25 Temmuz 2011 Pazartesi

Kekik, Badem ve Deniz; Selimiye (Hydas)


















Tatil planları yapmak insanın metabolizmasını, sıvısını, ruh halini aniden değiştiriveriyor. Tatile gidecek olma düşüncesi tatilin başlangıcı oluyor. Ve özellikle gideceğin yer senin ilk defa gideceğin yerse sevinç ve gözlerindeki parlaklık artıyor. Heyecanlanıyorsun.  İşyerinde herkese gülücükler dağıtıyor ve en zor işler bile gözüne bir omlet yapmak kadar kolay geliyor. Yola çıkılacak gün zınk diye uyanıveriyorsun erkenden. Hangi gün hangi kıyafeti giyeceğini, hangi takıyı takacağını, kimle ne konuşacağını, balıkları, gökyüzünün rengini, geceleri hayal edip, ne tarz fotolar çekeceğini uykunda tartışıyorsun kendi kendine. Tatil düşüncesi bile yetiyor farklı bir insan olmaya. Bitmedi. Tatilin etkisi en az bir hafta on gün de insanın kıyafetleri, saçları ve düşünceleri üzerinde asılı duruyor. Garip değil mi? Hayat neden sadece tatilden ibaret değil ki? Tatilde çalışmak mümkün olsa ne hoş olurdu.
Tatil öncesi dönem genelde bu duygularla geçiyor Ben, Zülü, Hande ve Şems için. “Tatil varılacak nokta değil gidilecek yoldur” felsefesinden hareketle Zülü bahçemizden toplayıp annemin yaptığı sarmaları, hande de annesi Yaşa teyzenin böreğini getirmişti yola. Hande üç gün boyunca sık sık söyleyeceği cümleyi söylemeye başladı yolculuğun 10. kilometresinde; “ben çok acıktım yaaa. Neden bir şeyler yemiyoz yaaa?”. Açlığın şiddetine göre ya’nın sonunda ‘a’ sayısı değişiyor yani artıyor. Yoldan çamlıca gazozu alınca hem yemek hem de manzara ile yol ziyafeti başlamış oldu. Arabayı ben sürüyom ancak şoför olmanın avantajlarını da kullanıyorum. Hande sarmaları ağzıma tıkıyor peş peşe Zülü de üstüne gazozu boşaltıyor. Oh. Sonra yine tatil boyunca devam edecek olan Hande’nin kitap okuma serüveni başlıyor. Kitabın ismi “Dans Eden Benlikler”. Zülü ile okuduğu şeylerle ilgili paylaşımlar kitabın sayfa sayısından daha fazla. Yani yaptıkları yorumlarla bir kitap da kendileri yazıyorlar. Konu kişiler arası ilişkiler olunca çok konuşması ile ünlü olan Hande’nin çenesi daha da düşüyor. Tabi bu durumda benim onu kızdırmam da caiz oluyor. Bir an politik bir konu açılıyor. Araba sürmediği zamanlarda genelde uyuklayan Şems uyanıyor ve aniden bir aslana dönüşüyor. Konu ilgisini çekmişti bir kere. Konuşması uzuyor. Hande dinliyor ama pes ediyor çünkü dinlemeye programlanmamış. Belli bir süre dinliyor ve sonunda Şems’e patlıyor, “ ya sen çok uzun konuşuyon Şems?” Hepimiz Hande’ye manalı manalı bakıp gülüyoz tabiî ki.
Hedefimiz Marmaris’e bağlı Selimiye köyü. Selimiye tatili fiilen Gökova körfezindeki Akyaka ile başlamalı ve dönüşte Akyaka ile bitmelidir. Sakar geçidinden geçerken bir manzara molası vermeli ve incir yaprağı şeklindeki denizi seyretmeli. Yaprağın her köşesi dağların içine girmiş deniz gölleri. Akyaka’da belediye parkında mola verip çaylar içilmeli. Sonra da yaz kış 6 derecede kalan soğuk ve yeşil Azmak’ı takip edip İtalyanların Marmaris ve Fethiye yol ayırımında yolun iki tarafına diktiği devasa okaliptüslerin kapattığı yoldan geçmeli Marmaris yoluna çıkmak için. Marmaris yolu arada körfeze kaçamak bakış atabileceğiniz Türkiye’nin en güzel orman yolu. Marmaris’ten sonra 20 km daha gidiyor ve Selimiye sapağından sola dönüyoruz. Yaklaşık 20 km daha gittikten sonra yavaş yavaş ormanlar yok oluyor. Ancak orman bitti diye üzülmemek lazım. Doğa, burada orman güzelliğinin yerine başka bir şeyi düşünmüş. Yine incir yaprağı şeklindeki koylar. Mavi. Bol S harfli yollarda dolanırken dağlar mı denize girmiş deniz mi dağlara anlayamıyorsun. Şaşkınlık ve hayranlık bitmeden bir başka koy çıkıyor karşına. Gözler ve beyin coşuyor. Her zamanki ben “ aha burası çadır için süper!”, “Kesin buraya gelelim mutlaka!”, “Harika olur!” cümlelerini sık sık duymaya alışık olan Zülü bana bakıp manalı manalı gülümsüyor.
Arkaid dönemde Hydas ismini kullanan Selimiye’ye yaklaşınca önce sol taraftaki kalesi, sonra açıklardaki bir adacığı en son da cami minaresi görünüyor. Biraz daha yükselince koya elle yerleştirilmiş bir maket gibi duran Selimiye’nin tamamını görüyoruz. Heyecan artar bu anlarda ve sabırsızlanır insan. Yorgunluğa rağmen hedefe ulaşmanın huzuru ve yakıcı merakı sarar bedeni. Az sonra çoğunluğu badem, dut ve zakkum çiçekleriyle kaplı, sırtını dağa vermiş ve denizle son bulan yeşillikleri ile Selimiye köyüne giriyoruz. Bahtiyar pansiyon üyeleri karşılıyor bizi. Pansiyon&Mini restoran sahipleri şansımıza ‘profesyonel’ turizmci olmayan ve yaptıkları işten heyecan duyan sevimli bir aileden oluşuyor. Günay ve Ayşe servis yapıyor, Ülkü fırını yakıp ekmek açıyor ve yemek pişiriyor, Ahmet de akşam ziyafetleri için taze balık ve meze tedarik ediyor. Hemencecik sevdik birbirimizi ve tanıdık iç seslerin fısıldaştıklarını duydum beynimde. “Burada neşeli, içten ve rahat bir tatil geçireceksin”.
Tatile bir yere gittiğimde odaya yerleşir yerleşmez yaptığım ilk iş fotoğraf makinesini alıp çevreyi keşfe çıkmak. Bu coğrafyanın neresinde bulunduğumu, yanımda ötemde nelerin olduğunu, daha derin incelemeler için tekrar nereye gelmem gerektiğini bilmem gerekiyor. Bu sefer de öyle yaptım ve mini bir yürüyüşe çıktım. Selimiye kıyısında köy evleri zamanla pansiyon ve restorana dönüşmüş. Kıyıdan yürürken sanki evlerin bahçesinden geçe geçe ilerliyor hissine kapılıyor insan. Çünkü sahil yok gibi. Pansiyonların hemen önünde pahalı ve gösterişli yatların olduğu mini yat limanı bulunuyor. İnsanlar Arapça tabirle gözyaşı kadar berrak suyun içinde yatların arasında yüzüyor. Pansiyon ve restoranların arasında bazen mısır, domates ve börülce bahçelerine rastlanıyor. Tavuklar, horozlar, kedi ve köpekler deniz kenarında yıl boyu tatil havasında. Onları kıskanmamak elde değil. Kıyıdaki pansiyonlar bitince herhangi bir aralıktan içeri daldınız mı sanki asıl köy o zaman başlıyor. Burası kıyıya paralel giden asıl köy yolu. Sağlı sollu bahçeler, köy evleri, az da olsa dışarıdan gelenlerin yaptırmış olduğu gösterişli taş ve ahşap evler. Yolun sağına doğru yukarı bakınca köyün yükseldiğini ve denizi kuş bakışı görecek şekilde birçok evin yapılmış olduğunu fark ediyorsun. Yani iki yolda iki farklı yaşam var gibi. Deniz kenarında turizm ve onun kültürü ile arkadaki yerleşim alanında tarlalar ve çokça bulunan badem ağaçlarının olduğu köy ve köylüler. Selimiye’de emlak korkunç pahalı. Günay en son yapılan bir satıştan bahsetti. 260 metrekare bir yer 350 bin TLye satılmış. Köye yönelik ilginin derecesini o anda daha iyi anlıyoruz.
Doğal limana sahip ve dünyanın her yerinden tekne ve yatçıların demir attığı bu köyün denizi çok temiz, balık çeşitliliği fazla ve dalga hemen hemen hiç çıkmıyor. Burası Mavi Yolculuğun en gözde mekanlarından. Hayatımda gördüğüm en temiz, en yeşil, en mavi ve en canlı deniz hayatını barındıran bir deniz. Öyle ki yüzerken aniden ayaklarınızı ya da ellerinizi görüp ve başka bir şey sanıp korkabiliyorsunuz. Bahtiyar ailesi akşam ziyafetimizi hazırlarken biz de bir deniz siftahı yapalım dedik. Adayı hedefledik ve yüzerek üstüne çıktık. Burası minik bir kayalıktan oluşuyor. Üstelik üzerinde küçük kalıntıları var. Şems bir çocuk gibi korkuyor ve “yanımdan ayrılma” diyor. Az sonra Züleyha’nın sesini duyar gibi oldum ya da bana öyle geldi. Yemek hazırdı. Pansiyonun önünde çıtların bile çıkmadığı-arada zamanını şaşırmış horozun ve çok durgun denizin siyah beyaz çakıllara vuran minicik dalgaların sesini saymazsak- uzak bir dağ köyünde masa etrafında karanlıkta oturan dört kişiydik. Arada utangaç gülümsemesiyle beliriveren Günay isteklerimizi alıyor ve kendisine misafir gelen bir köylü genci rolünde isteklerimizi çabucak ve neşe ile yerine getiriveriyor. Günay yaz sezonunda ailesi ile beraber yeni yeni filizlenen bu şirin mekanda kışın da inşaatlarda çalışıyor.
Kendini anlatmaya ihtiyaç duymayan zeytinyağlı Akdeniz mezeleri, yöresel soslu çupra ve lagos balığı yanında rakı ve şarap ile Ülkü’nün köy fırınında yaptığı ekşi mayalı sıcak ekmekler de eklenince sıcak muhabbetler hoş etmez mi insanı? Gece ilerledi. Mest olduk ancak yorgun da düştük. Şems’in içtiği içkinin etkisiyle, “Tırnaklarım azcık uyuşmaya başladı” sözleri ile yatma vaktinin geldiğini anlıyoruz. Ülkü, üç kişilik odaya bir yer yatağı yapınca sığıştık böylece dört kişi. Çok kardeşli çocukluğumda, toprak evimizde en az dört beş kardeşimle (11 kardeşiz) yerde yan yana dizilip yattığımız, kavgalar ettiğimiz, birbirimizi korkutmak için hikayeler uydurduğumuz ve kimin osurduğunu bulmak için komik yöntemler keşfettiğimiz zamanlar geldi aklıma. Hüzünle ve yüzümde tebessümle uyuyakalmışım.
Horozlar yine çok erkenden öttü ve uyandım. Dışarısı alacakaranlık. Horozun inatla devam eden ötüşlerine aldırmadan tekrar dalmışım uykuya. Sonra imamın yanık ve detone sesi uyandırdı. İnat ettim tekrar uyudum ancak en son pansiyonun hemen önünde demirlemiş küçük balıkçı teknesinden gelen ve yüklü eski bir kamyonun yokuşu çıkmaya çalışırken çıkardığı sese benzer horlama sesi beni kesin olarak uyandırdı. Saat 6.30. Kalktım. Kapıyı açıp “denizi içinden karıncaların su bile içebileceği*” durgunlukta görünce kalakaldım ve eski kahvehane iskemlesine çöküp birkaç dakika seyre daldım. Balıkçı amcam teknede açık göbeğini şişire şişire uyuyordu. Foto makinem hazırdı. Etrafı dolana dolana fotoğraflar çektim. Yatlar, denizdeki yengeçler, ceviz büyüklüğünde siyah beyaz çakıl taşlar, kara dutlar, zakkum çiçekleri, tavuklara kur yaparak kesintisiz öten horoz ve aniden beliriveren yunuslar artık sonsuza kadar beynime ve makineme kazınmışlardı. Şimdi deniz vakti. En fırtınalı günde bile sükûnetini koruyan deniz beni içine almak için davetkar bakıyordu sanki ya da bana öyle geliyordu. Kumdan yapılmış bir heykeli bozmaktan korkar gibi girmeye başladım denize. Kulaç atmadan. Ve yeni mekanımıza, minik adaya çıktım. Şems 100 m2, Hande “yok o kadar olmaz” diyerek tetiklediği çocukça tartışma geldi aklıma. Neyse bu sefer tersten, adadan köyün uyanışını ve denizdeki çeşit çeşit renkli balıkları seyretmeye koyuldum. Köy gözümün altındaydı. İlginçti. Sanırım bütün şehirlere, köylere tersten ve dışından ama yakından bakmak gerekiyor onları anlayabilmek için. Sonra Şems geldi ve genelde sabahları sorduğu sorularla başladı güne. Balıkları ilk defa görüyormuş gibi hayretler içinde bakıp sorusunu sordu; “Yav Mehmet, bu balıklar deniz altında yaşayabiliyor ama biz yaşayamıyoruz. Garip değil mi? Daha cevabı veremeden yeni soru geldi? “Peki, deniz neden tuzlu?” Şemsle arkadaşsan bu sonsuz sorulara cevap vermeye hazır olmalısın. Şems’in bu sorularına alışığız ancak Hande sahneye çıktı bu defa ve daha ilginç bir soru patlattı. “Balıklar nasıl çiftleşir?” “Özel hayat” deyip sıyrıldım işin içinden. Hande ve Zülü yine koyu sohbete daldılar. Uzun uzun konuşacakları konuları her zaman nereden buluyorlar diye geçirdim içimden. Hiç de sıkılmıyorlar. Şimdi daha iyi anlıyordum uzun arkadaşlıklarının kimyasını. Ve kıskandım ve sevindim. Sonradan Zülü söylemişti; “bu tatillerin bir güzelliği de arkadaşlarımızla telaşsız ve bir yere yetişme kaygısı duymadan daha fazla vakit geçirmemizi sağlaması”. “Birbirimizi daha iyi tanıma fırsatı vermesi”. Hande, “kitaptan bir cümle ile açıkladı durumu. “İnsan kendini karşısındaki kişi sayesinde tanır”. Ben de buna benzer bir sözü küçükken Hasan abimden duymuştum; “insanı en iyi ya işte ya da seyahatte tanırsın.” Hande’nin kitabı kutsal metinlerden oluşur gibi bir şeydi. Her duruma uygun alıntılarla tartışmalarda ve sohbetlerde anahtar rol oynuyordu. Selimiye’nin pek bir plajı olmadığından teknelerin arasında ve arada teknelerin demirlerine asıla asıla oyun oynayarak yüzmek zevkli çocukça bir şey. Kendimize belli hedefler koyup o hedeflere yüzerek ulaşmak da performansımızı arttırdı ve gün sonunda kendimizi çakı gibi hissettik. Köyün en ucundaki sığ liman kumdan oluşan tek plaj. Önce sarı ve çok sığ sonra birden derinleşip mavileşiyor. Etrafında çam ağaçlarları ve türlü türlü deniz canlılarının yaşadığı kayalıklar. Kıyıda deniz canlılarını inceledik. Hande küçük midyeyi incelemek için ikiye böldü. Lisede biyoloji dersi geldi aklıma. Kaplumbağayı kesmiştik laboratuarda. Taşlara yapışmış küçük boru şeklinde olan ve içinden kırmızı tüy ya da kelebek gibi çıkan canlılara bakıp bakıp şaşırdık. Daha ilginci onlara yaklaşınca borunun içine kaçıveriyorlar. Issız bir adaya düşen üç meraklı çocuk gibiydik. Sonra sahile çıkıyoruz yorgun argın. Dalma ve zıpkınla balık avlama konusunda uzman Fikret’le tanışıyor ve koyu bir sohbete dalıyoruz. Hepimizden çok Şems ilgi duyuyor bu sohbete. Deniz altında 4-5 saat kalabilme düşüncesi sarstı Şems’i. Deli gibi bu işe aşık Fikret başka neler anlattı? “Strese ve sigaraya karşı en etkili silah deniz altı”, “deniz altındayken dünyayla bütün bağın kesiliyor, balıkların peşinden giderken renkli dünyalara rastlıyor onları takip ederken bazen mağaralara girip çıkıyorsun.” Hatta girip de çıkacak yolu zor bulduğun da oluyordu. Nefes almayı ve zamanında yukarı çıkmayı unuttuğum çok oldu.” Birbirimize bakıp gülümsedik. Beyindeki listeye ‘yapılacak yeni bir şey daha’ diye ekledik.
Az sonra arabayla koy ve köy keşfine çıkıyoruz. Köyün batı yönüne giden yola çıkıyor ve çok daha yüksekten köy manzarasına doya doya bakıyoruz. Etrafta kel dağlar ve tepelere bakıyoruz yine. Susuzluğa dirençli badem ağaçları sıralanıyor her yönde ve kekik kokuları misler gibi. Bu kokuyu damağımda da hissetmiştim bu sabah kahvaltıda bal yerken. “Ocak sonu ve şubat başında buraya kar yağar” diyor köylüler ve şaşkınlığıma bakıp gülümseyerek ekliyorlar, “badem çiçekleri açınca her taraf beyaz olur”. “Karlı örtü gibi”. “Hem de ılık havada.” İlerliyoruz. Biraz sonra koylara yakın yerlerde tekne ve yat tersanelerine rastlıyoruz. 20 dk. kadar sonra da Bozburun’da Denizkızına varıyoruz. Sessiz ve terk edilmiş bir kasaba gibi. Açıklarda adacıklar. Denizi enfes olsa da plajının ve gölgesinin olmaması hoşumuza gitmedi. Çünkü karpuz, peynir, ekmek ziyafetimiz vardı. Biraz daha dolanınca bir plaj buluyoruz. Ve yüzme sefası. Denizde Şemsle beraber yeni kararlar alıyoruz. Tatilde olmanın verdiği rahatlık ve huzur hayal gücünü arttırıyor ve yeni kararlar almak için kendinde güç buluyorsun. Neydi karar? Şems’in taş işini uluslar arası pazara taşıyacaz ve para kazanınca da tekne alacağız. Yüzerken ayrıntılı planlamayı yaptık. İzmir’e döner dönmez harekete geçilecekti. Kıyıya çıkıyoruz ve kızlar da tatilde olduklarından olacak fikrimize olumlu bir tebessümle karşılık verdiler. Az sonra Survivor’daki sunucu Acun Ilıca’dan doğan hararetli “başarılı insan kimdir?” tartışması patlak verdi. “Popular kültür içinde başarılı olmak da başarıdır “ diyen Hande ve Şems ile bu başarıyı başarı saymayan ben sıkça yaptığımız gibi şiddetli, çocukça ve bağırarak tartıştık uzun uzun. Aynı anda marketten aldığımız ve 13.75 TL tutan öğle yemeğimiz yiyiyoruz. Karpuz, peynir ve ekmek. Hande karpuzu yemiyor kabuğunu kemiriyor adeta. Onda ve hepimizde çocukluğa dönme özlemiydi bu. Pansiyonumuzu ve aileyi özlemiştik galiba. “Hadi eve gidelim” der gibi kalktık ve soluğu ‘evimizin’ orda aldık. Sabahtan verilen siparişlerden oluşan soframıza kurulduk yine. Akşam saatlerinde eflatun ve mor renklerine bürünüyor gökyüzü ve deniz. Şems dün çayı şekersiz içmeye karar vermişti. Bugünse Hande bizim gazımızla Rakıcı olmaya karar veriyor. Bu kısa tatilde daha ne kararlar alıncak diye merak ediyordum. Gecenin sonunda “Vay be!” “Güzelmiş rakı!” “Harika hissettiriyor” lafları dökülüveriyor dudaklarından. Ve yeni bir tartışma daha çıkıyor bir anda. Hande ve Şems iki bekar insan. İlk kim evlenecek? iddiası başlıyor. Hande, “ilk sen evleneceksin çünkü şansın daha yüksek” derken Şems, “ilk sen evleneceksin çünkü güzelsin, İzmirlisin ve doğulu değilsin”. Ve oradan Doğulu olmanın ne demek olduğuna dair uzun, acılı hikayeler ve yaşanmışlıklarla dolu iç dökmeler başlıyor. Hande, “evet, haklısın galiba. Ben beyaz Türkmüşüm baksana bu konular hakkında pek bilgim yokmuş”. Bir sessizlik…
Pazar günü. Sürekli tazelenen çaylardan ve kekik aromalı balları kaşıklamaktan dolayı kalkmak istemediğimiz ailemizin pansiyon bahçesinde, salıncakta gazete ve kitap keyfine devam ediyoruz. Öğlene kadar. Ama gitme vakti çünkü yol boyunca keşifler devam edecekti. Bir yerden ayrılmak istememek duyguların en güzelidir bence. Her mutlu ayrılışta genelde pansiyon sahiplerinin numaraları alınır, “yine gelecez” teselli lafları edilir ve arkada yeni kurulmuş bir bağdan memnun yola çıkılır. Biz de öyle yaptık. Ailecek kapıda uğurladılar. O anda aklıma bizim Toprakev pansiyonumuza gelen misafirlerimizi uğurlarkenki halimiz geldi. Bu mutluluğun dili her yerde aynı idi. Yoldayız. Hedef Zülü’nün isabetli kararı ile gitmeye karar verdiğimiz Turgut Şelalesi. Selimiye’den Marmaris yönünde 10. Km de dağda orman içindeki saklı şelaleye varıyoruz. Şelalenin suyu yeterince bol ve hoş akıyor. Aynı anda turistlerle beraber dalıyoruz çivi gibi soğuk suyun içine. Eğlence ve aksiyon bolca var. Bu arada etrafta uçarken kırmızıya dönen ama konduğunda kanatları yeşil ve yeşilin üstünde sarı çizgileri bulunan kelebekleri görüyorum. Sürü halinde dolanıyorlar. Fikret’in deniz altında balıkları takip etmesi gibi ben de ormanda onları takip ettim elimde foto makinesiyle. Kafamı kaldırıp beni götürdükleri yere bakınca “vay be güzelliklerin yerini en iyi kelebekler biliyorlarmış” düşüncesi geçti aklımdan ve ortam Avatar filmini hatırlattı. Ama bu gördüklerime doyamadan geri döndüm. Çünkü arkadaşlar bekliyordu. Şems hala çocuklar gibi şendi. “Tatilin en mutluluk verici kısmı bu idi”, diyor film setine benzeyen şelaleye bakarken. “Şimdiye kadar yaşlı tatili yapıyormuşuz” deyip yeni bir tartışmasının fitilini çekti. Yaşlı tatili mi genç tatili mi yapıyoruz biz? Uzun tartışmadan sonra bir sonraki tatilin genç tatili olması gerektiği fikri konusunda uzlaşıyoruz.
Gidilecek bir yer daha vardı. Yine yol üstünde (5km kadar sonra) Orhaniye köyünde denizin içlerine doğru uzanan kumun üstünde yaklaşık 200 metre uzunluğunda kumlu çakıllı şerit. Burası Kızkumu. Derin denizin içinde oluşmuş yarım metre derinliğinde sığ bir yol. Uzaktan bakınca insanların su içinde yürüdüklerini sanıyorsun. Hemen sağında bir ada ve kale surlarını görünce kendimi gece mehtapta deniz içindeki bu yolda yalnız başıma yürürken ve kaleyi seyrederken hayal ettim. Ve ürperdim. Bu da yapılacaklar listesine eklendi. Dönüş yolunda son durak Akyaka Halil’in yeri. Soğuk suyun yüze vuran serinliğinde veda yemeği. Ve bu yazı için yapılan son karalamalar. Akşam 9 da Torbalıya varıyoruz. Misafirsever arkadaşımız Şems bize evinde kahve yapıyor ve adet haline getirdiğimiz video kaydını yapıyoruz. Hande muhteşem telefonu ile herkesin tatili değerlendiren konuşmasının video kaydını yapıyor. Zülü tatil anlayışımızı güzel özetliyor, “tatilde paylaşımın, öğrenmenin ve dinlenmenin en güzelini yapıyoruz. Kalabalık tatilleri seviyorum. Özellikle sevdiğim insanlarla.”

*Yaşar Kemal’in Ege’nin bir deniz köyünü anlatan romanı.
                                                           Ateş Mehmet, 29 Haziran 2011, izmir

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder