11 Ağustos 2011 Perşembe

Kanyonda; Bir Şehirde İki İklim






Hava sıcak değil adeta kaynıyor. Biraz uzağa bakınca buhar sis gibi görünüyor. İzmir’desin. Bu havada dışarı çıkamazsın. Kitap okumaya, TV izlemeye, en yakınındaki ile sohbet etmeye çalışıyorsun. Olmuyor. Deniz çekmiyor seni çünkü su ilik sahil sıcak. Bunalmış, ağızdan cansız çıkan sözler ve bıkkınlık hali. Bu durumda ne yaparsın? Kemalpaşa’da kanyon yürüyüşü! Vücuda ve beyne tekrar hayat verebilmek için bundan daha etkili bir etkinlik olamaz. Peki nerede bu kanyon? İzmir’e 30 km mesafedeki Kemalpaşa ilçesinden geçip, kiraz bahçelerinin arasından süzülüyor ve Yiğitler köyüne varılıyor. Oradan da orman yoluna sapınca adeta Karadeniz başlıyor. Üstü sıcak bir İzmir içi ise serin bir Karadeniz. S çizen yollardan dağ yolunu takip edip çamlara ve yeşilin coşku veren güzelliklerine doyunca istediğiniz bir noktadan soğuk suyun aktığı dere yatağına ve kanyona varıyorsunuz. Güzellikleri uzakta aramayın derler ya. Gerçekten de öyle. İsviçre, Slovenya ya da Avusturya Alplerine çok benzeyen ve masallarda anlatılan canavarlara benzeyen yarılmış dağ şekilleriyle karşılaşınca insan sevimli ama sarı ve kurak İzmir’de olduğunu unutuveriyor.
Doğadaki hayvanlar ve bitkilerle bütünleşerek yaşamaya niyeti ve küçük küçük eylemleri olan biz beş arkadaş gözümüze kestirdiğimiz bir yerden kanyona giriyoruz. Buralar bize biraz tanıdık geliyor çünkü kışın hem kar yağdığında gelmiş hem de baharda iki kanyonun birleştiği noktada yabani bir kamp yapmıştık. O, uzun, soğuk ve eğlenceli gecede çadırda uyurken kanyondan akan suyun coşkun sesi ve başta domuz olmak üzere birçok hayvanın çıkardığı sesleri kendimize ninni yapıp ürpererek uyumuştuk.  Sabahleyin de hemen dibimizde suların çılgınca aynı noktaya dökülmesiyle oluşmuş kazanda yüzmüştük. Kar suyu idi. Soğuktan vücudumuzun yandığını hissetmiştik. Allahtan kamp arkadaşlarımız ateşi hazırlamışlardı. Isınmış ve donlarımızı kurulamıştık.
Bugün de hedefimiz kanyon içinden sulara gire çıka o noktaya ulaşmak. Ancak yürüyüşe başlar başlamaz bu hedefin çok büyük olduğunu herkes kendi içinde fark etti ama kimse kimseye belli etmedi. Daha yüzüncü metrede belimize kadar sulara battık. Gerçi zaten amacımız yürürken ara ara yüzmek ama bu bizi bayağı yavaşlatıyordu. Artık ilerleyişimiz birbirimizin ellerinden ne kadar tutacağımıza bağlıydı. Sandaletlerimizle bazen suyun içinde yürüyerek bazen de kayalarda geyikler gibi seke seke ilerliyorduk.  Bu arada hava durumu tamamen değişmişti. Kanyonda akan serin su ve kanyonun üzerini örten sık ağaçlar sayesinde vücudumuz serinlemiş ve yanımızdakilerle sohbet edecek kıvama gelmiştik. İnsanın doğa içinde yürürken bir sonraki metrelerde neyle karşılaşacağını bilememesi çok ilgi çekici bir şey. Dünya ile bağlantının kopması, sıcakta bile çiftleşeceğim diye inat eden çırcır böcekleri, kuş sesleri ve çok yüksek çıkan Yılmaz’ın sesi ile aynı anda iç yolculuklarımızı da yapıyorduk. Belki de modern dünyadan yalıtılmanın ve insan doğamıza çok yakın bir ortamda olabilmemiz sayesinde iç dünyamıza daha fazla dalabiliyor, daha güçlü hayaller kurabiliyor ve pozitif bir ruh haline giriyoruz. İç yolculuğumuzdan çıkmamıza Engin’in yakında Avrupa’ya ilk defa yapacağı seyahat ile ilgili planlarını anlatmaya başlayınca çıkıyoruz. Engin heyecanlıydı ve bu heyecanı bize de bulaştı. Hayalperest ekibimiz her zamanki gibi “hadi gelecek sene hep beraber yurt dışı gezisine çıkalım” fikrini ortaya attı. Nerede kalınır, hangi tarihte gidilir, kimler ziyaret edilir? soruları sorulur sorulmaz hızla cevaplandırıldı. Hayal dedik ya. Böyle zamanlarda gerçekleşmeyecek olsa bile heyecanla planlar yapmak herkesin hoşuna gidiyor.
 O anki coşkulu ve pozitif bir havayı ne bozabilir? Elbetteki kanyon içinde zaman zaman önümüze çıkıp modern şehir hayatını hatırlatan plastik poşetler, şişeler ve gazete kâğıtları. O anda doğayı bu kadar sevip de bu kadar kirleten bir toplum olduğumuza hayretler ediyorum. “Şehirde insan güvenliği için polis sistemi var da peki doğa güvenliğini sağlayacak ekip neden yok?” diye sorguluyorum içimden. Çöplere çok kızan Yılmaz’ın kanyonu titren kızgın sesi geliyor gerilerden. Ancak o anda bir fikir aklıma geliyor. Yaz sonu bir kampanya organize edip bu çöpleri toplayabiliriz. Aynı zamanda belediyeye de çöp bidonu ve uyarı levhaları koyması konusunda baskı yapabiliriz. Ve kampanya sonunda bir piknik ve eğlence düzenleyebiliriz. Sanırım bu fikri sadece burada bırakmayıp pesinden gidip gerçekleştireceğiz aksi takdirde o çöpler derenin coşmasıyla denize taşınacak. 
Önden yürümek ve bir sonraki doğa parçasını görmek için sabırsızlanan ben elbette ki sarı, siyah ve yeşil renklerinin karışımından oluşan sanat harikası yılanları görme fırsatı yakalıyorum. Ve yılandan korkan Züleyha ve Emine gelmeden onların kaçmalarını sağlıyorum. Ancak ara ara karşımıza çıkan  kelebek cennetlerini hep beraber izlemek için mola veriyor; o sırada da ben, engin ve yılmaz sulara dalıyoruz.  Az sonra bir şelaleye varıyoruz. Kola ve bisküvi yiyip şelalenin altında mütevazı bir pazar keyif yapan gençler çıkıyor karşımıza. Yol konusunda bilgiler veriyorlar. Ama ben pek dinlemeyip kendimi atıyorum birkaç metre yüksekten akan şelalenin altına. Sırtıma masaj yaptırıyorum. Bu çeşit bir masaj en iyi masörün yapacağı masajdan bile daha keyifliydi. Sonra diğer arkadaşlar geliyor yanıma. Zülü ve içinde bir can daha taşıdığını yeni öğrendiğimiz Emine kayalar üzerinde tırmanış işine giriyorlar ve bu işi çok güzel başarıyorlar. Kanyon, su ve doğa kız arkadaşlarıyla kaçamak yapmak isteyen motorlu gençlerin ilgisini çekiyor tabiî ki. Dere kenarında ilerde anlatacakları maceralı anılar biriktiriyorlar. İlerde şöyle anlatacaklarını duyar gibiyim. “ O zaman genciz tabiî ki. Delikanlılık var kanda. Atmışım manitayı arkama. Kız ısrarla `yavaş sur` dediği oranda ben hızla sürüyorum motoru. O zaman yol mol yok tabi. Abisine yakalanmak riski de var. Sonra kuytu bir yerden dere yatağına iniyoruz. Kızı tam öpeceğim, aşağından bir grup deli geliyor. Kanyon yürüyüşü yapıyorlarmış. Sövdüm saydım içimden ve oradan uzaklaştık. “ O deliler bizdik. Gülümsedim.
Hedefe ulaşamadan açlık baş gösterdi. Gözümüze kestirdiğimiz bir yarıktan ana yola doğru tırmanışa başladık. Her adımda hava durumu değişiyordu. Serini bırakıp sıcakla tekrar buluştuk. Ve daha kötüsü asfalttan geri döndük arabamızı bıraktığımız yere. “Hadi yürürken güneşlenelim” deyip bu sıcağı olumluya çevirmeye karar verdik ve üstlerimizi çıkardık. İçinden geçtiğimiz kanyonu bu sefer yukardan izleye izleye geri döndük. Yorgun, aç ancak rahatlamış ve dingin. Bu geziye nasıl bir mutlu son bulabilirdik? Arabayla dönüş yolunda Kemalpaşa’ya 5 km kala Artvin ve Erzurum’dan gelen insanların kurmuş olduğu Örnek köy’deki yol üstünde sevimli bir aile lokantasında enfes cağ kebabı ve yeni koparılıp közlenmiş biberini yemek fikri coşturdu herkesi.  Sevimli küçük garsonu, Ali ve Karadeniz yüzlü-sakin, beyaz ten ve açık mavi gözler- annesi eve gelen misafirlere memnun etmek ister gibi hizmet etti bize.  Burayı not ediyor ve yolda yeni planlar yapmaya devam ederek evimize dönüyoruz. Yanı başımızda hiç saklanmadan duran ve az zahmetle ulaşılacak güzellikleri keşfe devam…
                                                                                                            Mehmet, İzmir, 09 Ağustos 2011

1 Ağustos 2011 Pazartesi

3. Live with Share With Us Children Programme

Servas Live with Us Share with Us Children Programme started in Ekinci-a village of Antakya in Turkey in 2009. Antakya is a town with 200.000 population very close to Syrian border. It has a variety of cultures with different languages, religions and beliefs. The cousine of Antakya which has the tastes of middle eastern cultures is another special aspect of Antakya. This lovely town is known as the geography of peace and tolerance. That’s why it carries a vast potential for more national and international Servas activities and projects. We have been carrying out  Live with Us Share with Us Programme (LUSUP) for 3 years now starting early July every year. The programme takes between 9-11 days. We invite Servas members from Turkey and the world to volunteer as informal teachers teaching kids of the village anything they know well and wish to share. They live with families in order to experience everyday life of the culture. The needs of the volunteers are met by the families. In return, they teach kids languages, drama, art, music, dans, environment issues, sinema, handcraft, etc. 3-4 hours a day in the house yards, gardens, streets and any other places where life sign is visible. During these precious activities, volunteers learn and observe the life, nature and culture of the family in a natural way but not as an outsider  because volunteers are treated as part of the families after a few days. This programme aims to exchange cultural values, knowledge and experience of individuals. Another goal is to create a positive and fruitful atmosphere for the kids to make the most of their summer holiday by learning, having fun and growing happily. At the end of the programme we organize a mini festival to share with the families what their kids have learnt and experienced during those happy days.
The volunteers coming from different cultures share their knowledge, skills, lifestyles, taste of music, art, meals, dressing styles and ideas with the local kids in a freindly nonformal environment. That enables kids think differently and realize that there are other worlds waiting for them to be discovered as well as the one in the village. It is well known that outsiders make us become aware of where we live, the richness of the culture and the poor qualities that should be improved. It happens exactly the same when volunteers come to live with us and work with kids. Kids suddenly discover the local values such as bilingualism (Arabic&Turkish), multiculturalism, the semi- commun life and the tolerance in the village. They also start to worry about the negative aspects of the village and how they can improve them. The volunteers also discover these values, the Middle Eastern way of life and take some of them to their homelands. The exciting thing is that the diversity in this region shocks them and they leave lots of their prejudies behind them when they leave.

         The support of the local people for this new idea in the village is increasing every year. There are more volunteer families who are quite eager to host the servas volunteers. The mutual effects of this way of relationship makes both sides so happy and pleased. Language problems disappear when the hearts start to speak. The themes of the activities are so satisfying for the families and volunteers feel free to apply any programme they dream of doing. The families do not pay for anyhing because all the programme is tailored to be free of charge in order to give equal chance to every kids.
         Finally, the aim of this programme is to integrate the kids with the world, provoke their curiosity about new subjects and provide new alternatives for their current and future lives. This programme allows kids and families know about Servas and Servas ideals. If a flock of people from this town become Servas members after some time no one should be suprised.
         We dream to organise the same programme in different parts of Turkey and the world. We are open to cooperate and share experience  with Servas people who would consider organise similar programmes in their regions throughout the world.
                                              
What did we do within the programme this year?

·        Kids became friends with Christina who came from a different culture-Russia- with a different language and religion. They started to cry two days before Christina’s leaving. Christina started to cry before but she was doing it secretly in her heart until the last day. She was given gifts by the kids. They showed their love with simple english words and hugging. The adults were also so sensitive and some of them couldn’t help crying as well. My mom was hugging and saying in Arabic; “Christina, you are our daughter from now on and we will be waiting for you again next year. ”
·        Kids became aware of many languages during the activities. They have learnt some words in English, Russian, Spanish, Kurdish and added new words to their Arabic. I helped them write mini sketches in these languages or in a mixture of two languages.  
·        They made interesting discoveries in their two mother tongues; Arabic and Turkish. Duygu teacher was very excited and happy to give her first Arabic classes whereas kids were very happy to learn how to write their names in Arabic. They wrote friendly words in this alphabet as if they were drawing pictures looking into Duygu’s eyes for approval.
·        The environmental ideas; “the batteries should not be burried”, “we should use less plastic bags” which they have learnt with their teacher, Züleyha, made their eyes shine brightly. They immediately prepared posters with their own ideas and displayed them publicly on the shop windows and the walls in the village.
·        The kids were very suprised to hear and see that “Russia is not only a cold country but there are almost every seasons throughout the country.”, “It is a huge country that it takes 12 hours to fly from one side of the country to the other.”,”The architecture is amazing and the girls are so beautiful.” At that moment, many of the kids did their plans to visit this country one day.
·        We, as local volunteers, taught our chidlhood games to the kids to make the tradition live and to resist digital world a bit. The games were so excited to find an area to show themselves after a long time staying underground. We, as adults, turned back to our childhood while playing Şimme3a, Tiroz, Çirreyka. Like many years ago, some of us tried to cheat in the games and played harshly.  We made noise on the streets and had to wait the donkeys and their owners pass from our playground angrily and unpatiently.
·        Kids drew pictures of peace and village life under the olive trees and very close to the cold sream. Some of them were leaning against the olive trees and some were just lying on the ground and drawing. They seemed to be the elements of a painting from a distance. The kids shared their color pencils and the boys drove the girls crazy when making lots of fun of them. 
·        We sat on big rocks near the stream, closed the eyes and started to travel across the world. Students gave interesting and serious answers to the questions; “Where did you travel?”, “Who did you travel with”, “Why?”, “How were you feeling?”, “What did you bring back with you?”. It was not suprising to hear that some of the kids travelled to Russia. We got the chance to know the kids of the village and they also learnt many things about us as we were the older generation of the village.
·        We went walking in the countryside early in the mornings. The birds followed us with their lovely voices. The kids searched and find the trees we, as their teachers, asked them to find. They were so enthusiastic to be the first who could recognize and find the correct leaves. Daphne, olive trees, eucalyptus, willows, figs and berries were some of the trees they discovered.
·        We discussed the gender equalty or inequality sitting in a circle shape on the ground under a grape tree. The girls beat the boys but only in the discussion but not at home.
·        Servas volunteers found it hard to live with too much attention and care of the host families and kids. They were forced to eat too much because it was the way to show hospitalty in this region. The local people talked to each other about what they shared with the volunteers. Some kids had big argumants with other kids for hosting the volunteers next or more.
·        Christina helped them learn how to dance Indian, Arabic, Turkish, Russian, Latin and Jewish dances. The noise and laughings made the neighbours angy but happy later.
·        Kids didnt want to go home at nights after the events. We spread sheets under the grape trees and they watched lovely cartoons sitting on them. Some of them fell asleep while watching and some asked for more to watch. Their mothers came up to collect them and kids felt unhappy when they woke up next morning. Their mothers conforted them by saying; “there is another film tonight.”
·        The last night was the show night. They played sketches, guitar and bağlama and sang Turkish and Arabic songs. Parents were so proud that they took many pictures of them. Families also gave lots of tanks to us-the volunteers, which we were expecting to hear J.  
·        Before the cocks finished singing every morning, the kids were comimg from different streets like bees going out of their houses and they gathered together under the trees with their lovely childeren noise and waited for their teachers to show up. The great farm worker and the owner of the house, Huriye, frowned each time after seeing the kids coming like a flock but she smiled after a short while and asked what they needed. She was always carrying newly picked cucumbers, tomatoes, pepper and other vegetables in buckles and bags. Kids were eagerly watching –maybe- the most hardworking woman preparing to bring the vegetables to the bazaar to sell.
·        We went down the garden to pick pears, cherries, plums and tomatoes to eat during break times.

·        We were not suprised to see that kids are very taleted in music and they have sensitive ears since they grow up with Arabic, Turkish and western music. They could easily learn how to play a few songs and sing them. They were soon ready yo give mini concerts on the streets and during family gatherings. We were so jealous of them and very happy to sing with them.

·        They were lucky kids. The mixture of life-traditional and modern- gives them richness although they are not aware of it. They speak Arabic with their grandparents and Turkish with their syblings and friends. They eat the most delicious middle eastern dishes, spend time with their big families in the gardens and socialize easily in a natural way. It is like a semi-commune life. They can also access modern life actitivities such as the Internet, learn how to play the guitar or swim in the swimming pool. Those are the reasons which makes the idea of Live with Us Share with Us Programme successful. They are so open that they can easily place the volunteers into their hearts.

·        They made teacher Cuma angry when they put their legs into the pool of the country house and started to move rapidly and screaming. Then they set the table on the ground under the trees, put the nice smelling and delicous breakfast foods on the sheet and we had a lovely end of programme breakfast. We did environment cleaning afterward. They were so skillful that I thought they were also preparing for life. It was the closing breakfast. Sad.

·        We planted an olive tree in the memory of this programme since olive tree is a sybol of abundance, long life, peace and beauty. Small hands and exciting eyes threw soil to the baby olive tree. Some of them carried water with bottles and some in their own palms. We plan to plant one tree each year.

·        The children let their potential flow during the activities just like the clouds full of water and had been waiting the right time and place to drop their waters. At the end, we realized once more that the children are always ready for new seeds to be spread on them with their bright eyes and strong curiosity. They wait for us. They wait for you.
For the photos: facebook: “Live with Us Share with Us”


 Mehmet Ateş
          Servas Turkey Peace Secreatry, July, 2011
          Programme coordinator

29 Temmuz 2011 Cuma

3. Uluslararası Servas Bizimle Yasayın Bizimle Paylasın Çocuk Programı












Bizimle Yaşayın Bizimle Paylaşın Çocuk Programı 2009 yılında Antakya’nın Ekinci (3aydiy) beldesinde başladı. 3 yıldır her yaz Temmuz basında gerçekleştirilmekte ve 9-11 gün arası devam etmektedir. Bu program kapsamında Türkiye’den ve dünyanın her tarafından Servas üyelerini köyümüze davet ediyoruz. Bizle yaşayıp çocuklarımıza dil, tiyatro, resim, müzik, dans, cevre, sinema, vb. konularda eğitim veriyorlar. Servas gönüllüleri çocukların ailelerinde kalıyor ve onlarla günlük aile yaşamını paylaşma fırsatı yakalıyorlar. Günde 3 ya da 4 saat avluda, bahçede, sokakta yani yaşamın olduğu her yerde eğitim veren gönüllüler köyde kaldıkları süre boyunca çeşitli köy etkinliklerine katılıp hayatın akısını ve kültürü soluyorlar. Bu etkinliklerle amaçlanan kültürler arası alış veriş yaparken aynı zamanda bilgi birikiminin de karşılıklı bir şekilde yer değiştirmesini sağlamaktır. Diğer bir hedef ise çocukların yaz dönemlerini verimli bir şekilde geçirmelerini, eğlenmelerini ve gelişmelerini sağlamaktır. Etkinlikler sonunda ortaya çıkan ürünler halkla mini bir festivalle paylaşılmaktır.
Yurt içi ve dışından gelen gönüllülerin bilgi, beceri, yasam tarzı, fikirleri ve kültürleri koy çocuklarına ve velilere aktarılıyor ve bireyler hayatın sadece köyden ibaret olmadığını fark ediyorlar. Çocuklar içlerinde yasadıkları ancak farkına yeterince varamadıkları ve ileriye taşınması gereken değerleri iki dillilik, çok kültürlülük, yakın aile ilişkileri, vb) fark etmektedirler.  Böylesi olumlu etkilerden dolayı bu programın çoğaltım etkisi çok yüksek olmaktadır. Servas gönüllüleri de cok kültürlülük, çok dillilik ve hoşgörü unsurlarını içinde barındıran Antakya ve kısmen Ortadoğu kültürleriyle tanışma fırsatı yakalıyorlar.
Programın Uluslararası olması birden fazla ulusun birikiminin köye taşınması anlamına gelmektedir. Bu durum Servas ruhunu yansıtmakta ve çocukların dünyanın bir parçası oldukları hissini yasamalarına sebebiyet vermektedir.
Çevreden ve aileden gelen destekler her yıl katlanarak artmaktadır. Servas gönüllülerini konuk etmek isteyen gönüllü aile sayısı çoğalmakta ve beraber yaşamdan karşılıklı olarak ciddi fayda ve keyif alınmaktadır. Yapılan etkinliklerin içerikleri çoğunlukla onları memnun etmekte ve gönüllülerin hayallerindeki etkinlikleri özgürce yapmalarına destek sunmaktadırlar. Program kapsamında tüm etkinlikler genellikle herhangi bir bütçe gerektirmeyecek şekilde planlandığından ailelerden ya da çocuklardan bir ücret talep edilmemektedir. Gönüllüler de kendi imkânlarıyla köye gelmekte; konaklama ve yemek ihtiyaçları aileler tarafından karşılanmaktadır. Sevindirici olan bu seneki etkinlikler sonunda ailelerin daha şimdiden gelecek sene için destek vermeye hazır olduklarını ifade etmeleri idi.
Yukarıda belirtilen sebeplere ek olarak bu etkinliklerin organize ediliş sebebi  çocuklara ve köy halkına dünya kültürleri ile bütünleşme fırsatı vermek, birçok alan ile ilgili merak duygularını deşmek ve hayatları için yeni seçenekler sunmak içindir. Ayrıca bu etkinlikler ile Servas düşüncesi ve kültürü daha şimdiden çocukların dünyasına girmekte ve ilerde bu çocuklardan birçok Servas üyesinin ortaya çıkacağı aşikardır. 

Bizimle Yaşayın Bizimle Paylaşın Programının Türkiye ve dünyanın başka köylerinde gerçekleştirilmesi amaçlarımız arasındadır.

                                              
Bu seneki programda neler yaşadık?
·        Çocuklar başka ülkeden-Rusya- gelen farklı dil ve dine mensup Christina ile bu farklılıkların tadını çıkararak dostluklar kurdular. Ayrılmadan iki gün önce ağlaşmalar başladı. Hediyeler verildi sarıla sarıla ve vücut diliyle yada basit İngilizce ile sevgiler ifade edildi. Büyükler de şaşırdı. Annem, “artık sen bizim kızımızsın” deyip sarılıverdi onlarca defa. Dil bilmeden.
·        Dünya dilleri konusunda duyarlılık kazandılar. Arapça, Rusça, İngilizce, İspanyolca, Kürtçe dillerinden sevimli kelimler öğrendiler. Bu dillerin bazıları ile ilgili mini skeçler yazdılar ve oynadılar.
·        Ana dilleri olan Türkçe ve Arapça ile ilgili yeni keşifler yaptılar. Duygu öğretmenleri ilk öğrencilerine ders verme aşkını ve heyecanını yaşadı. Çocuklar da Arap alfabesini öğrenmekten ve bu alfabe ile isimlerini yazmaktan çok hoşnut oldular. Resim çiziyormuş gibi yazdılar sevimli ellerle ve öğretmenlerinden sürekli onay bekleyerek.
·        Züleyha öğretmen ile çevre derslerinde öğrendikleri “Pillerin toprağa karışmaması lazım,” “daha az plastik torba kullanmalı”, “yeşil hayattır” fikirleri gözlerini parlattı. Sonra çevre duyarlılığı için resimler çizdiler ve köyde sokak duvarlarına ve dükkanlara astılar.
·        Çocuklar Christina’nın anlattığı; “Rusya sadece soğuk bir ülke değil, tüm mevsimler yaşanıyor orada”, “O kadar büyük ki Rusya bir ucundan bir ucuna uçuş 12 saat sürmektedir”. “Mimarisi çok ilginç ve kızları çok güzelmiş” bilgilere çok şaşırdılar. İçlerinden bir gün ben de oraya gitmek istiyorum diyenler çok oldu.  
·        Çocukluğumuzun oyunlarını ve oyuncaklarını, dijital dünyaya biraz direnmek adına çocuklara öğrettik yeniden. Ve oyunlar yerin altında yıllarca kalmanın hiddetiyle çok canlıydılar. Şimmey3a, Tiroz, Çirrakayı oynarken gene çocuk olduk biz. Bazılarımız yine mızıkçılık yapıp ebe olmak istemedik. Sokakta gürültü yaptık ve yüklü eşekler sokaktaki oyun alanımızdan geçerken geçmişteki gibi ara vermek zorunda kaldık oyunumuza içimizden söverek.
·        Çocuklar zeytin ağaçlarının altında ve yanlarından geçen serin dere suyunun şırıltısı  eşliğinde dünya barışı ve köy hayatı konularında resimler çizdiler. Kimisi ağaçlara yaslandı. Kimisi de yüzükoyun toprağın üstüne uzandı. Herkes tüm boyasını ve kalemini paylaştı. Erkek çocuklar yine kız çocuklarını kızdırdı.
·        Dere kenarında her birimiz kayaların üstüne tüneyerek gözlerimizi kapattık ve dünyada seyahate çıktık. Neresiydi gittiğimiz yer? Kiminle gidiyoruz? Neden? Neler hissediyoruz? Beraberimizde neler getiriyoruz? sorularına çocukça ve ciddi cevaplar verdiler. Hayallerinde birçok çocuğun Rusya’ya gitmiş olması şaşırtıcı değildi. Köy çocuklarını tanımış olduk. Bizleri tanıdılar.
·        Sabah çok erken doğa yürüyüşüne gittik. Bizle beraber kuşlar da geldi. Şakımalarıyla eşlik ettiler. Çocuklar biz öğretmenlerinin istediği ağaç çeşitlerinden yaprakları toplayıp toplayıp getirdiler ve her birisi istenen yaprak çeşidini ilk kendi bulup getirmek istedi. Okaliptüs, defne, söğüt, böğürtlen, zeytin ve incir ağaçlardan sadece bir kaçı idi.
·        Asma ağacının altında yuvarlak yapıp yerde bağdaş kurarak erkek çocuk-kız çocuk eşitliğini yada eşitsizliğini tartıştık. Kızlar yine üstün geldi ama sadece tartışmada evde değil.
·        Servaslı gönüllüler evlerde fazla ilginin kurbanı oldular. Yemek yedirme baskısı işkenceye döndü. Ve her gün paylaşılanlar anlatıldı mahallerde ve çocukların arasında. Çocuklar gönüllüleri kendi evlerinde ağırlamak isterken aralarında tatlı kavgalar çıktı. 
·        Hint, Arap, Türk, Rus, Latin, Musevi danslar oynadılar her sabah Christina eşliğinde. Kahkahalar köye yayıldı. Komşular kızdı ama gülümsedi sonradan.
·        Akşam eve gitmek istemediler. Asma altına açık sinema yaptık ve çizgi filmler izlediler yere serilmiş hasırların üstüne oturarak. Kimisi seyrederken uykuya daldı kimisi bir film daha istedi. Kimini annesi geldi aldı götürdü ve sabah fark etti filmin geri kalanını izleyemediğini. Üzüldü ama anneleri “bu akşam tekrar var” deyip avundurdu onları.
·        Son gece gösteri gecesiydi. Skeçler oynandı, topluca gitar ve bağlama çalındı Türkçe ve Arapça şarkılar söylendi. Anneler ve babalar gurur duyup durmadan fotolar çektiler. Ve öğretmenlerin ihtiyacı olan takdir ve teşekkürler ağızlardan döküldü bol bol.

·        Sabahleyin horozlar henüz mesaiyi bitirmeden çocukların arı misali sokaklardan çıkıp avluya, asma, nar ve incir ağaçlarının altına akın etmesi ev sahibesi ve dünyanın en sevimli tarla çalışanı Huriye Teyze’nin kaşlarını birkaç saniye çatmasına sebep oluyordu. Ancak birkaç saniye geçmeden çocuklara gülümsüyor ve ihtiyaçlarını soruyordu. Ellerinde içi çoğu zaman taze salatalık, domates yada biber ile dolu olan sepetler ve çuvallar oluyordu.
·        Molalarda bahçeye indik ve armut, karadut, çilek, domates ve lübye yedik.
·        Arap, Türk ve yabancı müzik ile yetişen bu çocukların müzik kulaklarının ne kadar hassas ve tınılara açık olduğunu enstrümanları çalmaya başlar başlamaz onunla bütünleşmelerinden ve sokakta aile meclislerinde kısa sürede ve heyecanla mini konserler vermelerinden anladık. Şaşırdık, kıskandık ve ezgilere biz de eşlik ettik.   
·        Şanslı çocuklardı bunlar. Modern hayatla geleneksel doğal hayatı aynı anda karma bir şekilde yaşıyorlar. Büyükanne ve babalarıyla Arapça kardeşleri ve yaşıtlarıyla Türkçe konuşuyorlar. Ortadoğu mutfağının en leziz yemeklerini yiyiyor, bahçelerde büyüklerle ve yaşıtlarıyla farkında olmadan sosyalleşip paylaşmayı öğreniyorlar. Yarı komün bir hayat sanki. Diledikleri zaman da Internete, gitara yada yüzme havuzuna ulaşabiliyorlar. Ve bu yüzden Bizimle Yaşayın Bizimle Paylaşın Fikri onların arasında kolaylıkla filizlenebiliyor. Bu toplumu kucaklamaya hazır gelen gönüllüler de çocukların yüreğinde kolaylıkla yer ediniyorlar.
·        Kır evinde havuza ayaklarını sokup bir anda çırpınca ve çığlıklar atınca evin sahibi Cuma öğretmenleri kızdırdılar. Küçük eller hasırları serdi, sürki, kırma zeytin, acur, kokulu domates ve imdehniy serildi örtünün üstüne. Kahvaltı bitince çevre temizlendi. Sadece derse değil hayata da hazırlanıyorlarmış meğer. Kapanış kahvaltısı idi bu. Hüzünlü.
·        Bu paylaşım etkinlikleri anısına bereket, güzellik, barış ve uzun yaşamın simgesi olan Zeytin ağacı ektik. Küçük yumuşak eller ve heyecanlı gözlerle topraklar atıldı çevresine. Kimisi şişeyle kimisi de avuçlarıyla su taşıdılar yavru ağaca. 
·        Çocuklar birikimlerini yüklü bulutların uygun koşullar oluşunca birden sularını boşaltması gibi boşalttılar bu etkinlikler boyunca. Bu günleri sanki uzun seneler bekliyormuş gibi biriktirmişler ve hazırlanmışlardı. Sonunda şunu anladık ki çocuklar ciddi merak duyguları ve parlayan gözleriyle her zaman için yeni tohumlara hazırlar. Bizi bekliyorlar. Sizi bekliyorlar.  
Fotolar için: facebook: “Live with Us Share with Us”



Mehmet Ateş
          Servas Türkiye Barış Sekreteri, 2011

25 Temmuz 2011 Pazartesi

Kekik, Badem ve Deniz; Selimiye (Hydas)


















Tatil planları yapmak insanın metabolizmasını, sıvısını, ruh halini aniden değiştiriveriyor. Tatile gidecek olma düşüncesi tatilin başlangıcı oluyor. Ve özellikle gideceğin yer senin ilk defa gideceğin yerse sevinç ve gözlerindeki parlaklık artıyor. Heyecanlanıyorsun.  İşyerinde herkese gülücükler dağıtıyor ve en zor işler bile gözüne bir omlet yapmak kadar kolay geliyor. Yola çıkılacak gün zınk diye uyanıveriyorsun erkenden. Hangi gün hangi kıyafeti giyeceğini, hangi takıyı takacağını, kimle ne konuşacağını, balıkları, gökyüzünün rengini, geceleri hayal edip, ne tarz fotolar çekeceğini uykunda tartışıyorsun kendi kendine. Tatil düşüncesi bile yetiyor farklı bir insan olmaya. Bitmedi. Tatilin etkisi en az bir hafta on gün de insanın kıyafetleri, saçları ve düşünceleri üzerinde asılı duruyor. Garip değil mi? Hayat neden sadece tatilden ibaret değil ki? Tatilde çalışmak mümkün olsa ne hoş olurdu.
Tatil öncesi dönem genelde bu duygularla geçiyor Ben, Zülü, Hande ve Şems için. “Tatil varılacak nokta değil gidilecek yoldur” felsefesinden hareketle Zülü bahçemizden toplayıp annemin yaptığı sarmaları, hande de annesi Yaşa teyzenin böreğini getirmişti yola. Hande üç gün boyunca sık sık söyleyeceği cümleyi söylemeye başladı yolculuğun 10. kilometresinde; “ben çok acıktım yaaa. Neden bir şeyler yemiyoz yaaa?”. Açlığın şiddetine göre ya’nın sonunda ‘a’ sayısı değişiyor yani artıyor. Yoldan çamlıca gazozu alınca hem yemek hem de manzara ile yol ziyafeti başlamış oldu. Arabayı ben sürüyom ancak şoför olmanın avantajlarını da kullanıyorum. Hande sarmaları ağzıma tıkıyor peş peşe Zülü de üstüne gazozu boşaltıyor. Oh. Sonra yine tatil boyunca devam edecek olan Hande’nin kitap okuma serüveni başlıyor. Kitabın ismi “Dans Eden Benlikler”. Zülü ile okuduğu şeylerle ilgili paylaşımlar kitabın sayfa sayısından daha fazla. Yani yaptıkları yorumlarla bir kitap da kendileri yazıyorlar. Konu kişiler arası ilişkiler olunca çok konuşması ile ünlü olan Hande’nin çenesi daha da düşüyor. Tabi bu durumda benim onu kızdırmam da caiz oluyor. Bir an politik bir konu açılıyor. Araba sürmediği zamanlarda genelde uyuklayan Şems uyanıyor ve aniden bir aslana dönüşüyor. Konu ilgisini çekmişti bir kere. Konuşması uzuyor. Hande dinliyor ama pes ediyor çünkü dinlemeye programlanmamış. Belli bir süre dinliyor ve sonunda Şems’e patlıyor, “ ya sen çok uzun konuşuyon Şems?” Hepimiz Hande’ye manalı manalı bakıp gülüyoz tabiî ki.
Hedefimiz Marmaris’e bağlı Selimiye köyü. Selimiye tatili fiilen Gökova körfezindeki Akyaka ile başlamalı ve dönüşte Akyaka ile bitmelidir. Sakar geçidinden geçerken bir manzara molası vermeli ve incir yaprağı şeklindeki denizi seyretmeli. Yaprağın her köşesi dağların içine girmiş deniz gölleri. Akyaka’da belediye parkında mola verip çaylar içilmeli. Sonra da yaz kış 6 derecede kalan soğuk ve yeşil Azmak’ı takip edip İtalyanların Marmaris ve Fethiye yol ayırımında yolun iki tarafına diktiği devasa okaliptüslerin kapattığı yoldan geçmeli Marmaris yoluna çıkmak için. Marmaris yolu arada körfeze kaçamak bakış atabileceğiniz Türkiye’nin en güzel orman yolu. Marmaris’ten sonra 20 km daha gidiyor ve Selimiye sapağından sola dönüyoruz. Yaklaşık 20 km daha gittikten sonra yavaş yavaş ormanlar yok oluyor. Ancak orman bitti diye üzülmemek lazım. Doğa, burada orman güzelliğinin yerine başka bir şeyi düşünmüş. Yine incir yaprağı şeklindeki koylar. Mavi. Bol S harfli yollarda dolanırken dağlar mı denize girmiş deniz mi dağlara anlayamıyorsun. Şaşkınlık ve hayranlık bitmeden bir başka koy çıkıyor karşına. Gözler ve beyin coşuyor. Her zamanki ben “ aha burası çadır için süper!”, “Kesin buraya gelelim mutlaka!”, “Harika olur!” cümlelerini sık sık duymaya alışık olan Zülü bana bakıp manalı manalı gülümsüyor.
Arkaid dönemde Hydas ismini kullanan Selimiye’ye yaklaşınca önce sol taraftaki kalesi, sonra açıklardaki bir adacığı en son da cami minaresi görünüyor. Biraz daha yükselince koya elle yerleştirilmiş bir maket gibi duran Selimiye’nin tamamını görüyoruz. Heyecan artar bu anlarda ve sabırsızlanır insan. Yorgunluğa rağmen hedefe ulaşmanın huzuru ve yakıcı merakı sarar bedeni. Az sonra çoğunluğu badem, dut ve zakkum çiçekleriyle kaplı, sırtını dağa vermiş ve denizle son bulan yeşillikleri ile Selimiye köyüne giriyoruz. Bahtiyar pansiyon üyeleri karşılıyor bizi. Pansiyon&Mini restoran sahipleri şansımıza ‘profesyonel’ turizmci olmayan ve yaptıkları işten heyecan duyan sevimli bir aileden oluşuyor. Günay ve Ayşe servis yapıyor, Ülkü fırını yakıp ekmek açıyor ve yemek pişiriyor, Ahmet de akşam ziyafetleri için taze balık ve meze tedarik ediyor. Hemencecik sevdik birbirimizi ve tanıdık iç seslerin fısıldaştıklarını duydum beynimde. “Burada neşeli, içten ve rahat bir tatil geçireceksin”.
Tatile bir yere gittiğimde odaya yerleşir yerleşmez yaptığım ilk iş fotoğraf makinesini alıp çevreyi keşfe çıkmak. Bu coğrafyanın neresinde bulunduğumu, yanımda ötemde nelerin olduğunu, daha derin incelemeler için tekrar nereye gelmem gerektiğini bilmem gerekiyor. Bu sefer de öyle yaptım ve mini bir yürüyüşe çıktım. Selimiye kıyısında köy evleri zamanla pansiyon ve restorana dönüşmüş. Kıyıdan yürürken sanki evlerin bahçesinden geçe geçe ilerliyor hissine kapılıyor insan. Çünkü sahil yok gibi. Pansiyonların hemen önünde pahalı ve gösterişli yatların olduğu mini yat limanı bulunuyor. İnsanlar Arapça tabirle gözyaşı kadar berrak suyun içinde yatların arasında yüzüyor. Pansiyon ve restoranların arasında bazen mısır, domates ve börülce bahçelerine rastlanıyor. Tavuklar, horozlar, kedi ve köpekler deniz kenarında yıl boyu tatil havasında. Onları kıskanmamak elde değil. Kıyıdaki pansiyonlar bitince herhangi bir aralıktan içeri daldınız mı sanki asıl köy o zaman başlıyor. Burası kıyıya paralel giden asıl köy yolu. Sağlı sollu bahçeler, köy evleri, az da olsa dışarıdan gelenlerin yaptırmış olduğu gösterişli taş ve ahşap evler. Yolun sağına doğru yukarı bakınca köyün yükseldiğini ve denizi kuş bakışı görecek şekilde birçok evin yapılmış olduğunu fark ediyorsun. Yani iki yolda iki farklı yaşam var gibi. Deniz kenarında turizm ve onun kültürü ile arkadaki yerleşim alanında tarlalar ve çokça bulunan badem ağaçlarının olduğu köy ve köylüler. Selimiye’de emlak korkunç pahalı. Günay en son yapılan bir satıştan bahsetti. 260 metrekare bir yer 350 bin TLye satılmış. Köye yönelik ilginin derecesini o anda daha iyi anlıyoruz.
Doğal limana sahip ve dünyanın her yerinden tekne ve yatçıların demir attığı bu köyün denizi çok temiz, balık çeşitliliği fazla ve dalga hemen hemen hiç çıkmıyor. Burası Mavi Yolculuğun en gözde mekanlarından. Hayatımda gördüğüm en temiz, en yeşil, en mavi ve en canlı deniz hayatını barındıran bir deniz. Öyle ki yüzerken aniden ayaklarınızı ya da ellerinizi görüp ve başka bir şey sanıp korkabiliyorsunuz. Bahtiyar ailesi akşam ziyafetimizi hazırlarken biz de bir deniz siftahı yapalım dedik. Adayı hedefledik ve yüzerek üstüne çıktık. Burası minik bir kayalıktan oluşuyor. Üstelik üzerinde küçük kalıntıları var. Şems bir çocuk gibi korkuyor ve “yanımdan ayrılma” diyor. Az sonra Züleyha’nın sesini duyar gibi oldum ya da bana öyle geldi. Yemek hazırdı. Pansiyonun önünde çıtların bile çıkmadığı-arada zamanını şaşırmış horozun ve çok durgun denizin siyah beyaz çakıllara vuran minicik dalgaların sesini saymazsak- uzak bir dağ köyünde masa etrafında karanlıkta oturan dört kişiydik. Arada utangaç gülümsemesiyle beliriveren Günay isteklerimizi alıyor ve kendisine misafir gelen bir köylü genci rolünde isteklerimizi çabucak ve neşe ile yerine getiriveriyor. Günay yaz sezonunda ailesi ile beraber yeni yeni filizlenen bu şirin mekanda kışın da inşaatlarda çalışıyor.
Kendini anlatmaya ihtiyaç duymayan zeytinyağlı Akdeniz mezeleri, yöresel soslu çupra ve lagos balığı yanında rakı ve şarap ile Ülkü’nün köy fırınında yaptığı ekşi mayalı sıcak ekmekler de eklenince sıcak muhabbetler hoş etmez mi insanı? Gece ilerledi. Mest olduk ancak yorgun da düştük. Şems’in içtiği içkinin etkisiyle, “Tırnaklarım azcık uyuşmaya başladı” sözleri ile yatma vaktinin geldiğini anlıyoruz. Ülkü, üç kişilik odaya bir yer yatağı yapınca sığıştık böylece dört kişi. Çok kardeşli çocukluğumda, toprak evimizde en az dört beş kardeşimle (11 kardeşiz) yerde yan yana dizilip yattığımız, kavgalar ettiğimiz, birbirimizi korkutmak için hikayeler uydurduğumuz ve kimin osurduğunu bulmak için komik yöntemler keşfettiğimiz zamanlar geldi aklıma. Hüzünle ve yüzümde tebessümle uyuyakalmışım.
Horozlar yine çok erkenden öttü ve uyandım. Dışarısı alacakaranlık. Horozun inatla devam eden ötüşlerine aldırmadan tekrar dalmışım uykuya. Sonra imamın yanık ve detone sesi uyandırdı. İnat ettim tekrar uyudum ancak en son pansiyonun hemen önünde demirlemiş küçük balıkçı teknesinden gelen ve yüklü eski bir kamyonun yokuşu çıkmaya çalışırken çıkardığı sese benzer horlama sesi beni kesin olarak uyandırdı. Saat 6.30. Kalktım. Kapıyı açıp “denizi içinden karıncaların su bile içebileceği*” durgunlukta görünce kalakaldım ve eski kahvehane iskemlesine çöküp birkaç dakika seyre daldım. Balıkçı amcam teknede açık göbeğini şişire şişire uyuyordu. Foto makinem hazırdı. Etrafı dolana dolana fotoğraflar çektim. Yatlar, denizdeki yengeçler, ceviz büyüklüğünde siyah beyaz çakıl taşlar, kara dutlar, zakkum çiçekleri, tavuklara kur yaparak kesintisiz öten horoz ve aniden beliriveren yunuslar artık sonsuza kadar beynime ve makineme kazınmışlardı. Şimdi deniz vakti. En fırtınalı günde bile sükûnetini koruyan deniz beni içine almak için davetkar bakıyordu sanki ya da bana öyle geliyordu. Kumdan yapılmış bir heykeli bozmaktan korkar gibi girmeye başladım denize. Kulaç atmadan. Ve yeni mekanımıza, minik adaya çıktım. Şems 100 m2, Hande “yok o kadar olmaz” diyerek tetiklediği çocukça tartışma geldi aklıma. Neyse bu sefer tersten, adadan köyün uyanışını ve denizdeki çeşit çeşit renkli balıkları seyretmeye koyuldum. Köy gözümün altındaydı. İlginçti. Sanırım bütün şehirlere, köylere tersten ve dışından ama yakından bakmak gerekiyor onları anlayabilmek için. Sonra Şems geldi ve genelde sabahları sorduğu sorularla başladı güne. Balıkları ilk defa görüyormuş gibi hayretler içinde bakıp sorusunu sordu; “Yav Mehmet, bu balıklar deniz altında yaşayabiliyor ama biz yaşayamıyoruz. Garip değil mi? Daha cevabı veremeden yeni soru geldi? “Peki, deniz neden tuzlu?” Şemsle arkadaşsan bu sonsuz sorulara cevap vermeye hazır olmalısın. Şems’in bu sorularına alışığız ancak Hande sahneye çıktı bu defa ve daha ilginç bir soru patlattı. “Balıklar nasıl çiftleşir?” “Özel hayat” deyip sıyrıldım işin içinden. Hande ve Zülü yine koyu sohbete daldılar. Uzun uzun konuşacakları konuları her zaman nereden buluyorlar diye geçirdim içimden. Hiç de sıkılmıyorlar. Şimdi daha iyi anlıyordum uzun arkadaşlıklarının kimyasını. Ve kıskandım ve sevindim. Sonradan Zülü söylemişti; “bu tatillerin bir güzelliği de arkadaşlarımızla telaşsız ve bir yere yetişme kaygısı duymadan daha fazla vakit geçirmemizi sağlaması”. “Birbirimizi daha iyi tanıma fırsatı vermesi”. Hande, “kitaptan bir cümle ile açıkladı durumu. “İnsan kendini karşısındaki kişi sayesinde tanır”. Ben de buna benzer bir sözü küçükken Hasan abimden duymuştum; “insanı en iyi ya işte ya da seyahatte tanırsın.” Hande’nin kitabı kutsal metinlerden oluşur gibi bir şeydi. Her duruma uygun alıntılarla tartışmalarda ve sohbetlerde anahtar rol oynuyordu. Selimiye’nin pek bir plajı olmadığından teknelerin arasında ve arada teknelerin demirlerine asıla asıla oyun oynayarak yüzmek zevkli çocukça bir şey. Kendimize belli hedefler koyup o hedeflere yüzerek ulaşmak da performansımızı arttırdı ve gün sonunda kendimizi çakı gibi hissettik. Köyün en ucundaki sığ liman kumdan oluşan tek plaj. Önce sarı ve çok sığ sonra birden derinleşip mavileşiyor. Etrafında çam ağaçlarları ve türlü türlü deniz canlılarının yaşadığı kayalıklar. Kıyıda deniz canlılarını inceledik. Hande küçük midyeyi incelemek için ikiye böldü. Lisede biyoloji dersi geldi aklıma. Kaplumbağayı kesmiştik laboratuarda. Taşlara yapışmış küçük boru şeklinde olan ve içinden kırmızı tüy ya da kelebek gibi çıkan canlılara bakıp bakıp şaşırdık. Daha ilginci onlara yaklaşınca borunun içine kaçıveriyorlar. Issız bir adaya düşen üç meraklı çocuk gibiydik. Sonra sahile çıkıyoruz yorgun argın. Dalma ve zıpkınla balık avlama konusunda uzman Fikret’le tanışıyor ve koyu bir sohbete dalıyoruz. Hepimizden çok Şems ilgi duyuyor bu sohbete. Deniz altında 4-5 saat kalabilme düşüncesi sarstı Şems’i. Deli gibi bu işe aşık Fikret başka neler anlattı? “Strese ve sigaraya karşı en etkili silah deniz altı”, “deniz altındayken dünyayla bütün bağın kesiliyor, balıkların peşinden giderken renkli dünyalara rastlıyor onları takip ederken bazen mağaralara girip çıkıyorsun.” Hatta girip de çıkacak yolu zor bulduğun da oluyordu. Nefes almayı ve zamanında yukarı çıkmayı unuttuğum çok oldu.” Birbirimize bakıp gülümsedik. Beyindeki listeye ‘yapılacak yeni bir şey daha’ diye ekledik.
Az sonra arabayla koy ve köy keşfine çıkıyoruz. Köyün batı yönüne giden yola çıkıyor ve çok daha yüksekten köy manzarasına doya doya bakıyoruz. Etrafta kel dağlar ve tepelere bakıyoruz yine. Susuzluğa dirençli badem ağaçları sıralanıyor her yönde ve kekik kokuları misler gibi. Bu kokuyu damağımda da hissetmiştim bu sabah kahvaltıda bal yerken. “Ocak sonu ve şubat başında buraya kar yağar” diyor köylüler ve şaşkınlığıma bakıp gülümseyerek ekliyorlar, “badem çiçekleri açınca her taraf beyaz olur”. “Karlı örtü gibi”. “Hem de ılık havada.” İlerliyoruz. Biraz sonra koylara yakın yerlerde tekne ve yat tersanelerine rastlıyoruz. 20 dk. kadar sonra da Bozburun’da Denizkızına varıyoruz. Sessiz ve terk edilmiş bir kasaba gibi. Açıklarda adacıklar. Denizi enfes olsa da plajının ve gölgesinin olmaması hoşumuza gitmedi. Çünkü karpuz, peynir, ekmek ziyafetimiz vardı. Biraz daha dolanınca bir plaj buluyoruz. Ve yüzme sefası. Denizde Şemsle beraber yeni kararlar alıyoruz. Tatilde olmanın verdiği rahatlık ve huzur hayal gücünü arttırıyor ve yeni kararlar almak için kendinde güç buluyorsun. Neydi karar? Şems’in taş işini uluslar arası pazara taşıyacaz ve para kazanınca da tekne alacağız. Yüzerken ayrıntılı planlamayı yaptık. İzmir’e döner dönmez harekete geçilecekti. Kıyıya çıkıyoruz ve kızlar da tatilde olduklarından olacak fikrimize olumlu bir tebessümle karşılık verdiler. Az sonra Survivor’daki sunucu Acun Ilıca’dan doğan hararetli “başarılı insan kimdir?” tartışması patlak verdi. “Popular kültür içinde başarılı olmak da başarıdır “ diyen Hande ve Şems ile bu başarıyı başarı saymayan ben sıkça yaptığımız gibi şiddetli, çocukça ve bağırarak tartıştık uzun uzun. Aynı anda marketten aldığımız ve 13.75 TL tutan öğle yemeğimiz yiyiyoruz. Karpuz, peynir ve ekmek. Hande karpuzu yemiyor kabuğunu kemiriyor adeta. Onda ve hepimizde çocukluğa dönme özlemiydi bu. Pansiyonumuzu ve aileyi özlemiştik galiba. “Hadi eve gidelim” der gibi kalktık ve soluğu ‘evimizin’ orda aldık. Sabahtan verilen siparişlerden oluşan soframıza kurulduk yine. Akşam saatlerinde eflatun ve mor renklerine bürünüyor gökyüzü ve deniz. Şems dün çayı şekersiz içmeye karar vermişti. Bugünse Hande bizim gazımızla Rakıcı olmaya karar veriyor. Bu kısa tatilde daha ne kararlar alıncak diye merak ediyordum. Gecenin sonunda “Vay be!” “Güzelmiş rakı!” “Harika hissettiriyor” lafları dökülüveriyor dudaklarından. Ve yeni bir tartışma daha çıkıyor bir anda. Hande ve Şems iki bekar insan. İlk kim evlenecek? iddiası başlıyor. Hande, “ilk sen evleneceksin çünkü şansın daha yüksek” derken Şems, “ilk sen evleneceksin çünkü güzelsin, İzmirlisin ve doğulu değilsin”. Ve oradan Doğulu olmanın ne demek olduğuna dair uzun, acılı hikayeler ve yaşanmışlıklarla dolu iç dökmeler başlıyor. Hande, “evet, haklısın galiba. Ben beyaz Türkmüşüm baksana bu konular hakkında pek bilgim yokmuş”. Bir sessizlik…
Pazar günü. Sürekli tazelenen çaylardan ve kekik aromalı balları kaşıklamaktan dolayı kalkmak istemediğimiz ailemizin pansiyon bahçesinde, salıncakta gazete ve kitap keyfine devam ediyoruz. Öğlene kadar. Ama gitme vakti çünkü yol boyunca keşifler devam edecekti. Bir yerden ayrılmak istememek duyguların en güzelidir bence. Her mutlu ayrılışta genelde pansiyon sahiplerinin numaraları alınır, “yine gelecez” teselli lafları edilir ve arkada yeni kurulmuş bir bağdan memnun yola çıkılır. Biz de öyle yaptık. Ailecek kapıda uğurladılar. O anda aklıma bizim Toprakev pansiyonumuza gelen misafirlerimizi uğurlarkenki halimiz geldi. Bu mutluluğun dili her yerde aynı idi. Yoldayız. Hedef Zülü’nün isabetli kararı ile gitmeye karar verdiğimiz Turgut Şelalesi. Selimiye’den Marmaris yönünde 10. Km de dağda orman içindeki saklı şelaleye varıyoruz. Şelalenin suyu yeterince bol ve hoş akıyor. Aynı anda turistlerle beraber dalıyoruz çivi gibi soğuk suyun içine. Eğlence ve aksiyon bolca var. Bu arada etrafta uçarken kırmızıya dönen ama konduğunda kanatları yeşil ve yeşilin üstünde sarı çizgileri bulunan kelebekleri görüyorum. Sürü halinde dolanıyorlar. Fikret’in deniz altında balıkları takip etmesi gibi ben de ormanda onları takip ettim elimde foto makinesiyle. Kafamı kaldırıp beni götürdükleri yere bakınca “vay be güzelliklerin yerini en iyi kelebekler biliyorlarmış” düşüncesi geçti aklımdan ve ortam Avatar filmini hatırlattı. Ama bu gördüklerime doyamadan geri döndüm. Çünkü arkadaşlar bekliyordu. Şems hala çocuklar gibi şendi. “Tatilin en mutluluk verici kısmı bu idi”, diyor film setine benzeyen şelaleye bakarken. “Şimdiye kadar yaşlı tatili yapıyormuşuz” deyip yeni bir tartışmasının fitilini çekti. Yaşlı tatili mi genç tatili mi yapıyoruz biz? Uzun tartışmadan sonra bir sonraki tatilin genç tatili olması gerektiği fikri konusunda uzlaşıyoruz.
Gidilecek bir yer daha vardı. Yine yol üstünde (5km kadar sonra) Orhaniye köyünde denizin içlerine doğru uzanan kumun üstünde yaklaşık 200 metre uzunluğunda kumlu çakıllı şerit. Burası Kızkumu. Derin denizin içinde oluşmuş yarım metre derinliğinde sığ bir yol. Uzaktan bakınca insanların su içinde yürüdüklerini sanıyorsun. Hemen sağında bir ada ve kale surlarını görünce kendimi gece mehtapta deniz içindeki bu yolda yalnız başıma yürürken ve kaleyi seyrederken hayal ettim. Ve ürperdim. Bu da yapılacaklar listesine eklendi. Dönüş yolunda son durak Akyaka Halil’in yeri. Soğuk suyun yüze vuran serinliğinde veda yemeği. Ve bu yazı için yapılan son karalamalar. Akşam 9 da Torbalıya varıyoruz. Misafirsever arkadaşımız Şems bize evinde kahve yapıyor ve adet haline getirdiğimiz video kaydını yapıyoruz. Hande muhteşem telefonu ile herkesin tatili değerlendiren konuşmasının video kaydını yapıyor. Zülü tatil anlayışımızı güzel özetliyor, “tatilde paylaşımın, öğrenmenin ve dinlenmenin en güzelini yapıyoruz. Kalabalık tatilleri seviyorum. Özellikle sevdiğim insanlarla.”

*Yaşar Kemal’in Ege’nin bir deniz köyünü anlatan romanı.
                                                           Ateş Mehmet, 29 Haziran 2011, izmir