup en dar sokağa götürüyor. Ağzımız açık bu kadar dar bir sokağın bu kadar güzel yapılabilmesine şaşırdık kaldık. Zülü heyecanla makineyi elimden kapıyor. Bu sokakla beraber bütün sokakları, duvarları, kapıları ve biber asılı balkonları kaydetmek istercesine coşkuyla dolaşmaya başlıyor. Yanına Barış da gelince ikisi deli taylar gibi koşuşturuyor. O sırada Alev’i çıkıyor bir derin sokaktan. Gördüklerinden sersemlemiş normal değildi. “Şahane”, “müthiş”, “olağanüstü” kelimeleri yankılanıyordu sokaklarda. Onunla beraber hepimiz Barış olmuştuk sanki. Sık sık Barış yetişkin olacak değildi ya. Köy meydanında, beyaz renkli çan kulesi ile kilisenin gölgesinde hayat binlerce yılın tekrarını yaşıyordu. Genelde siyah elbiseli, siyah çoraplı, eşarplı annem gibi anlatmayı çok seven kadınlar duvarlara yaslanmış günlük muhabbetlerini ediyorlardı. Bizi gördükleri yok. Zülü bir evin kapısında Avustralya’da gurbetçi olarak yaşayıp vatanına dönen teyze ile konuşurken ben de halı ve kilim satan genç çocukla dil bilmeden pazarlık yapmaya çalışıyordum. Gerçi çocuk benim Yunanca bildiğimden fazla Türkçe bildiğinden genelde kendisi konuşuyordu. Bu arada Pirgi meydanında kiliseye nazır Manolis kafede uzo içmek ve mezelerinden tatmak buraya gelenlerin keyifle yaptıkları bir şey.  

Yola devam. Başka memleketlerde gezerken mutlaka o yörenin radyosunu dinlemek isterim. Dilini bilmesem bile. Bu sayede kendimi daha fazla bu yeni memleketin içine girmiş hissediyorum.. Ama bu sefer yeni memleketin yani adanın  radyolarını dinlemek  biraz zor oldu. Çünkü Sakız’da Türk radyoları Yunan radyolardan daha fazla çekiyor. Sevinsem mi üzülsem mi anlayamadım. Açıkçası hoşuma gitmedi. Neyse Murat’ın sihirli elleri ağır bir çiftetelli oynama isteği uyandıracak Yunan kanalını buldu. Artık yolu doğaçlama bir şeklide takip edebiliriz. Müzik ilham verecek nasılsa. Yine narenciye, sakız ve zeytin ağaçları örtmüş toprakların üstünü. Kendimi Karaburun yada Datça’da gibi hissediyorum. Bademler de bizde olduğu gibi aynı anda açmışlar. Köy yollarında giderken en ücra yerlerde bile bizim türbeler misali her metre ebadında kiliseye benzetilerek yapılan, Meryem resimli ve içinde mum yakılı olan şirin şapellere rastlıyorsunuz. Böylece Sakızlıların dinibütün Ortodokslar olabileceklerini tahmin ediyorsunuz. Evet bir sonraki köydeyiz. Mesta. Burası tamamıyla Ortaçağ köyü olup halen içinde insanlar bütün doğallıkları ve yaşam tarzları ile tarihin içinde yaşıyorlar. Sokaklar çok dar ve birbirlerine bağlanmış. Evden çıkan bir amca bize kısa bir süre gönüllü rehberlik yapıyor. En dar ve ilginç sokakları gösteriyor. Çok turistik olan bu köylerde dolanırken bize bir şey satmaya çalışanı görmedik. Sakız dahil hiçbir yerde pazarlık yok ve ayrı bir turist tarifesi uygulanmıyor. Bu arada ilk gün bitmeden paramızın suyu çekmeye başlamıştı. Murat haklı çıkmıştı. Başta, “kızım kartla ödeyelim”. “Kart Kart” diye ısrar etmiş hiçbirimiz oralı olmamıştık. Herhalde artık kartlar çekilecekti. Hava kararıyor. Murat, direksiyon başına geçiyor. Barış gezi boyunca yaptığı gibi sokakta gördüğü kedi ve köpekleri mıncıklamayı veya kucağına almayı sürdürüyor, ben ise çan kulesinden fotoğraf çekmeye çalışıyorum.  Neyse yola çıktık. Murat yine uzoyu aldığı oranda canlanıyor ve keyifle araba sürüyor. Ben ağzım açık uyukluyorum. Bir ara virajlı yolda uzaktaki ışıklı bir kale gördüğümü hatırlıyorum. Ama rüya mı gerçek mi olduğunu uyanıp sorduğumda öğreniyorum. Gerçekmiş.
Kordona varıyor ve Kadelfina restoranı arıyoruz. Genelde İngilizce bilen insanlar bize birkaç defa tarif etmelerine rağmen Kordonu birkaç defa turluyor yeri bulamıyoruz. Hatta ters yöne giriyor ve genelde görünmeyen trafik polisi bizi hemen görüyor. Ama ceza yok. Mekanı aramaya devam ediyoruz. Sonunda Zülü’nün Yunanca telaffuzunun kurbanı olduğumuzu anlıyoruz. Meğer restoranın ismi Ta Delfina imiş. Yunus balıklı restoran. Özel pişirmeli, leziz kalamar, karides, ahtapot ve kızarmış keçi peyniri ile soframız donatıldı. Patrondan aldığımız izinle rakımızı da açıyor ve ziyafet havasına giriyoruz. Yüksek tavanlı eski bir bina, duvarlarda tarihi tablolar ve fotoğraflar, açık bir televizyondan gelen Yunan müziği ve içerden sürekli tabak taşıyan aşçı kadın. Beynimizde binlerce yeni resim, şekil ve seslerle muhabbete koyuluyoruz. Bütün yemeklerde yaşandığı gibi Murattan ilk 15 dakikada çık çıkmıyor. Bu süre içerisinde sanki yoktur. Bütün ilişkisi yemek ile. Sevgili kızı Barış da arada mızıklamasa o derin lezzet uykusundan ayılacağı da yok.
Gözler çok güzellikler görmüş, pek çok gezilmiş, yaşanmış, edilmiş. Hepsi tamam da  damaklar ihmal edilirse gezi eksik kalırdı. Bu yemek o eksikliği yeterince tatmin etti. Arada Toprakev üyelerinin kulaklarını da çınlatıyoruz. “Şems ne yapıyordur şimdi acaba?” “ Kiminle evlenecek?” “Yeşim nasıl üzülüyordur bizle gelemedi diye?” “Aslında onlar Roma’ya geleceklerdi bizle, o zaman vize problemleri olmazdı, diyor Alev”. “Keşke bütün ekip beraber gelebilsek bir sefer”. “Hadi hadi numara yapma Alev” diyor  O’nu kızdırıyorum. Yemek sonunda kart kullanmak caiz oldu. Çünkü beklediğimizden yüksek hesap gelmiş. Hem de tabaklar tepeleme mezelerle dolmamıştı. Eeee…güzellikler para harcatır. Yarını düşünmekte hünerli olan Zülü hesap kitap yaparak nakitleri yarın için ayrıyor ve kartı çekiyor. Bir gün bitti. Uzun, dolu ama yarını heyecanla bekletecek bir gün. Sıra oteli bulmaya geldi. Gece karanlığında bolca dolanıyor ama otel yok. Zülü yanından birkaç defa geçtiğimiz havaalanında tanıdığı görevliye yeri sorma konusunda ısrar ediyor ama onu dinlemiyoruz. Keşke dinleseydik. Sürekli “havaalanı görevlisine soralım” demesinden kurtulurduk. Bu arada öyle birisi yok. Neyse sonunda bahçe içinde tarihi bir hana benzeyen Tabakas oteli buluyoruz.  Ancak bir not karşılıyor bizi soğuk ve sert bir rüzgarla beraber. “Sizi saat 23 e kadar bekledim. Beni bu numaradan arayın” Numara var ama telefonumuz çekmiyor. Gerisin geri restorana gidiyor ve patrona otel sahibini aratıyoruz. Az sonra motosiklet üstünde Eleni ve eşi geliyor. Güler yüzlü, insan yüzlü, sevimli ifadesi bizi hemen tavlıyor. Onlar önden biz arkadan otele varıyoruz. Yeşil panjurlu, geniş avlulu,  portakal bahçeli yarı müze gibi duran otel büyülüyor. Odalara yerleşiyoruz. Az sonra Eleninin çayını içmeye eskiden ahır olarak kullanılan şimdinin yemek odasına iniyoruz. Babadan kalma bu evin duvarlarında tarım aletleri, makinler ve ev eşyaları ile Ege kimliğini fazlasıyla taşıyor. İngilizce ve Türkçe kursuna giden, ihtiyar anne ve babasına bakan emekçi bir Anadolu köylüsü gibi bir kadın Eleni. Herkes uzak bir akrabası ile buluşmuş gibi hissediyor, hızla yakın bir dostluğun kurulmakta olduğunu hissediyoruz. Çaylar içildi. İlk muhabbetler yapıldı ama vücut pes etti. Karanlıkta kuyunun ve su değirmeninin yanından geçerek manastırın odalarını andıran tahta panjurlu odacıklara giriyoruz. Telaşsız, huzurlu ve merakla ertesi günün rüyasına yatıyoruz. .
Yeni bir mekanda farklı bir yatakta uyanınca birkaç saniye nerede olduğunu hatırlayamaz ya insan. O gün bu sessiz ve kutu gibi odada da aynı garipliği hissederek gözlerimi açtım. Yataktan kalkıp pencereyi açınca bir Ortaçağ köyünde uyanmış gibi hissettim. Kokulu mandalinalar arasındaki tarihi evleri, içeriyi tozdan ve sıcaktan korumak için örülmüş yüksek duvarları, avluda taştan çiçekler yapan işçilerin taş seslerine karışan Rumca konuşmaları ve az ilerdeki heybetli kilisesi ile kendimi asla 21. yüzyılda hissedemezdim zaten. Barış’ın yüksek oktavlı sesi ile aşağıya iniyor ve tarihi bir mekandaki aileyi gösteren bir tablo ile karşılaşıyoruz. Ev ahalisi çoktan yemek salonunda toplanmış. Her yaştan insanın yer aldığı bu tablodaki Topaka ailesi ile sabaha Kalimera  diyerek başlıyoruz.  Kendilerine ait sevimli küçük bir dünya kurmuş olan aile tablosunda kimisi çalışıyor kimisi sohbet ediyor. Bu durumda insan bir gürültü bekliyor tabi ki ama yok. Neyse ki biz varız. Curcuna yapma konusunda tecrübeliyiz. Alev’in kahkahaları, Barış’ın sürekli anne anne diyen sesi, Zülü’nün tok öğretmen hitabeti ile ortamın ihtiyacı olan gürültüyü yaratıyoruz. İçerdeki su dolu kuyuya göz atıyorum. Halen faal. Avluya işçilerin yanına gidiyor, yere tek tek ve özenle yerleştirdikleri siyah beyaz dere taşlarını izliyorum. Hedef o taşlardan çiçekler yapmak. Sonradan fark edeceğimiz gibi bu taş döşeme sanatı adaya özgü çok eski bir gelenek. Eleni’nin 78 lik babası yıpranmış ve çamurlu elbiseleri ile sabah erkenden bahçede çalıştığı belli oluyor. Bu iş ona yetmemiş olacak ki dere taşlarından yapılan figürlerin temizlenmesinde çalışıyor. Soğukta, dizlerinin üstünde. O anda pek de inanmadığım Tembel Yunanlı imajı kaybolup gitti. Neyse meraklı gözlerimi tatmin ettikten sonra açlığımı hatırlıyor ve sofraya oturuyorum. Yanımızda kahvaltımızı getirmiştik ama Eleni köy yumurtası, çay, kahve, kokulu mandalin suyu, reçel ve ekmekleri masaya koymuştu bile.  İşten gelen çocuklarını beslemeye çalışan bir ananın telaşı ile koşuşturuyordu. Arada da bizle Türkçe muhabbet etmeye çalışıyordu. Köşede sessizce ve hareketsiz bize bakıp bakmadığı belli olmayan 87 yaşındaki nenenin ne düşündüğünü neler yaşadığını bilmek için Yunanca bilmeyi çok isterdim. Az sonra bahçede çalışan mühendis, Selanik’ten buraya yeni atanan ana sınıfı öğretmeni Tanja da gelince yerli insan tanıma isteğimiz iyice tatmin oldu. Muhabbetler arttı. Arap kahve dedikleri Türk kahvesinin aynısını Kütahya porselen fincanlarda içtik. Fallar açıldı. Milliyetler ve mekanlar unutuldu. Toprakev ekibi Pazar kahvaltısı için buluşmuştu sanki. Pazar gününün tembel, yavaş, insani yaşam biçimini oldum olası severim. Diğer hızlı günlerden intikam alır gibi inadına eyleşmek, gereksiz sohbetler yapmak, bahçeye girip çıkmak ve pozitif halinle herkese gülücükler dağıtmak gibisi var mı?  Bu siesta işini Ege’nin Türkiye tarafı neden bırakmış ki? Şimdi biraz daha gezelim. Adresler ve telefonlar alındı. Davetler edildi. Ve kuvvetli hislerim der ki bizler bu insanlarla hem İzmir’de hem de Sakız’da tekrar buluşacağız. Antakya’da Toprak evimizi ayakta tutan Aslı ablamdan ayrılır gibi ayrılıyoruz aileden. Gezinin yüreğe dokunan kısmı olan yerel insanlarla dostluk kurma kısmını yaşamak büyük bir huzur verdi. Aksi takdirde kendimi otelde yalnız başına kalmış, binaları seyretmiş, alışveriş yapıp ülkesine geri dönmüş bir turist gibi hissedecektim.
Tabakas otelin bulunduğu Kambos bölgesi adaya özgü iki renkli taşla inşa edilmiş batı etkisi taşıyan yapıları, gösterişli kiliseleri ve Barok tarzı heybetli çan kuleleriyle Sakızın en ilginç keşif alanı. Ayrıca burası Cenova’lılardan beri ipek böcekçiliğinin yoğun şekilde yapıldığı ihtişamlı bir bölge. Yol boyunca yalnız taş evler ve tarihi kalıntılar size eşlik eder. Ortalıkta arada sırada görünen otomobiller ve elektrik telleri olmasa zaman makinesi ile eski çağlara gittiğinizi sanabilirsiniz.
Yol boyunca hep yaşlı ama dinç köylerden geçtik. Her birisinde en az bir gece yatılması gereken köylerden bazılarını yazıyorum gerisini siz keşfedin.  
İl köy olan Vavilideyiz. Vavili köyü İzmir Kemalpaşa’daki Yukarı Kızılca köyüne çok benziyor. Taş evler, dar sokalar ve bol meyve ağaçları. Sessiz, hafif yağmurlu, sokakları ara sıra geçen traktörleri dışında genelde boş. Sokakları dolanırken ağılda keçileri besleyen teyzeler, bahçede lahanaları toplayan amcalar ve ıssız kilise ile dünya yörüngesinin dışında bir köy sanki.
Vessa toprak rengini kapmış bir bukalemun gibiydi. Sokakları hafifçe yukarılara götürüyor ve arada renkli duvarlarla sizi şaşırtıyor. Motor yerine at arabası bekliyorsunuz sokak başlarında. Üstünde zırhlı şövalyeler sarışın mavi gözlü kızlar görünecek sanıyorsunuz. En yukarıda yine taştan çiçek döşemeli kiliseden daha önce binlerce insanın yaptığı gibi bütün köyü izliyoruz. Ara sıra yakından geçen köylülere Yaso demeye devam ediyoruz. Köy meydanında dut ağacının altında reçine şarabı içmek, fıstıkları yemek gerçeklikten kesin kopuş ve geriye gidiş hissini veriyor yine. Arada köy kahvesinin büyük tahta kapısından utangaç bir kız çocuğu bize göz atıp kaçıyor. Ben de onu fotoğraflamaya çalışıyorum. Aramızda bir oyundur başlıyor. Ve hayatta hep olduğu gibi kız oyunu kazanıyor. Fotoğraf vermiyor. Neyse ellerimizdeki reçine şaraplarını ayakta art arda dikerken köylerimizde yapamadığımız içki keyfinin acısı çıkarttığımızı hissediyoruz.  
Lithi köyü balıkçı barınağı, deniz restoranları, martıları, balıkçıları ve yalnızlığı ile uzak bir köy kasabası. Barınakta şarabımızı içerken bizimkilere göre daha renkli olan teknelerin yanında denizde çemberler oluşturan damlaları fark ediyoruz. Yağmur başlamıştı. Sakız taneleri gibi. O anda sakız tanelerini donmuş su damlasına benzetiyorum. İçim bir hoş oluyor. Sahilde yürümek keyfi ile noktalıyoruz bu köy gezisini. Vakit yürüyor bize doğru. Zaman makinesine dönüş saati yaklaşıyor. Orman yolunu takip ederek ve demlenerek ilginç hikayesi olan Nea Moni manastırını ve Anavatos köyünü hedefliyoruz.
Anavatos köyüne gitmeye karar veriyoruz. Ormanın ortasından Alamut kalesini andıran bir yükseklikte tepede kurulu bu köy terk edilmiş durumda. Tıpkı Kayaköy gibi. Zamanında en iyi korunan ve kimsenin ele geçiremediği köyü Osmanlılar sonunda zaptediyor. Bunu anlayan köylüler de teslim olmamak için kendilerini o uçurumlardan aşağıya atıyorlar. Rivayet böyle. Köye giremeden dönmek zorunda kalıyoruz. Zaman makinesi bizi Çeşme feribotuna çağırıyor. Ona yetişmemiz lazım. Her güzelle buluştuğumuzda o güzelliği tam yaşayamadan ondan ayrılmak zorunda kalıyoruz maalesef. Bu sefer de öyle oldu. Buraya nasılsa bir daha geleceğiz avuntusu ile Uzolarımızı dikmeye devam ederek dönüş yoluna giriyoruz. Az sonra tekrar Sakız adasının merkezdeyiz. Yine tiyatro sahnesinde. Saat 3 civarı ve karıncalar yuvalarına girmişler bile. Yine de açık olan bir dükkandan son kalan paralarla sakız mamulleri alıyoruz. Yola çıkmadan bir tost yiyiyoruz Kordondaki kafede.  Murat sessizce isyan ediyor bu duruma. Yüzünde şöyle bir ifade vardı. “Sakızda ahtapot, karides, balık yiyip enfes bir damak tadı ile buradan öyle ayrılmak varken şu çirkin tostları neden yiyiyoruz?”. Üstelik böyle kapalı bir mekanda sigara içiliyorken.
Sakızda daha nice köy, müze, manastır, kilise ve doğal güzellikler var. Çok sevdiğimiz bir çikolatayı hemen bitirmek istemeyerek tadını ala ala sindiriyoruz. Çikolatanın yarısını adada bir yere sakladık. Döndüğümüzde alıp yemeğe devam edeceğiz. Bu da başka bir avuntu. Gezi bitti. Şimdi hiç hesapta yokken takvimlerden çaldığımız unutulmaz iki günün bizde bıraktığı izlere bakalım. Yanık izi kadar derin ve ömür boyu çıkmayacak izler bunlar.
Alevle başlayayım. Alev’in olayını anladım ben. Normal hayatta her konuda ayrıtlılarla çok boğuşmaktan beyni harabeye dönüyor ve doluyor. Ama tedavi şeklini de bulmuş. Gezmek ve yeni nefesler. Tesiri güçlü kadim ilaçlar bunlar. Onu iyileştiriyor. Bu sefer de öyle oldu. Son günlerin yükünü adaya boşaltıp döndü. Bunun daha sık tekrarlanması sağlığı için doktor tavsiyesi. Reçetesinde yazılı.
Zülü’de yeni keşfim daha az ayrıntılara takılması ve iyi bir gezi arkadaşı olması. Gezerken hayal gücü artıyor. En deli fikirlerime bile ses çıkarmıyor. Yüzünden coşku ve sevgi fışkırıyor. Bir daha yaşanmayacağını bildiği anların değerini o kadar farkında ki.
Murat hakkında çok yazdım. Geçiyorum.
Barış’ın hayvanlarla insanlar arasında ayırım yapmadığını Darwin görseydi. çok mutlu olurdu. Hem küçük hem de büyük gibi konuşabilen ve sohbetlere hiç beklemediğimiz yerden dahil olabilen, her şeyi merakla sorgulayan bu ilginç kız bize kuşağı hakkında çok bilgi verdi. Sayesinde kuşak çatışmasını daha az yaşayacağız. İlerde İzmir ve Türkiye Barış’ı tanıyacak. Barış’ın adaya gelmeden önce söylediği söz bize güçlü bir ipucu veriyor. İnsanlar neden askere gidiyorlar?

Ateş, 12 Mart 2012