18 Kasım 2013 Pazartesi

Elbruz Dağının Gölgesinde Bir Kent: Tahran


Karmaşık, göreceli olarak daha özgür, güvenli ve hızlı bir kente varıyorum sabahın dördünde. Dikkatimi çeken ilk şey bu kocaman kentte sabaha karşı olmasına rağmen kadınların sokaklarda yürüyor ve işe gidiyor olmaları idi. Etraftaki telaşlı koşuşturmaca, taksiciler, yüzlerce otobüs ve satıcılarla kendimi İstanbul’da ancak İstanbul’dan daha güvende hissettim. İnsanlarla iletişimin kolay olduğunu yaşayarak öğrendim hemencecik. Farsilerle ömür boyu sürecek sevimli bir ilişki kuracağım hissi de gelip yerleşti içime. Uykulu, aç ve henüz nereye gideceğimi bilmediğim halde gözlerim meraktan parlıyor ve sürekli etrafta gezinerek kendilerine ilginç şeyler buluyorlardı.
İran’da ulaşım çok ucuz olduğundan beni içtenlikle misafir eden Muhammed’in mahallesine taksi ile
geliyorum. Eve gitmeden önce geleneksel bir fırına giriyoruz. Tahran’ın ve genel olarak İran’ın ekmekleri çok çeşitli, kendine özgü ve leziz. Özellikle siyah çakıl taşlarını ısıtarak üstüne pişirilen ve şekli ramazan pidesine benzeyen ekmeğin hem yapılışı çok ilginç hem de tadı çok hoş. Aynı anda beyazlar içindeki nazik fırıncılarla Türkçe ve Arapçadaki ortak kelimeleri kullanmaya çalışarak yaptığımız muhabbet de sabahın bu fecr saatinde enerjimi oldukça yükseltmişti. Seslerimiz boş sokakların derinliklerine kadar yayılıyordu. Renkli bir kültüre geldiğimin daha çok farkındaydım şimdi.
Kentte kaldığım birkaç gün içinde biriktirdiğim ve böylece bu ülkeye dair var olan bilgi eksikliklerini, önyargıları kısmen de olsa gidecek deneyimleri paylaşmanın hazzını yaşıyorum şu anda. Şiirin, bilimin, sanatın, mimarinin ve felsefenin tarih boyunca çok önemsendiği ve mevcut sisteme rağmen halen yoğun bir şekilde icra edildiği bir coğrafyada var olmanın verdiği yaşam aşkını ve heyecanını anlatamam. Şiir
demişken İran topraklarında tarih boyunca şair ve şiir fışkırmış desem abartılı olmaz. Caddelerde ve meydanlarda rastladığım şair heykelleri bunu ispatlıyor. Büyük şair ve filozof olan Hafız’ın kitapları hemen hemen her Farsi ailenin evinde bulunmaktadır. Hem de Kuran’ın hemen yanı başında kendine yer bulabilmiş. Saadi, Ferdosi ve Hayyam gibi şairler ise İranlıların en büyük gururlarıdır. Rumi ve Şems’den bahsetmeye hiç gerek yok. Onlar Farsilerin Shakespeare’leridir zaten.
İran’da aydınların, yazarların, siyasetçilerin ve kadın hareketinin de içinde yer aldığı silahlı mücadele sayesinde parlamenter sistem 1907lerde kurulmuş. Ardından Türkiye ile paralel gelişen modernleşme hareketleri başlamış. Bu mirasla yetişen Farsiler şu anda bunu kısmen kaybetmiş olmanın acısını yaşıyorlar. Geçmişleri ve kültürleri ile gurur duyan halk dünyaya gerici olmadıklarını, demokrasiyi kendilerinin de bildiklerini anlatmaya ve göstermeye çalışıyorlar. Ancak tüm çabalar nafile. Dünya medyasında sürekli dolaşan olumsuz İran imgeleri din ve milliyet sınırlarını aşan zengin
Pers kültürünün gerçek niteliğinin üstünü kalın bir örtü ile örtmektedir.   1979 yılında başlayan İslami Cumhuriyet rejimi halkı kimliğinden uzaklaştıramamış aksine geçmişine daha fazla tutunmasına sebep olmuştur. Bu sebeple yeni rejim ile halk arasındaki gerilim ve çelişki her geçen gün artmaktadır. Bugünkü sisteme tepkinin ve geçişe tutunmanın en büyük belirtisi Pers ülkesinin binlerce yıl öncesinden beri kullandığı ve İslam devrimine kadar İran bayrağında dalgalanan amblem olan Faravahar’ı bugün de hayatın her alanında kullanılıyor olmasıdır. Perslerin en eski dini olan Zoroastrianism’in (Mazdaism) en eski sembolüdür. Tarihte dini filozof olarak büyük bir etki alanı yaratan Zoroaster İran tanrılarını ikiye ayırdı. Sürekli çatışma halde olan Ahura
Mazda (Aydınlatıcı Ruh) ve Angra Mainyu (Yıkıcı Ruh). Sisteme tepkinin diğer bir işareti ise özellikle geçlerin İnterneti kullanarak dünya ile kurdukları sıkı ilişkilerdir. Dolayısıyla dünyada gelişen her yenilikten hemen haberdar oluyor ve yaşam tarzları ona göre şekil alıyor. Sinema, müzik, teknoloji, siyaset, demokrasi talepleri, giyim ve alışkanlıklar yakından takip ediliyor. Gençlerin kafası dışarda vücutları İran’da yer alıyor. Halkın derinliklerinden geldiğini hissettiğim özgürlük talepleri rejimin demokratikleşmesine yol açacak gibi görünüyor. Hem de kısa süre içerisinde.
İran’da yabancı seyyahlar çok seviliyor ve onlara ülkenin kötü imajını kıracak insanlar olarak bakılıyor. Tabiri caizse onlara misyonerlik görevi veriliyor sanki. Zira gerçek İran’ı ancak burada görüp yaşayanların anlayabileceğini düşünüyorlar. Elbette ülkelerini ziyaret
eden bu misafirlere olan ilginin tek sebebi bu değil. İhtiyacı olan insana yardım etme isteği, misafirin en saygın mevkide tutulması ve dünyaya açılma arzusunun da bunda büyük payı bulunuyor. İran keşfim boyunca işinden izin alan ve benle şehirden şehire gezen Muhammed’in insan merakı ne demek istediğimi daha iyi anlatacak. Otobüsle İsfahan’a giderken şöyle demişti bana; “Benim içim önemli olan gezdiğim mekanlar ya da tarihi eserler değil o ülkede tanıdığım insanlar ve okuduğum kitaplardır.” İran şiiri ve felsefesinin etkisini görebiliyorsunuz değil mi?
Tahran’da ve genel olarak İran’da gördüğüm ve
Türkiye’de olmasını arzu ettiğim bir şeyi fark ettim gider gitmez. Halk farklı yaşam tarzlarına (muhafazakar-sol) ve politik görüşlere sahip kesimlerden oluşmasına rağmen toplum içinde gerilim çok az. Birbirini boğmaya çalışan, birbirinden nefret eden ve kutuplaşmış bir toplum yapısı gözlemlemedim. Çalışırken, oradan oraya koştururken ya da kaos halindeki trafikte araba sürerken bile sükûnetlerini korumaları ve gülümsemeleri beni epeyce şaşırttı. Gayri Müslüm Ermeniler, Süryaniler, Museviler ve Zerdüşlerle de birbirlerine müdahale etmeme ve birbirlerini oldukları gibi kabul etmeye dayalı  ilişki geliştirmişler.
Farsi Kadınlar
Farsi kadınların bu kadar rahat ve özgüvene sahip olabileceklerini tahmin etmiyordum. Gezdiğim şehirler olan
Urumiye, Tahran, İsfahan, Amol ve Tebriz’deki kadınlardan bahsediyorum elbette. Kapalı gibiler ama değiller. Yasak savmak amacı ile saçı arkadan azıcık kapatacak kadar eşarp ya da şal örtüyorlar. Makyaj bol. Kocaman sürmeli gözler eşeklerin gözleri ile yarışacak kadar güzeller. Size baktıklarında korkup gözlerinizi kaçırabilirsiniz ancak yeniden bakmaktan da kendinizi alamazsınız. Altta kot pantolon ve kalçayı kapatacak kadar uzun bir kıyafet giyiliyor. Burun için estetik ameliyat fazlası ile yaygın. Bu durum onlar için saklanacak veya utanacak bir şey de değil. Elbette başı tamamen kapalı ve siyah çarşaflı olan kadınlar da az değil. Ancak kıyafete bakılmaksızın şunu rahatlıkla söyleyebilirim. Kadınlar hayatın her alanında özellikle eğitimde, iş yaşamında ve siyasette katılım oranları oldukça yüksek. (Yeni hükümet Dışişleri bakanlığı sözcülüğüne bir kadını getirdi). İngilizce bilme oranı beklediğimden yüksek. Daha özgür olmak istedikleri aşikar ancak
şu anda da kendilerini yaşamak konusunda koşulları zorlayarak belli bir noktaya da varmışlar. Arkadaşım ve rehberim Muhammed’e soruyorum; “Kıyafet serbest olsa kadınların yüzde kaçı açılırdı?” “En az %80i” diyor. Sokakta yürürken örtüyü zorla takanla isteyip de takanları hemen ayırt ediyorsunuz. İstemeden takanlar çoğunlukta görünüyor. (Bu yazı yazılırken İran Hükümeti bundan sonra kadınların kıyafetlerinin kontrol edilmeyeceğini ilan etti.) Açıkçası özgürlüğü sadece örtü takmak üzerinden tanımlamak beni hep rahatsız etmiştir. Bence kadının toplum yaşamına katılım oranı ve bireyselliğini yaşama seviyesi onun özgürlüğü yaşama miktarını gösterir. Bu yüzden Farsi kadınlarının ne kadar özgür olduklarını anlayabilmek içi
n sadece sokaktaki gözlemlerimiz yetmez. İran’da daha fazla kalmaya, daha fazla şehir ve köy görmeye, daha fazla gözleme ve bilgi biriktirmeye ihtiyaç vardır.
Golestan Sarayı (1524-1576):
Her karesinde kesme aynalar ile sürekli parıldayan, ışıldayan ve masalımsı bir görüntü veren Golestan kraliyet sarayındayız. Tahran’ın en işlek merkezlerin birinde, televizyon binasına ve pazara yakın olan bu şaheser Safeviler döneminde inşa edilmiş. UNESCO dünya mirası listesinde yer alan bu sarayı hakkını vererek gezmek herhalde yarım gününüzü alır. Aynalara eşlik eden devasa avizeler, duvar işlemeleri resimler, han ve kralların mumya heykelleri, mücevher süslemeli tahtlar, halılar, kıyafetler, ilk matbaa örnekleri ve kitap baskıları burayı çok çekici hale getirmektedir. Farklı ülke krallarının zamanında bu saraya hediye ettikleri porselenler, tablolar ve diğer hediyeler İran’ın o dönemde dünya ile kurduğu ilişki hakkında güzel ipuçları vermektedir. Bir ara Jules Verne’nin denizaltı prototipine rastlıyor ve şaşkınlığım daha
da artıyor. Sarayın müze bölümünde İran’ın kültür hayatı ile ilgili bilgileri öğreniyoruz. Ülkede yaşayan farklı milletlerin ve dinlerin (Azeri, Zerdüşt, Kürt, Yahudi, Ermeni, Beluc ve diğerleri) giyim tarzları, müzik aletleri ve dilleri ayrımsız bir şekilde sergileniyor. Ve İran haritası üzerinde yaşam bölgeleri gösteriliyor. Sanki İran’ın şu anında değil de geçmişte yaşıyormuş gibi hissediyorsunuz. Hemen sonrasında saray dışına çıkınca sokakta gördüklerinizin şekli ve anlamı değişiyor. Kültürün satır aralarını okuma konusunda yetenek kazanıyorsunuz. Çıplak gerçekle yüz yüze geliyorsunuz o anda. Bilmeden gezilemiyor. Bilmek de anlamayı ve hissetmeyi de sağlıyor çoğu zaman.   
Mücevher Müzesi
İnsanoğlunun süse, mücevhere ve ihtişama verdiği önemin en büyük göstergesi herhalde Tahran’daki Ulusal Mücevher Müzesidir. Ferdosi Bulvarı yakınında İran merkez bankası içinde ve Türkiye’nin Tahran Büyükelçiliği karşısında yer alan geniş güvenlikli salonda inci işlemeli tahtlar, taçlar, halılar, kılıçlar, hançerler, gerdanlıklar, küpeler, yüzükler ve değerli taşlarla süslenmiş eserler sergileniyor. En çok dikkati çeken mücevher ise dünyanın en büyük pembe elması olan Derya-i Nur (Denizin Nuru) dur. Bu sıra dışı elmas 1739’da Hindistan’ı işgal eden Pers Nader Han tarafından İran’a getirilirmiştir. Mücevherlerden heyecan duyan insanların çok uzun vakit geçirebilecekleri bu müzede İran tarihinin şatafatlı kısmını da yaşamış oluyorsunuz. Ancak ben böyle bir şatafata, pırıltılara ve turist izdihamına uzun süre dayanamayıp salondan erken ayrılıyorum. Sokağa çıkar çıkmaz süslenmeyi seven genç kadınları görünce hafifçe gülümsüyorum. Gelenek devam ediyor.
Milad Kulesi (Burc-e Milad):
Tahran Üniversitesi Tıp fakültesine komşu bir noktada 435 metre yüksekliğindeki Milad Kulesi devasa
şehir olan Tahran’ı izlemek üzere gökyüzüne dikilmiş baş döndürücü bir eser. 360 derecelik kapalı balkonu olan kuleden kentin minicik ışıklarını, yollarını, arabalarını ve muazzam büyüklüğünü aynı anda seyrediyorsunuz. Yanı başınızda ise dünyanın birçok başkentinde bulunan kulelerin maketleri sergileniyor. Teknolojinin, mimarinin ve insan hırsının uç noktasına eriştiği bu eserin içinde geleneksel İran ürünlerinin satışı ve sanat eserlerinin stantları (resim, ahşap, minyatür, halı, bakır, gümüş) bulunmaktadır. Burada çalışan alçak gönüllü ve genelde Türkiye deneyimi olan sanatçılarla sohbet çok öğretici ve eğlenceli oluyor. Standın birinde eski Fars alfabesi ile bileklikler yazan sanatçı benim için de BARIŞ kelimesini yazıyor. Muhabbetin ve seyrin keyfine doyamadan
dünyanın en hızlı 2. Asansör ile aşağı iniyorum. Gelecekten geçmişe dönmüş gibi oluyorum. Aşağıda beni bekleyen ve hemencecik özlediğim şehir kaosuna dönüyorum. Özlemek için o kadar çok sebep var ki.  Kentin kaosu içinde saklı olan kültürle ilgili binlerce elemanı aynı anda fark etme, gözlemleme ve onunla ilişkiler kurma şansını veriyor bana.




İmam Al Reza Camisi:
Gecenin karanlığında eski pazarın kalabalığı, kokusu ve telaşesine komşu olan Ortadoğu Masallarında sürekli
parıldayan sarayları çağrıştıran İmam Ali Reza Camisine giriyoruz. Duvarlarda ve tavanlarda gözlerimizi kamaştıran avizelerin, kırık camların ve mavi çinilerin sersemleten etkisi insana hem hayranlık hem de teslimiyet duygusu veriyor. 12 İmamdan biri olan İmam Ali Reza’nı cami içindeki türbesini, bir yanda demir kafeslere tutunup ağlayan diğer yanda göğüslerini acı ile döven ve Kerbala zulmünü içinde hisseden inananları görünce sakince yere oturuyor ve sırtımı duvara veriyorum. Nefesi tutuyorum. Zira özel bir anın içinde olduğumun farkındaydım. İnsanlara rahatsızlık vermeden ve anın büyüsünü bozmadan fotoğraflar ve videolar çekiyorum usulca. Cami içinde koşuşturan, gülüp oynayan ve ya babalarının kucaklarında oturan çocukların meraklı bakışları ile sahne çok ilginç hale geliyor. Huşu içinde ama acı çektikleri yüzlerinden okunan inananlara uzun süre bakınca acı size de bulaşıyor.
Yüzümdeki şaşkın ifadeyi fark eden arkadaşım Muhammed an ile ilgili dini ve sosyolojik bilgiler anlatıyor fısıltı ile: “Tarih içinde İran’a hangi medeniyet, millet ya da din geldiyse Pers kültürünün etkisinde kalıp şekil değiştirdi. Müslümanlık için de aynı şey oldu. Şiilik bu topraklara özgü bir Müslümanlık olarak ortaya çıktı. Perslerdeki derin Şiilik inancı beraberinde mağduriyet duygusu vermiş. İnanışa göre Hz. Muhammed kendinden
sonra Hz. Ali’yi halife olarak seçiyor. Hz. Ali, Hasan, Hüseyin ve 12 İmam haksızlığa uğruyor ve öldürülüyorlar. Bunun sorumlusu olarak sonradan Sünni inancının önderleri olacak olan Ebu Bekir, Ömer, Osman’ın Hz. Ali’nin hakkını gasp ettiklerini düşünüyorlar. Şiiler bu yüzden çocuklarını bu isimlerden hiçbirini vermiyorlar. Demem o ki Şiiler bu sebeplerden dolayı Sünni inancı ile uzlaşması zor bir çekişme yaşıyorlar. Aslında gördüğüm kadarı ile Şiiler, Sünnilerin kendi acılarını görmelerini ve tarihte kendilerine yapılan bu haksızlığı yapanları lanetlenmelerini talep ediyorlar.” Aklıma memleketimiz ve benzer durumlar geliyor. Hikayeler her yerde birbirine ne kadar da çok benziyor.  
İran her ne kadar İslami bir ülke olsa da dini bayramlar olan Ramazan ve Kurban Türkiye’deki kadar uzun ve şatafatlı bir şekilde kutlanmıyor. Halk bu bayramlarda sadece bir gün tatil yapıyor. İslam öncesinden günümüze kalan Newroz’da ise iki haftalık tatil var. Muharrem ayı ise Şiilerin en kutsal anmalarının ve ritüellerinin yapıldığı aydır. Konuştuğum insanlar ısrarla İran’a bu ayda gelmem gerektiğini söylediler.
Dağ Çatlaklarında Yeşil Bahçeler: Derbent
Tahran dağlarının eteklerindeki kayalıkların arasında ve dereye nazır kurulmuş olan birçok restoran, piknik
yeri, nargile evini içinde zevkle barındıran bir sayfiye bölgesine geliyoruz. Çık çık bitmeyen taş dar patikaları
takip ederek dağlara kadar ulaşırken akşamın karanlığında mekânların parıldayan ışıkları ile gözleriniz kamaşıyor. Az akan ancak çok serinlik veren derenin dibinden yürürken onun bu sihirli gücüne şaşırıyorsunuz. Tahranlılar yaz sıcaklarını atlatmak için dağlardan yardım alıyor ve bu serin kayalıklara geliyorlar. Buraya gelenlerin eğlenme isteği gülen yüzlerinden ve esprili hallerinden anlaşılıyor. Onlarla iletişime girmek hayatın doğal akışı içinde kolaylıkla gerçekleşiyor. Türkiyeli olunca bu iş daha da kolaylaşıyor. Nedeni ise gayet basit; Türkiye ilgisi. Bu arada Türkiyeli olmanın avantajlarını yurt dışında ilk defa yaşıyorum.
Tahran’da Başka Neler Var?
Lale parkının kıyısında modern mimarisi ile Tahran’daki Çağdaş Sanatlar Galerisine girer girmez Farsi
sanatçıların resim ve heykel alanında ileri bir noktada olduklarını hemen fark ediyorsunuz. Sorgulayan tabloların karşına geçince varoluşsal konulara, farklı felsefelere, dini inançlara ve doğaya dair birçok
noktaya dokunuyor beyniniz. Tahran’da ve İran’da keşfedilmesi gereken o kadar çok müze ve sanat galerisi var ki… Bu kültürle ilgili ne kadar çok az şey bildiğimizi tekrar fark ediyor ve devletlerin bu konudaki rollerini sorguluyorum. Komşular neden bilinmez?



Galeri çıkışında ayaklarınız sizi kendiliğinden Lale Parkına götürüyor. O kadar sanattan sonra yeşil arıyor insanın gözü. Bu parkın ilginç bir özelliği
var. Anneler her cumartesi burada toplanıp siyasi tutuklu çocuklarının salıverilmesini ve infazların durdurulmasını talep ediyorlar. Türkiye geliyor aklıma yine. Parkın çimlerinde ve banklarında oturan her yaştan insanı arkada bırakıp sokaklarda dolanmaya çıkıyorum. Heyecan verici bir etkinliktir bu. Sokaklarda sürprizler avlamak için avare avare dolanmak. Bu sırada çekici mimari tarzları ile tarihi binalara, İstanbul meydanına ve trafiği ele geçirmiş olan motosikletlere rastlıyorum. Ha bu arada Zerdüştlerin kendilerine ait liselerini de görüyor ve araştırmam gereken ilginç bir konu daha bulmuş oluyorum.  



Tahran’ı geride bırakmanın zamanı gelmişti. Ne zaman bir şehirden ayrılma anı gelse her tarafımda eksiklikler hissederim. O şehirde yeterince dolaşmadığımı, arkamda keşfedilmemiş çok şey bıraktığımı ve bu kente bir daha gelmek için uzun zaman beklemek zorunda olacağı bildiğim için içim burulur. Hüzünlenirim. Ancak sonrasında bir kente bir defa gelmenin o kenti tanımaya, derisinin altında yer alan damarlarını görmeye ve tüm kokularını duymaya yetmeyeceği tesellisi ile içime su ferahlığı da dolar. Otobüse binip Tahran’dan Tebriz’e doğru yol alırken bu hislerle sarılmıştı çevrem. Tahran’da yaşadıklarımı ve fark ettiklerimi yerli yerine oturtamadan Tebriz’i hayal etmeye başlıyorum. Tebriz! Pazar yerleri, halılar ve Azeriler… Kıpır kıpır olan yüreğimi sakinleştirmek için rastgele bir sayfa açıyorum Hayyam’ın şiir kitabından.
Bahar geldi; başka bir şey istemem kafamda;
Hele akla hiç yer vermem bahar soframda;
Şarap, seninleyim bu mevsim, koru beni:
Söğüt ağacı, sen de ser gölgeni altıma.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder