18 Ağustos 2011 Perşembe

Karaburun’dan Çeşme’ye; Tavaf













Kasabanın kokusunu alınca gözlerim güldü. Küçük iskelesi, kıyıda denizle oynaşmaktan bilyeye dönüşmüş renk renk taşları, köy evleri, mütevazı pansiyonları, lokantaları ve yeni olgunlaşmış incirleri ile beni, bizi koynuna alıverdi. Burası Karaburun. İzmir’in en küçük ilçesi. İyi ki de en küçük kalmış. Yavaş hayat ritmiyle Citta Slow ünvanını çoktan hak etmiş bir yer burası. En maceralı ve en sürprizli yoluna sahip. Buraya gitmeye karar verdiyseniz dikkate almanız gereken bazı hususlar var. Çeşme otobanından Karaburun yol ayırımına girdikten birkaç dakika sonra yol tamamen kıyıya paralel devam ediyor, kıvrılıyor, batıp çıkıyor ve yarlara yaklaşıp uzaklaşıyor. Ancak güçlü mideye sahip ve sabırlı olanlar buradan zevkle geçebilirler. Yavaş yavaş. Benim gibi şoför sizseniz ve yeni doğan bir kuş yavrusu gibi etrafınıza merakla bakınmak hoşunuza gidiyorsa işiniz daha da zorlaşıyor. Çünkü bu virajlı yolda arabayı uçuruma sürmeden aniden karşınıza çıkacak doğa yapımı mavi harikaları seyretmek oldukça zor.  Zorluk derecesini arttıran ikinci sebep ise arabadaki 4 farklı karakterden oluşan 4 kadının olması. 4 kadınla yola çıkmak! Cesaret istemez mi? İzmir’de başlayan kadın muhabbetlerine ek olarak Özlem’in midesinin bulanması ve sonra kusması, Hande’nin acıkması ve susaması, Ferdus’un sosyal içerikli telefonları ve Züleyha’nın sıkılması bir süre gözlerimin önüne bir perdenin çekilmesine ve sadece yolun şeritlerini görmeme sebep oldu. Ama artık çok geçti. Zülü’nün sıkça söylediği gibi, “şemsiye meselesi”. Yola çıkılmıştı abir kere. Steinbeck’in bir sözü durumu daha da iyi özetliyor. “Seyahat evlilik gibi bir şeydir,  onu kontrol edebileceğini düşünmek hataların en büyüğüdür”.
İki saat içinde Karaburun’a vardık. Bunalmış ve ısınmış olmak demek keşif ve yüzme demektir. Karaburun kasabası denizden biraz uzakta denize hafif tepeden bakıyor. Etraf kara gerçekten. Mavi deniz, sarı kayalar ve çıplak topraklar. İskeleye yönlendiriyor bizi taş pansiyonun sahibi Hülya Hanım. Deniz bize anlatıldığı gibi akvaryum gibi. Öyle temiz ve duru ki deniz altındaki yosunlar, otlar Züleyha’yı korkutacak deniz hayvanları olarak göründü. Denizde küçük bir panik. Özlem korkudan deniz kenarında buldu kendini. “Ferdus’un bizi hemen de sattın” takılmalarına Özlem, “kızım benim çoluğum çocuğum var” cümlesiyle karşılık verdi. Tabi bu savunma O’na yol boyunca takılmamıza engel olmadı. Tadımlık bir deniz keyfiydi bu. Yüzerken bile herkesin hayalinde iskelede Kalyon Restoranda balık rakı keyfi yapmak vardı. Uzun kollu elbiseler giydirecek kadar rüzgarlı ve serin Karaburun’un bu herkesin herkesi tanıdığı yemek, yürüyüş, eğlence ve tekne barınağının olduğu mekanda kendimizi ahalinin ritmine kaptırıverdik hemen. Her zaman yaptığım gibi arkadaşlardan fırsat bulup çevre keşfine çıktım. Fotoğraf makinem gözünü açmış, yeni bir yerde olmanın merakıyla ava hazırdı. İskelenin arka tarafından geçen yol üstünde dalından incir koparırken aynı anda gün batımını izlemek, aşağıda insanların telaşsız ve birbirlerine sevgi gösterme telaşını yaşarken izlemek ve balıkçıların barınağa huzurla geçişine tanık olmak hayata bir halat daha bağlamama sebep oldu. Çin dili edebiyatı okuyan Burak adlı genç barmen’in kasaba ile ilgili verdiği bilgiler ve dedikodularla kendimi azcık buralı gibi hissetmeye başlamıştım. Ancak Bernard Shaw’ın dediği gibi “dışarıdayken evdeymiş gibi hissetmekten hoşlanmam” fikrini kendime ilke edinip kasabayla arama biraz mesafe koymaya çalıştım. Onun içinde olup ona dışarıdan bakabilmek için. Daha iyi tanıyabilmek için.
Lidaki yada kefal, rakı ve ege mezeleri. Delirmiş denizin dalgalarına ve batan güneşin arkasında bıraktığı mor gökyüzü eşliğinde bol Niğde gazozu ve Emine’nin maceralarından oluşan bir muhabbet eşliğinde gezilerimizin klasiklerinden birini yaşadık. Özlem çocuğunu ilk defa babasına bırakıp özgür olmanın keyfiyle stand up yıldızı modunda kadınları kadınca muhabbetlerle gülmekten kırdı geçirdi. Zülünün gülme krizi gözlerinden yaşlar getirdi. Ben bir “yanaşma” gibi masalarına ilişmiş oturuyor ve şen hallerinden kendi payıma sevinç devşiriyorum. Az tanıdığınız biriyle tatile çıkmanın avantajı karşındakini iyi tanımak için yeterince fırsatın doğması ve hemen sıkılmamak. Hande, Ferdus ve Özlem’le uzun sürede yaşanacak yakınlaşmayı 2 günde hayata geçirip annemin Arapça deyimi ile tıyzen im ferd el bes (bir donda iki kıç) gibi oldular. Güzel kafa ile gecenin yarısı pansiyonun yolunu tuttuk. İskeleye sırtını verip begonvilli evlerin arasından geçerken sokak aralarında oturmuş ve geceye ortak olmaya çalışan ihtiyar teyzeleri ve amcaların yavaş muhabbetlerini duyar gibi oldum. Bu arada yokuşu çıkınca arkaya bakmalı ve maket gibi duran iskele ve denize bir de gece göz atmalı ve yanınızda gürültücü arkadaşlarınız yoksa birkaç dakika dalmalı. Gecenin zifiri karanlığı bütün ayrıntıları yok eder ve insanı asıl nesneler üstüne yoğunlaşmasına yardımcı olur. Gece Karaburun iskelesini seyretmek böyle bir şeydi işte.
Yazlık bölgelerinde insanlar geç yatar ve geç kalkarlar. Eğer siz erken yatıp erken kalkarsanız o mekanı en farklı şekilde görme imkanı yakalarsınız. Gittiğimiz İncirlikoy sahilinde akşamın izleri, insan kokusu, yan yatmış bir şezlong ve bira şişeleri ile yapılan muhabbetler havada asılı durmuş. Hissedebiliyorsunuz. Sahilin çalışanları yarı uykulu ve akşam kızlarla yaşadıkları eğlenceleri aratan ruh hali ve dağınık saçlarıyla yavaş yavaş temizliğe hazırlanıyorlar. Koydan denize girip Asya otelin kapattığı akvaryum koyuna yüzerek girebilir ve böylece yasağı delebilirsiniz. Her zamanki gibi yeni bir koya her girişimizde aramızda “en muhteşem renkler, en temiz deniz burası” tartışması başlıyor. Bir süre sonra karınlar zil çalıyor ve Karaburun’un kalbine gidiyoruz. Çay bahçesinin içinde hummalı hazırlıklar yapılıyor. Karaburun festivali kapsamında en güzel üzüm yarışması hazırlıkları bunlar. Hemen yakınlarında masaya kurulduk. İşini oldukça fazla ciddiye alarak çalışan sevimli tombul çocuk garsonun itirazlarına rağmen çıkınlarımızı masaya serdik. Hem kahvaltı yaptık hem de kız güzellik yarışmasını andıran etkinliği izledik. Farklı köylerden gelen çoğu ihtiyar amca sepetlere konmuş altın rengindeki şaheserlerini heyecanla jüri üyelerine gösteriyorlar. Üzümlerini çocuklarını taşır gibi taşıyorlar. Bir ara ihtiyarlar yılların verdiği yorgunluğa rağmen yüzlerini, gözlerini, başlarını ve kolları harman dalı müziği eşliğinde havaya kaldırıyorlar. Oyun süresince yüzlerinde utangaç ama mağrur bir ifade seyircileri etkiliyor. Gençlikleri geliyor aklıma ve muhtemelen onlar da aklına. Üzümlerden tadıyor, içimden verilen emeğe müteşekkir oluyorum.
Artık yola çıkma vakti. Hedefimiz Karaburun yarımadasını tavaf edip Çeşme’ye ulaşmak. Gerçi Zülü Christophe Colomb gibi yıllardır bu seyahatin hayalini kurmuştu. Gün bu gündü. Bizi de hayallerine ortak etti. Biz de hazır hayale ve plana dahil olmanın rahatlığıyla yola koyulduk. Virajlar, engebeli, boş sarı tarlalar ve mavi koylar karşıladı bizi. Her dönemeçte kızların hayret belirten nidaları yükseldi. Başka bir coğrafyaydı burası.  Ara ara köyler ortaya çıkıyor. Çöl ortasında yüzlerce yıllık kadim taş evlerde insanların yaşadığını hayal etmek bile güç. Sonra da yeni dikimi yapılmış uçsuz bucaksız zeytin tarlaları çıkıyor karşımıza. 10 yıl sonrası aklıma geliyor. Zeytin ağacına yaslanmış karşıdaki Sakız (Kios) adasını izliyorum. Ve muhtemelen Yunanlı birisi karşıda aynı şekilde oturuyor olacak. Muhtemelen de aynı havayı, yorgunluğu ve yoğunluğu hissedecek. Telefon sinyalleri sınır tanımıyor tabi ve Hande’nin telefonu sürekli Yunan operatörünü gösteriyor. Yola devam. Yol yine maceralı ki bu yüzden hiçbir araba geçmiyor ne yanımızdan ne karşımızdan. Tek gördüğümüz ve aniden fark ettiğimiz yemyeşil renkte bir bukalemun. Yolu karşıdan karşıya geçiyordu. O hızla onu ortalayıp ezmediğim için seviniyoruz. Yemyeşil bir vadide mandalin portakal ve limon bahçelerinin içinde kurulu köye giriyoruz. Sahilinde keçilerin otladığı yerde denize giriyoruz. Denizi anlatmaya gerek yok. Karaburun yarımadasında tüm koylar temiz, hoş renkli, soğuk ve genelde dalgalı. Gözlükleri ve şnorkeli almayı unutmamalı çünkü denizaltı deniz üstünden çekici, eğlenceli ve şaşırtıcı.    
Yol üstünde en çok beğenmediğimiz kasabaya varıyoruz. Yine taş evler ve renkli pencere ve kapılarıyla denize bakan yamaçta kurulu Alaçatı’nın ciks olmamış hali, Çeşme’ye 20 km mesafedeki Ildırı’ya varıyoruz. Tarihteki adı Yunanca kızıl kent anlamına gelen Erythria. Anfi tiyatro, Kilise ve Akropolu köyün hakim tepesine kurulmuş, sokaklarında capcanlı çiçekler, balıklar, sebze ve meyveler olan köyde evden dönüştürme çok şirin bir kafeye giriyoruz. Kafenin ismi de gözlemeleri yapan teyzenin isminden alınma; Şirin. Hemen yanı başında arkeologların kazı yaptığı alan, bahçeler ve deniz manzarası kısa bir süreliğine açlığımızı unutturtuyor. Ama sadece kısa bir süreliğine. Çünkü Hande her zamanki gibi açlıktan yüzü önüne düşmüş, asılmış, sipariş verirken acılar çekiyor. Şirin garson kızdan farklı şeyler istesek de sofraya geldiğinde zaten her şey herkesin olacak rahatlığıyla gözleme, menemen, dut şurubu, limonata ve ayran istiyoruz. Köylü işi köylü tadında yiyeceklerdi. Leziz. En isabetli sipariş Ferdus’tan gelmişti. Kıymalı, otlu ve lorlu gözleme. Sofradaki her şey paylaşıldı. Gezilerimiz zaten paylaşmak temeli üzerine kurulu. Ancak Özlem’in dondurmasını yalatmak istememesi bu genellemenin dışında kalıyor. Yol boyunca Özlem’in bu komik hareketinin geyiği yapıldı. Herkesin içinden burada bir gece kalma düşüncesi geçiyor ama her zaman yapıldığı gibi “bu bir keşifti, nasılsa bir daha geleceğiz” avuntusuyla yola kaldığımız yerden devam ediyoruz. Ildırı’dan sonra aniden Çeşme kültürü başlıyor. Bol yazlıklı, hızlı, çok tüketici bir hayat çıkıyor karşımıza. Oradan hızla geçiyor ve Alaçatı’ya varıyoruz. Hande’nin deyimiyle, “şimdiye kadar gördüğüm en kötü yer” burası. Evler ve dükkanlar yerli sahiplerinden satın alınıp restore edilmiş. İçlerine markalar, dokuya uymayan  müzik ve eşyalar konmuş, sokaklarında farklı bir insan yapısı ile Camiyi ve güneşi saymazsak İngiltere’deki herhangi bir kasaba farklı bir yer değildi. 10 yıl önce gittiğim ege kasabası, ege insanı, müziği ve cümbüşü ortada yoktu artık. Kimliği tamamen değişmiş ve elbette ki bize değil de başka bir sınıfa hitap etmeye başlamıştı. Sakızlı dondurması aklımızda tek kalan güzel şeydi. Bu arada Özlem dondurmasını yine tek başına yaladı.
İzmir’e dönüş vakti. Yolda yine video kayıt yapıyoruz. Herkes gezinin değerlendirmesi yapıyor. Özlem’i otogara bırakıyoruz. Dostlarına uzun süre sonra kavuşmuş olmanın ve şimdi onlardan ayrılmak zorunda kalmanın hissiyle vedalaşırken gözleri kızardı, doldu ve ağladı. Mutlu son… 
                                                                                  AteşNaar, 16 agsts 11, izmir

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder