27 Haziran 2011 Pazartesi

Göller Yöresi; Yenişarbademli ve Doğada Minik Bir Yaşam

               “Eğer cennet burası değilse buranın altıdır” demiş Alaaddin Keykubat bu renkli ormanlarla örtülü, neşeli kuşları olan, 1998 metre yükseklikteki dağları anlatırken. Ve dillere destan Kubadabad sarayını yaptırmış buralara. Burası Isparta ilinin çok uzağında Beyşehir gölü kıyısını yurt edinmiş Yenişarbademli ilçesi.
Bilmeyen sürekli karlı dağ manzarası olan bu kıvrak yolun sonunda bir ilçenin olabileceğini asla tahmin edemez. İçimden aşağıda onca verimli, meyve cenneti topraklar varken insanlar neden buralara yerleşmişler diye geçirmeden edemiyorum. Ama oraları görünce fikrim değişecekti sonra. Mayıs sonunda beyaz olma inadından vazgeçmek istemeyen ve dimdik dikilen bu dağlara arabayı uçurumların kenarından sürerken bile bakmak dürtüsü bırakmıyor peşinizi. Yanınızda sizi sürekli uyaran Zülüş varken bile. Gece 9 da Onur’un arkadaşı Can Polat ve öğrencileri karşıladı bizi. Çılgın şoförler için Eğridir’e 1 saat mesafede kurulu 2 bin nüfuslu, milli park, doğal ve tarihi sit alanındaki Yenişarbademli ilçesindeyiz artık. Yüksekokulu olan ama kasabı ve manavı olmayan bir kasabaydı burası. Yüksekokulun ormancılık fakültesinde müdür yardımcısı-etno botanikçi Can Polat ve göreve hazır öğrencilerine bakınca şaşırıyor ve duygulanıyorum. Burada bir yüksekokul bulunması da farklı bir şaşkınlık sebebiydi. Can Polat Onur arkadaşımızın ortaokuldan arkadaşı ve ikisi yıllar sonra birbirlerini Facebooktan bulmuşlar. Bir gün Onur Can Polatla sohbet ederken Servas’tan bahsetmiş ve böylece bir kamp fikri gelişivermiş bir anda. Garip olan internetin çocuğu Facebook dağlarda bu insanlarla 3 gün yaşamamızı sağlaması. Herkes etrafına kayıp çocuklar gibi bakınıp merakını gidermeye çalışırken taşrada bir müsamereye hazırlanan sahne gibi süslenmiş yüksekokul yemekhanesinde bulduk kendimizi. Atatürk portresi, açık  televizyon, eski karo taşlarla bezeli zemin ve bir yemek masası. Aşçı kendinden emin, işini çok önemseyen bir eda ile servisleri yaptı. Çok yedirmek kırsal kesimin misafirperverliği gösterme yöntemi olduğundan Şems’in, “daha fazla yemesem olur mu sorusuna” Aşçı kısa ve kesin bir cevap verdi. “Hayır”. Kamp yerine geçiyoruz topluca. Kamp yerinde odunlar bir kibriti bekler vaziyette bizi beklerken ağaca araba aküsünden çekilme lambanın asılı olduğunu görmek ve gençlerin daha fazla şey yapmak için sürekli koşuşturmaları her ne kadar bizi duygulandırsa da azıcık kendimizi kötü hissettirdi. Ateş yanıp etrafına kurulunca muhabbet çok ilerlemeden gençler nezaketen bizi yalnız bıraktı. Evet büyük şehri, bireyselliği ve yalnızlığı unutma vakti geldi diye geçirdim içimden. Kısa süreli bir komün hayatı başlamıştı. Binlerce yıl geriye dönmüş gibi.
Yenişarbademli bölgesi arıların en lezzetli balları yapabildiği, kuşların en neşeli şarkılar söyleyebildiği, çakalların en coşkulu uladığı, en kocaman domuzların yaşadığı, atların, ineklerin leziz, yemyeşil otlardan başlarını kaldırmadığı, al yanaklı çocukların ve cabbar  kadınların yaşadığı bir yer. İçerisinde göllerin olduğu bir mağaradan çıkan çok coşkun sular ne güzel beslemiş karaçamları, kızılçamları ve meşe ağaçlarını. Ve elma ile kiraz ağaçları ovadaki hemcinslerinden çok daha sağlıklı, iri ve tatlı olduklarını anlatıyor bizi hiç yalnız bırakmayan ormancılık öğrencisi Ulvi. 21 yaşında bir doğa tutkunu. Kasabada bir arkadaşıyla Dağcılık Kulübü kurmuş ama sadece 2 kişi toparlayabilmiş şimdiye kadar. Üzülüyor ama vazgeçemeye niyeti yok. Çamları, az ilerdeki Beyşehir gölünü, çakal ve diğer yabani hayvanlarla karşılaşmalarını anlatıyor sakin ve keyifle. Bizlerin geleceğini ve rehberlik yapacağını öğrenince çok heyecanlanmış ve bütün programını iptal etmiş. Ve heyecanla bizim gelişimizi beklemiş. Hocam diyor; “buralarda çok mutluyum. Bu ormanda çok zengin hayatlar var. Her tarafını gezdim karış karış. Ama bu güzellikleri çok fazla kişi görmeye gelmiyor. Şaşırıyorum. Hemen oracıkta bir şeyler tasarladık beraber. Belki de bir gün rehber olur, web sitesini kurar ve hayalindeki şeyi yani yüzlerce kişiye buralara getirip buraları anlatmanın zevkini yaşayabilir. Gözlerine bakınca “bu temiz, güçlü ve meraklı çocuk bu işi yapar” diye geçirdim ve tabi ki dışımdan da ifade ettim heyecanla.
Kamp ateşini odunla beslemek, şarapları yudumlamak, taşrada okumanın acısını yaşayan gençlerin sıkıntılarını dinlemek ve hayal ettikleri yerlerden gelen insanlar olarak acemice bizi incelemeleri, utanarak sorular sormaları ve onlara hayatta neler yapacaklarını konusunda fikirler sunacağımızı düşünerek ilgiyle dinlemeleri tuhaf bir duygu. Biz onların hayatına özeniyor onlar da bizimkine. Gezegenin bu noktasında orman ortasında yanan ateşin etrafında, suyun, ateşin ve kuşların seslerinden oluşan müziği bastırmaya çalışarak yaptığımız bu muhabbet gerçek mi diye geçirmeden edemedim. Uzaydan birileri bize gülümseyerek bakıyordu sanki. Şemso yanımda. Her zamanki felsefi tavrı ile peşpeşe; “Mehmet, I want to ask something?” (bu arada İngilizce öğreniyor) “hayat nedir? Biz neyiz? Ne yapcaz bu dünyada?” “valla bu işten ben bişey anlamadım” sorularını sorunca da az sonra uçacam hissine kapıldım. İçimden gülerek. Allahtan o gece çok içen Hande kusması ile gerçek hayata döndüm. Zülüş en çok bildiği şeyi, küçük kazaları ve olumsuzlukları trajediye dönmeden önleme, rolünü üstlenmişti yine. Habire “Hande, parmağını sok ağzına ve ne varsa kus. Rahatlarsın” diye tekrar ediyordu. Bu sırada düşünen adam rolündeki Hilmi’nin yanında getirdiği köpeği Lucy çadırlarımızın dibinden akan coşkun sularda ve çamurda oynaşarak apartmanda yaşamanın acısını çıkarmaya çalışıyordu. Şemso yine sahnede, “Hilmi, valla ben suçluluk duyuyorum. Biz burada muhabbet ederken onun orada yalnız ve bağlı kalması? Olmaz! Baksana ağlıyor” değince başladı bir yaşındaki Lucy’in özgürlüğü. Zaten bu dağda, ormanda ve doğal hayatta birilerinin bağlı kalması çok garip kaçardı. Gece uzun sürdü ve çadıra girdiğimizde hemen uyumak için her şey hazırdı. Yorgunduk. Su ve kuş sesleri yardıma hazırdı. Ve içmiştik. Sabah Lucy’nin garip sesiyle uyandık. Meğer özgürlüğü sonuna kadar yaşamaya karar vermiş ve köyün çoban köpeğiyle ilk cinsel deneyimini yaşıyormuş. Lucy burayı benimsemek için yeterli sebep bulmuştu. Sahibi Hilmi ikinci gecenin sonunda Lucy’nin buraya ait olduğuna kanaat getiriyor ve O’nu 5 köpeği olan Ulvi’ye hediye ediyor. Lucy ardına bile bakmadan atların oynaştığı yaylada koşuşturmaya başlıyor. Bizse Hilmi’ye, “Bak ya nasılda kolayca unutuverdi seni diyerek takılıyorduk.
Kampımızın Yunan asıllı Amerikalı üyesi, Anastasios ilk defa İzmir dışına çıkmanın heyecanını yaşıyordu ve merakını giderecek soruları bazen bebek Türkçesi ile bazen de İngilizce tercüme isteyerek peş peşe soruyordu. Geleneksel ilişkilere, taşra hayatına, bağlamaya, türkülere ve yemeklere bakıp, “sanırım şimdi gerçek Türkiye’deyim diyordu sık sık.” Sadece İzmiri yaşayarak Türkiye’yi tanıyamayacağının farkındaydı. O yüzden bu gezi onun çok beklediği bir etkinlikti. Bu deneyim ve verdiğimiz bilgiler onda Türkiye’nin diğer taraflarını görme isteğini kamçıladı. Meraklı hali, yeni ortamlara uyum yeteneği ve komik Türkçesiyle kampı bizler ve gençler için daha sevimli hale getiriyordu. Dönüş yolunda, Aksu’da kahvehanede kahvaltı yaparken kahveciyle Türkçe pratik yapacam diye “abi küçük çay demek yerine küçük şarap lütfen demesi” kahveciyi ve bizleri oldukça eğlendirdi.
2. günün sabahında biz çadırdan çıkarken öğrenciler hazır bizi bekliyordu. Odunlar ıslak diye tüp getirtilmiş ve böylece bizi büyük bir zahmetten kurtarmışlardı. 4. üniversitesini okuyan 28 yaşındaki Hüseyin 18-21 yaşlarında olan diğer öğrencilere ağabeylik yapıyor zaman zaman O’na takılmamıza sebep olan ‘organizatör’ rolünü çok ciddi bir şekilde yapıyordu. Hüseyin bu yaşa gelinceye kadar Antalya’da ciddi işler yapmış, hızlı hayat yaşamış ancak işler kötü gidince bu dağa sığınmış ve burada ormancılık okumaya başlamış. Ancak burada da girişimci ruhu onu harekete geçirmiş. Okul kantini işletmeye başlamış ve anne babasına yakın bir yerde orman kesim işi ayarlamış. Bağlama çalıyor ve palio arabayı dağ başında jeep gibi kullanarak çılgınlığını fazlasıyla yaşıyordu.
Suyun bir aslanağzını andıran mağaradan çıktığı yere Pınargözü’ne kadar sürecek yürüyüşümüz Ulvi rehberliğinde başladı. 15 km uzunluğu ile Türkiye’nin en uzun mağarasından fışkırıyor sular. Palio arabanın içinde sevimli şoför Uygar ve Hüseyin bizlere ara ara eskortluk yaptı. Hüseyin ehliyeti kaptırınca arabayı Uygar devralmış uzun bir süredir. Uygar Osmaniyeli ve buraya gelinceye kadar ailesi ile beraber köyde büyükbaş hayvancılığı yapıyormuş. Burada her çocuğun ilginç bir hikayesi var. Sanki bu dağ başına bu hikayeleri anlatacak bir filmi çekmek için gelmişiz hissine kapıldım. Suların deli gibi çıktığı gözeye geldiğimizde buranın aynı zamanda kuş gözlem için de harika bir yer olduğunu fark ediyorum. Adını bilmediğim kırmızı beyaz kahverengi kuşlar, havada öpüşen minik uzun kuyruklu siyah beyaz kuşlar, dağ kayalıklarında çember yaparak av kollayan kartallar ile beyaz çiçeklerini yeni açmış kirazlar, armutlar ve hızlı akan sulardan yüze vuran serinlikle burayı kutsal kitaplarda anlatılan bahçelere benzetmemek mümkün değil. “Suyun gücü” diye geçiriyorum içimden. Bu ruh halini ne bozabilir sizce? Şemso’nun kayıp haberi. Tek başına dağlara doğru gitmiş 2 saat geçmesine rağmen geri dönmemişti. Hava soğuyor, bulutlanıyor, şimşekler çakıyor, gök gürlüyor ve bunlar Şemso’nun kayıp olma düşüncesi ile birleşince korku filmlerinden bir sahne geliyor insanın aklına. Gruplara ayrılıp O’nu aramak da işe yaramayınca gençler ortalığı ayağa kaldırıyor. Ancak jandarma, ambulans, kurtarma ekibi ve muhtar vardıkları anda Şemso ormanın içinden çıkıp geliveriyor gevrek gülüşü ile. Hiçbir şeyden haberi olmayan romantik arkadaşımızın ilk cümlesi söyle oluyor. “Yukarıda o kadar güzel bir göl var ki. Kesin görmelisiniz.” Herkes O’na ters bir bakış fırlatıyor ve küfürü içinden ediyor tabi. Meğer doğa ve fotoğraf aşkıyla kendini kaybetmiş ve bizim onu beklediğimizi düşünememiş. Bu arada muhtar elinde şemsiye ve bir poşet çekirdekle soğukkanlı bir şekilde; “kaybolan sen misin?” diye sordu şemsoya ve çekirdek çitlemeye devam etti. Bundan sonra Şems ne kadar özür dilese de dönünceye kadar sürecek “kayıp çocuk” muamelesi ve takılmalarından kurtulamayacaktı.
Muhtar 28 yaşında. Dedelerden geleneği devralmış heyecanlı bir avcı, berber ve müzisyen. Bu bölgeyi iyi bildiğinden jandarmaya, “ merak etmeyin, elimle koymuş gibi bulurum O’nu demiş.” Gece boyunca oradan oraya koşuşturan, zaman zaman muhabbet bazen müzik yapan, herkesin ihtiyacını karşılamaya çalışan ve kaçak avcılık yapan bu doğa aşığı genç adam yasak olmasına rağmen şöyle savunuyor alabalık, tavşan ve kuş avlama merakından vazgeçmek istemeyişini. “Benim dedem de babam da avlanırken bu dağlarda öldüler. Muhtemelen ben de öyle öleceğim. Benim avcılığım da bu doğal döngünün bir parçası. Üstelik bu derelere ilk alabalık yavrularını atan da ben ve babam.” Hak vermemek elde değil. Yenişarbademli’de insanlar bir zamanlar ormanla iç içe yaşayıp onunla beslenen çok zengin insanlarmış. Burası ulusal park, doğal ve tarihi sit ilan edilince köylülerin bu ormanlardan bir kozalak çıkarmaları bile yasaklanmış. Düşünsenize o kadar ormana rağmen kasabalıların bir kısmı sobalarında kömür yakıyorlar. O yüzden de kasabada nüfus hızla azalmış. Sadece ormancılık ve avcılık bilen halk daha sonra zor da olsa tarım ve hayvancılığı öğrenmiş. Şu an yörenin en güzel kirazını ve elmasını yetiştiriyorlar.
Elinde ekmek arası sandviçiyle Şemso’yu alıp dönüş yoluna girince bastırdı yağmur. Şiddetli. Sonra daha şiddetli. Bir saatin sonunda yağmurluklar ve botlar pes etmişti. Hafiften donumda hissetmeye başlamıştım yağmuru. Soğuk. Hepimiz bu doğa olayına kaptırmış, suskun, üşüyor ama mutlu bir şekilde hızla ilerliyoruz. Sanki herkes şehir hayatının intikamını alıyor, kendini roman kahramanı gibi hissediyordu. Hepimiz hayatımızda en azından bir sefer bu olayı yaşamak hayalini kurmuşuzdur mutlaka. Şimdi zamanıydı işte. Yanımdaki Zülü soğuğa ve çokça üşümesine rağmen keyifle yürüyüp muhabbet etmesi ve ıslak ellerimi ısıtmaya çalışması bizim daha böyle yollara daha çok çıkacağımızın işaretini veriyordu. 2 saatin sonunda galiba kahramanlıktan bıkmıştık. Sıcak bir yere sığınmak ve üstümüzü değiştirip kedi gibi kıvrılmak harika olurdu şimdi. İnsanların ihtiyaçlarını tahmin etme konusunda sürekli bir adım önde olan Hüseyin ekibi ayarlamış ve bahsettiğim ortamı öğrenci evinde sağlamıştı. Soba gürül gürül yanıyor, sıcak su hazır ve çay kaynamak üzere. Oda boya yerine kireçle sıvanmış, üstünde Atatürk resimlerinin olduğu takvim eski tarihleri gösteriyor. Sandıklı eski kanepeleri olan, bezden elbise dolaplı, hiç okunmamış ve burada yaşamış önceki öğrenciden devralınmış ansiklopediler, farklı ebat ve markalarda bardaklar, kaşıklar, çatallar ile tipik bir öğrenci eviydi bu. Kurulandık. Rahatladık. Uykumuz geldi. Ama program yeni başlıyormuş. Şems kendini affettirmek istercesine alışverişe gitti. Mangallar yandı. İçkiler geldi. Hüseyin yine işbaşındaydı. Birazdan bağlama çıktı bir yerden. Yoldan arabayla geçen muhtar durdu ve yanımıza geldi. Bir türkü söyledi ve gitti. Sonra Hüseyin çaldı biz oynadık. Az sonra Anastasios çocuklara İngilizce onlar da O’na Burdur ağzıyla Türkçe öğretmeye başladılar. Anastasios’un “burada ne yapup durun gari?” deyişi pek komikti. Burada aksiyon bitmiyor. Kendi hayatımdan bildiğim üzere “taşra hayatında farklı bir hayat istiyorsan oturduğun yerde bunları hazır bulamazsın. Eğlenmek istiyorsan ortamı sen yaratacaksın. Film izlemek istiyorsan sinema ortamını sen oluşturacaksın, kütüphane istiyorsan sen yaratacaksın, vesaire. Çocuklar da bunun farkında muhtar da. 15 dakika kadar sonra bir baktık muhtar elinde düğün orgu ile tekrar geliverdi ve derhal kaldığı yerden müziğe devam etti. Hüseyin bu duruma alışkın bağlamasıyla takip etti hemen. Vizonteleden bir sahne gibi. Mangal etrafındaki muhabbetlerde Servas, buradaki ve her yerdeki hayatlar, hayaller, ağrılar ve dersler paylaşıldı. Artık çadır vakti gelmişti. Çadırın yanında ateşler yeniden yakıldı ve araba lastikleri ile ateş kocaman oldu. Onur her zamanki gibi elinde sigarası ile derin derin bakıyor ateşe. Yaptığı ilk kamptı bu. Ve herhalde bu tadı aldıktan sonra gerisi gelecekti. Hüzünle “Bu buluşmada keşke daha çok Servaslı olsaydı” dedi. Ve aniden ruh hali değişerek heyecanla, “abi biz seneye Servaslı arkadaşları buraya getirebilmek için daha çok çalışalım.”. “Bu güzelliği mutlaka yaşamalılar. Baksana her şey hazır”. “Üstelik servas ruhuna uygun olarak burada yaşayan yerel insanlarla kaynaşarak yapılabiliyor.”
            Her dönüşte bir hüzün vardır. Bir de bir sonraki gezinin planlanması. Yapılan bu kampın verdiği gazla birkaç yere daha beraber gitme planları kendiliğinden oluştu. Gezi ile ilgili duygular, dersler ve heyecanlar tek tek videoya kayıt edildi. İnsan evine varıncaya kadar seyahat bitmez. Bu görüşü onaylarcasına Onur bizi Eğirdir gölünü ve yarımadayı kuşbakışı görebileceğimiz bir köye götürdü. Yörük çadırında manzaraya bakıp kahveleri yudumlamak dönüş yolunda çiçek bahçesinden çaldığımız hoş bir koku gibi idi.  Eğirdir etrafında pansiyonlar, bisiklet turları, Ayastefanos kilisesi ile farklı tatil taleplerine cevap verebiliyor. Yolu keyifli hale getirmeye devam ediyoruz. Gerçi başka seçeneğimiz de yoktu. Hande yarım saatte bir bir şeyler yemek zorunda. Yoksa mızıklıyor. Yoldan aldığımız karpuz ve peynir ile bir köy kahvesinde yağmur manzarası ile ziyafet çektik. Gelen tostlar da pek lezzetliydi. İçinde doğa, yaşam, paylaşım, dostluk ve serserilik olan gezileri sevdiğimi bir daha fark ettim. Sanırım grubumuzun ortak noktası da bu idi.
Yazıyı bir alıntı ile bitirelim.











Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat 1227 yılında Antalya’ya gider iken Egrinas’a (Eğridir) uğradı. Orada öyle bir mesire (Kubadabad) gördü ki, eğer cennetin bekçisi bu mevkiye yetişebilseydi, cennetten ayrılır, hayretle parmağını ısırırdı. Toprağı yeşilliklerden firuze renkli, lâleleri kandamlaları idi. Pınarlarının her köşesinden su yerine sanki gül suyu yahut berrak gözyaşı akıyordu. Havası misk kokulu, zemini nakışlı, her tarafı çeşitli kuşlarla dolu idi. Bir tarafta süt gibi tatlı, Çin ipekleri gibi dalgalı yeşil bir deniz, içinde meyve ağaçları ile süslenmiş yakın bir ada vardı. Denize doğru akan bir pınar vardı ki gören ihtiyarlar gençleşirdi demiş.
                                                                                                         Mehmet Ateş
                                                                                                          31 Mayıs 2011

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder