10 Temmuz 2012 Salı

Babamla Suk Al Tavil (Uzun Çarşı) de Bir Gün



                                Gelin ve damadın şık düğün kıyafetleri ile bir kasabın içinde yemek yediklerini gördünüz mü hiç? Küçükken görmüştüm. Nerede mi? Antakya’nın karınca yuvası, kadim çarşısı olan Suk El Tavil (Uzun Çarşı) de. Bu ilginç mekanda yemek faslı nasıl gerçekleşir ona bakalım. Gelin ve damat kasapta Arap Tavayı (Tepsi kebabı) sipariş eder ve ustalar keskin satırları, hızlı çalışan elleriyle enfes et yemeğini kısa sürede hazırlarlar. O anda ustanın elindeki satırın tahta üzerinde çalışırken çıkardığı ve ritmini herkesin seveceği sesler ile çarşı içerindeki uğultunun sesleri birbirine karışır. Uzun yılların verdiği beceri ile ustalar bir sanat eserinin gösterisini sunar gibi havaya girer ve hamura dönen Tava malzemesini (erkek dana etinden kıyma, yeşillik, sebzeler ve baharatlar) tepsiye özenle sererler. Ve üstlerine misler gibi kokan leziz domates, biber, patlıcan ve isteğe göre dilimleri patates serpiştirirler. Sonra sahneye çırak çıkar ve tepsiyi kasabın hemen yanına yapılmış odun fırınında pişirtir. Bu arada Antakya’nın lezzet düşkünlüğünün sonucu olarak çoğu kasabın yanında fırın olduğunu hatırlatayım. Bu fırında sadece Tepsi Kebabı değil, biberli ekmek (etsiz lahmacun), kaytaz böreği ve bir sürü pasta ve börek çeşitleri pişirilir. Antakya’ya gelen bir misafirimin dediğine hak vermemek mümkün değil. “Antakya’daki kadınların işi pek kolaymış. Siparişi ver. Kasap ve fırın yapsın. Oh!”  Arkadaş pek haksız sayılmaz. Neyse konuyu dağıtmayalım. Yarım saat olmadan tepsi kebabı pişer ve enfes yemek kasap salonunda tahta sandalye ve masada bekleyen gelin ve damadın önüne konulur. Aç çiftler tepsinin üstüne konulan ince lavaş ekmeği kaldırılınca Antakya kokularının toplamını içinde barındıran kokulu sıcak buharı burunlarında misler gibi hissederler. O anda gelin damat (kasapta aynı yemeği yiyen kim olursa olsu) ceketlerini çıkarır, gömleğin kolları sıyırır ve binlerce yıldır yapıldığı gibi hünerli parmakların arasına alınan ekmek parçaları ile ortadaki aynı tepsiden yer.  Çatal bıçak yok. Tabak çanak yok. Bu leziz tava öyle bir zevk ve iştahla yenir ki bunu yavaş ve terlemeden yiyebilene henüz rastlanmamıştır. İşte böyle. Uzun çarşıda gelin damadın bu kadar özel yemeğini bir kasabın içinde keyifle yemelerini çocukken aynı mekanda izlemiştim. O sırada babamla da aynı yemeği yiyiyorduk. Ogün bugündür Uzun Çarşı’da ve Antakya’nın tüm mahallelerinde kasapların ne kadar önemli mekanlar oldukları hiç gitmez.  Uzun Çarşı özel günlerinde en özel yemeği sunmakla kalmaz aynı zamanda kentin bütün ihtiyaçlarını da karşılar. Ve dahası gıkını çıkarmadan çeşit çeşit insanın nazını çeker. Olmadık isteklerine yüksünmeden hay hay der.
Uzun çarşıda Taamlara (lezzetlere) devam ediyoruz.  Tavanın üstüne özel bir tatlı bekler sizi. Birkaç adım ötede kirece yatırılmış, dışı sert içi bal gibi, şerbet dolu kabak tatlısını ya da sıcak züngül tatlısını yiyince öyle bir keyif dünyasına dalıyorsunuz ki dünyadaki ve içinizde tüm sorunlar bir anda ufalıyor. Önemsizleşiyor. Geçici bir gerçeklerden kopuş hali yaşıyorsunuz. Tatlıdan sonra arzu edenler kuyumcular ya da baharatçılar sokağında kulağınıza çalınan Arapça ve Türkçe konuşmalar eşliğinde acı bir süvari kahve içebilirler. O sırada dünyanın bütün geleneksel çarşılarının ortak sesleri duyulur. Tıpkı Halep’de, Antep’de, Şam’da, Kahire’de olduğu gibi. Az sonra sesler uğultuya dönüşür. Sokakların karıncaları sessizleşir ve derin bir iç geçirmeyle beraber geçmişe doğru yola çıkarsınız. Ve en yanınızdakini duymaz olursunuz. Artık içeride varoluşsal sorgulamalar başlamıştır. Tarih boyunca bu sokaklardan geçip giden ve geri gelmeyen insanların hayali görüntüleri gelir gözünüzün önüne. Çok canlı bir hayatın içinde aklınıza yok oluşları düşünürsünüz. Ve belki de şu türkünün sözleri düşer yüreğinize. “Bu dünya bir pencere. Her gelen bakar gider.” Buna benzer bir ruh hali içindeyken aklıma ve hayalime babam gelir. Küçükken onunla yaşadığımız çarşı anılarını hatırlarım yüzümde bir tebessüm ile. Siyah taşlı, dar, kalabalık ve telaş dolu sokaklarda babamın hızlı ayaklarına eline sıkıca sarılarak ulaşmaya çalışırdım. O yürürdü ben koşardım. Bir yandan da lastik terliklerimin ayağımdan fırlamasına engel olmaya çalışırdı minik parmaklarım. O yüzden çarşıdaki insanlar, dükkanlar, buğday çuvalları, vitrinde parıldayan altınlar, ot süpürgeleri, içimi eriten futbol topları, formaları ve demircilerin harlı ateşi sündürülmüş fotoğraflar gibi gözlerimin önünden akıp geçerdi. Hızlı bir trenden bakar gibi bakıyordum. O yüzden bu anlar zihnimde halen net değiller. Babamın her zaman için acelesi vardı. Çarşıya her gidişinde-genelde birkaç haftada bir- ayakkabıcıya, baharatçıya, semerciye, kumaşçıya, hırdavatçıya ve daha bir çok dükkana uğranacak ve oradan ihtiyaçlarını alacaktır. Babam halde domatesleri ve erikleri iyi fiyata satmışsa şanslıydım. O zaman bana da bir şort yada bici bici alma ihtimali yükselirdi. Çarşıda sadece alışveriş yapılmaz geleneğe uyup dükkanların ahbaba dönüşmüş sahipleriyle ayak üstü çaylar içilip muhabbetler edilirdi. Arap dilinin kıvrak ve çok anlamlı özelliği ile insanların ince güçlü mizah duyguları birleşince ortaya ince düşünülmüş espriler çıkardı. Kahkahalar sokaklara yayılırdı. Öğlen saatine denk gelmişse meyve kasası ters çevrilerek ve üstüne gazete kağıdı sererek zevkle hazırlanmış sofrada Lahmi la varka (kağıt kebabı) yenir, bütün bütün mideye indirilen acı bibere rağmen keyif sürerdi. “Kim demiş tatlı yiyelim tatlı konuşalım” diye. Suk el Tavil’in baskın tadı tatlı değil, acıdır, nar ekşisidir, defne, fesleğen, mersin ve kınanın güçlü rayihalarıdır. Birbirine benzeyen ve benzemeyen yüzlerden, dillerden, giyimden, alışkanlıklardan oluşan huzurlu karmaşadır. İnsanların mayası bunlarla yoğrulmuştur. İşte bu sebepledir ki bir Antakyalı bu kent dışında başka bir yerde yaşadığında orada sürekli bir huzursuzluk hali içerisinde mayasını arar durur. Bu koku ve tatları kısmen de olsa bulduğu yere daha çok sokulur. Bir çınar kökü gibi suyun kaynağını bulmak için kendini derine salar. Ancak tüm çabalarına rağmen aynı kaynağı bulamayacağını bildiğinden bilincinin canlı bölgesinde sevgilisi olan memleketine geri dönme isteği duyar.      
                   Çarşı kentin ortasında bir yürek gibi atar. Bu yürekten ayrılan damarlar şehrin bütün yönlerinden evlere hayat taşır. Kent ve yaşam bu yüreğin etrafında büyümüş. İnsanlar bu çarşıya yüzlerce yıldır göbek bağı ile bağlanmıştır. Suk al Tavile her yönden girmek ve çıkmak hem çok kolay hem de mecburi. Oralarda gezerken ara sıra sokaklar sizi şaşırtabilir. Mesela sürki, kurutulmuş sebzeler, künefe ve kasapların olduğu çarşının bu sokağı bir anda bitiveriyor. Ve tarihte gece aydınlatılan ilk cadde olan Kurtuluş caddesine çıkıveriyorsun. İnsan sesleri yerini araba seslerine bırakıveriyor. Yoldan karşıya geçince de eski Antakya evlerinde sessizlik, taş kokusu ve serinlik başlıyor. Ara sıra sokakta oynayan çocuklara ve cumbalarda beliren yaşlı teyzelerle göz göze geliyorsunuz. Yüzünüzde beliren küçük bir tebessüm insanların gözlerinde karşılık buluyor.  
                Babamla çarşıya köprü tarafından girdiğimde işim kolaylaşıyordu. Asi Nehrinin aktığı yataktan esen sert ve serin rüzgarı arkamı alıyor bu sayede babamın hızına yetişebiliyordum. O sokakta biraz ilerleyip sola kıvrılınca demirciler ve kalaycıların olduğu sokağa çıkıveriyorduk. Sokağın başından sonuna kadar bakınca kendinizi bir tiyatro sahnesinin karşısında imiş gibi hissederdim. Sahnede herkesin bir rolü vardı. Ve insanlar rollerinin en önemli kısmının dayanışma olduğunun bilincindeydi. Sahneye çıkıp biraz ilerleyince yaz sıcağında demirin ateş ve kol gücü ile şekle sokulmasına hayret ederek izlerdim. Siyh beyaz bir fotoğrafın karanlık odada yavaş yavaş oluşması gibi bir şeydi. Çapa, bel ve diğer tarım aletleri usta ve çırakların elinde yavaş yavaş oluşurken ustalara acıma ile karışık bir hayranlıkla bakardım. Sanırım bu yüzden uzun çarşıyı yaşayan, soluyan ve ona dokunan bir insan emeğe saygıda kusur etmez. Düşünüyorum da babamın alışverişlerde pazarlık yaptığını görmeyişimin sebebi de bu olsa gerek. Babam kimi zaman satın alacağı malın fiyatını sormaz onun yerine avucuna aldığı bir tomar parayı satıcı amcalara uzatır onlar da açık avuçtaki paradan istedikleri kadar alırlardı. Nasıl bir saygı ve güven ilişkisi bu. Bir de babamın hiç para vermeden bir şeyler alıp gittiği dükkanlar olurdu. Her seferinde şaşırır ve kendime sorardım; “ Para vermeden alışveriş olur mu?” diye. Büyüğünce olabileceğini kitaplardan öğrendim. Meğer babam hasat zamanı dükkandan aldıklarına karşılık amcaya ekin ya da meyve sebze veriyor ve böylece ödeşiyorlarmış. Yani bildiğimiz takaslaşıyorlarmış.
        Babamla bayramlar öncesinde ayakkabıcılar çarşısında sağda ve solda bulunan kemerli dar bir kapılardan geçer ve avluda yan yana dizilmişi küçük dükkanlara girerdik. Onlardan en çok hoşuma gideni babamın arkadaşı pembe, güler yüzlü kumaşçı Ermeni Bedros Amca idi. Tabi o zaman Ermeni olduğunu bilmezdim çünkü burada insanların milletini, dinini sormak  ayıp sayılırdı. Halen de öyledir. Babam kumaşçı amca ile muhabbet edip kahkahalarla gülerken ben dükkandaki yaşıtım olan çırakla kumaşlara tek tek dokunur kokularını keyifle içime çekerdim. Hayalimde terzi olan Hasan Abinin dikiş makinesini, mezrosunu ve makasını kullanarak kendime askılı bahçıvan şortlar ve gömlekler dikerdim. Amcanın masasında sürekli dolu tuttuğu susamlı şekerler olmasa dikkatimi kumaşlardan ve hayalimden uzun süre alamazdım. Renk renk şekerlere bir avcı misali sert bakışlar fırlattığımı fark eden Amca dudaklarında “hınzır seni” diyen tebessümle kavanozu açar ve dünyanın en değerli şekerini bana uzatırdı. Bense onları almakta acele etmez her zaman yaptığım gibi masum suratımı takınır ve babama bakardım. Babamdan ‘tamam’ işaretini alınca da şekerleri kapardım. O şekerler çarşı boyunca ağzımın içinde döner dolaşırdı. Bazen sırf bitmesin diye şekeri ağzımdan alır avucumda yada cebimde taşırdım. Yapış yapış olan avucumu yada ceplerimi umursamaz az sonra şekeri tekrar ağzıma atardım.
        Çocukluğumda olduğu gibi şimdi de çarşıda herkesin herkese ayıracak zamanı vardı. Komşu dükkanlar ortak tabureler ve masalar kullanır çoğu zaman yemekleri beraber yerlerdi. Aralarındaki ilişki öyle derin olur ki bir kuyumcu aynı zamanda künefeden anlar, bir demirci de ustası kadar leziz humus ve bakla yapabilir. İşin içine aileler de girer önemli günlerde herkes herkesin yanında olur. Paskalya, Kurban bayramı, İd Al Ğadir herkesin bildiği ve saygısını ifade etme fırsatı buldukları kutsal günlerdir. Antakya’da çarşı sadece alışveriş değil yaşamın en ayrıntılı şeklidir. Antakya kültürünü oluşturan her ses günün her saatinde orada ya satış yapıyor ya da alışveriş yapıyor olur. Zengin, fakir, köylü, şehirli, Arap, Türk, Ermeni, Yahudi herkes burada bir sepet içinde imiş gibi birbirine dokunur ve herkesin kokusu herkesin üzerine siner. Bu sepet içerisinde yani Suk Al Tavil’de yetişmiş herhangi bir kişi insanları birbirinden ayırmayı beceremez. Tıpkı kardeş çarşılar olan Halep, Antep ve Şam’da olduğu gibi. Çünkü sepet her yanından hava alır ve içindekiler birbirlerini ezmeden bitişik bir şekilde yaşarlar. Sepette gönüllü birliktelik vardır. Yana yana. Üstte veya altta değil.
       Bugün babamla Suk al Tavile gidiyoruz. 30 sene sonra. Babam yavaş bense hızlı yürüyorum. Babamın elinden tutarak O’nu sevdiği dostlarına götürüyorum. Çırak arkadaşlarım aynı tezgahta aynı malzemeleri satıyorlar. Bedros Amcanın kendisi yok ama şeker kavanozu hala masanın üstünde. Yarı dolu. Aynı kasapta Arap Tava yiyip aynı baharatçıdan alışveriş yapıyoruz. Yavaş, güven dolu ve yüzümüzde huzurlu bir tebessümle çarşının yaşıtı olabilecek bir çınar ağacının altında oturuyor ve çarşıdaki karınca telaşını seyre dalıyoruz. Ellerimizde meyan kökü şerbet ve derin düşüncelerle. Eminim ikimizde eski günlere dönmüştük. Bu çarşıda yüzlerce yıldır yaşanan binlerce hikayeden bir tanesi daha tekrar etti. Ve çok uzak olmayan gelecekte aynı sahnede ve kısmen aynı oyuncularla yeni bir hikayeyi oğlumla yaşayacağım. Suk el Tavil devam edecek.

Mehmet Ateş
24 Haziran 2012
izmir

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder