28 Haziran 2011 Salı

Türkiye Bahçesi Renklerine Kavuşuyor mu?

Türkiye Bahçesi Renklerine Kavuşuyor mu?

Türkiye’nin TRT aracılığıyla gerçekleştirdiği ve büyük ihtimalle diğer kültürel hakların tanınmasının kapısını aralayacağını düşündüğüm Kürtçe TV açılımı sadece Kürtler için değil Türkiye’de yaşayan diğer halklar açısından büyük önem taşımaktadır. Kürtlerin zor ve acılı mücadeleleri sonucunda elde ettikleri hakların ve açtıkları yolun üstüne, hazıra konmak gibi algılanacak olsa da, mağduriyetlerin giderilmesi ve eşitliğin sağlanması amacıyla Türkiye’nin diğer halklarına da bu olanakların bu hükümet tarafından tanınması gerekmektedir. Ancak bu sürecin hızlandırılması, kültürlerin korunması, gelişmesi ve kaybedilen zamanın diller üzerindeki olumsuz etkilerinin silinmesi için bizzat o kültürlerin tabanından da böyle bir isteğin ortaya çıkması gerekmektedir. Bu bağlam içerisinde Türkiye’nin solmakta olan renklerinden birçok dil kast etmekle beraber asıl üzerinde durmak istediğim kesim Hatay, Mersin, Tarsus ve Adana ’da yaşayan Arapların kullandığı Arapça dilidir.* Türkiye’nin en güneyinde yaşayan ve Ortadoğu’nun birçok kültürel zenginliğini içinde barındıran bu halkın yaşadığı dil ağırlıklı yozlaşmanın üç temel sebebi; ekonomik dönüşümler yoluyla sisteme entegre olma, sistem kaynaklı asimilasyon politikaları ve iletişim araçlarının yaygınlaşması. Bu noktaları iyi analiz ettikten sonra sorunun çözümünde hükümet ve bölgedeki aydınların atması gereken adımlar üzerinde durmak gerekmektedir.  
Arapların büyük bir çoğunluğu 1990’ların başlarına kadar Çukurova’da ve Amik Ovasında pamuk işçisi ya da Mersin’de narenciye işçisi- diğer bir adla Fellah (Çiftçi)- olarak çalıştı. Doğal olarak bu tarihlere kadar sermaye birikimi düşük ve okullaşma oranı yüksek olmadığından bu kesim kendisine ancak toplumun alt gelir grubunda yer bulabiliyordu. Diğer yandan belirtilen bu tarihe kadar ve özellikle 1980’lerden sonra Arap dili ve kültürü üzerinde yoğunlaşan baskılardan dolayı insanlar kendilerini Arap olarak ifade etmede ve Arapça konuşmada zorluklar yaşamaya başladılar. Bunlara ek olarak bu kesimin- ne zamandan beri olduğunu benim de bilmediğim- sol gelenek içerisinde yer alması da eklenince bu halk üzerindeki baskı daha da arttı. Hem sınıfsal hem de kültürel açıdan kendini ikinci sınıf hisseden ve kendine güven sorunu yaşayan büyüklerin “Aman kendinizi belli etmeyin, aman aranızda Arapça konuşmayın!” telkiniyle yetişen yeni nesiller ortaya çıktı. Yaşadıkları ayrımcılığı çocuklarının da yaşamamaları için çocuklarıyla sadece Türkçe konuşma-Arapça aksanıyla-  savunmasını geliştirdiler. Bu yöntem uzun yıllar kısmi bir dil yozlaşmasına sebep oldu. Kısmi oldu; çünkü çocuklar hiç Türkçe bilmeyen ninelerinden, dedelerinden ve çevreden her şekilde Arapçayı; nine ve dedeler de bu sayede çocuklardan basit düzeyde Türkçe öğreniyorlardı. Ancak bu şekilde birbirleriyle anlaşabiliyorlardı. Güçlü olmasına rağmen Arapça’nın bu bölgede yok olma tehlikesini yaşamasının diğer bir sebebi de o dönemde ve şu an hala bilinçaltında var olan Türkçe bilmenin ‘sınıf atlama’ anlamına gelmesi. Arap dili, bu kesimde ırgatlığı dolayısıyla yoksulluğu ve sistem tarafından dışlanmayı çağrıştırıyordu. Türkçe bilmek ise devlet memuru olabilmek, Türklerin arasına girebilmek yani sistem tarafından kabul edilmek kısacası ‘adam olmak’ anlamına geliyordu. Dolayısıyla Türkçe konuşabiliyor olmak insanlar için bir üstünlük aracı ve gurur kaynağıydı.
1990’lardan itibaren gelişen kısmi rahatlama ve dil-kültür üzerindeki azalan baskılara rağmen bilinçaltına kazınmış olan savunma psikolojisiyle ebeveynler, çocuklarıyla Arapça yerine Türkçe konuşmaya devam ettiler. Ancak bu arada Arapların toplumsal bir dönüşümüne şahit oluyoruz. Araplar sınıf değiştirmeye başlıyorlardı. Arapların ırgatlığı bırakıp ticarete yönelmeleri ve Suudi Arabistan’ın vize vermesi ile her aileden en az bir kişinin bu ülkeye gidip çalışması -zor şartlarda da olsa- onları orta sınıf düzeyine yükseltti. Sınıfın yükselmesi sistemin nimetlerinden daha fazla faydalanabilmeyi sağlarken sistemin arzu ettiği şekilde Türkçenin kullanımını da arttırdı. Alt sınıfta kalanlar da üst sınıflara özentiden dolayı Arapça’ya sırtlarını dönüp- bozuk da olsa- kendilerini Türkçe konuşmaya zorladılar. Bu durum onlara sisteme dâhil oldukları hissini verdiğinden onlarda psikolojik rahatlama sağladı. Bu, üç kesim dışında kalan dördüncü ve sayısı azımsanmayacak kadar büyük bir kesim ise kurtuluşu okumakta buldu. Eğitim süresinin uzunluğu ve yoğunluğundan dolayı Türkçe kullanımı her yönden artan bu eğitimli kesimde ana dili kullanma oranı azaldı ve böylece bu dil zayıfladı.
Ticaretle uğraşan kesim özellikle ihracat -yaş sebze meyve- alanında hem bölgeye hem de Türkiye’ye büyük bir gelir artışı sağladı. Okuyan- yazan kesim de başta öğretmenlik, tıp ve hukuk alanında boy gösterdi. Ticarete atılan ve okuyan bu kesimler bu başarı ile sisteme entegre oldular ve bu entegrasyon sosyolojik bir kural olarak yukarıda belirtildiği gibi anadilin kullanımını azalttı. Buraya kadar yaşananlar dönüşümün doğasında olan ve kısmen kendiliğinden olan dönüşümlerdir. Ancak sisteme bu şekildeki bir uyum Arapların daha önce var olan baskıya dayalı asimilasyona maruz kalmaları yerine sınıfsal değişimden ve pragmatik sebeplerden doğan doğal bir asimilasyon -gönüllü asimilasyon- sürecine girmelerine sebep oldu. Kanada’daki göçmenlerin bir potada (Melting Pot) erimelerine benzer bir durum ortaya çıktı. Bunda ebette ki televizyon, gazete, radyo gibi yazılı ve görsel medyanın, eğitim sisteminin, internetin ve diğer kurumların da payı çok büyüktür. Açıkçası, bu güçlü etmenlere rağmen bir halkın hiçbir eğitim, araştırma kurumu –resmi veya gayri resmi-, edebiyat ve diğer yazılı enstrümanları kullanmadan Arapça gibi çok zengin ama o kadar da komplike bir dili yaşatması zaten mümkün olamazdı. Bu yüzdendir ki şu an o bölgede konuşulan dil Konuşma Arapçası diye nitelendirilebilir. Halk, bu dilde okuma yazma bilmediğinden bu dilin içinde Türkçe kelimeleri yoğun bir şekilde kullanarak ancak konuşabiliyor. Zira standart resmi dil, Fasih Arapça, Konuşma Arapçasından çok farklıdır ve bunu öğrenmek için ciddi bir eğitim almak gerekir.
Bütün bu olumsuzluklar bende ve benim gibi insanlarda umutsuzluğu hâkim ruh hali kılmışken 1 Ocak 2009’daki gelişme, durumu tersine çevirecek tarihsel bir döneme girdiğimizi; dillerin ve kültürlerin kurtarılıp eski canlı, üretken hallerine döndürme şansımızın doğmakta olduğuna dair- güçlü olmasa da- bir umut hissettirdi. Acaba hükümet ve devlet bürokrasisi, farklılıkları yok etmeye dayalı geleneksel politikanın sonuna yaklaşıldığını ve artık bu politikayla yola devam edilemeyeceğini TRT Şeş’i açmakla mı göstermek istiyor? Geç kalınmış olunsa da ülkemizde özlemi duyulan hoşgörü ve barış toplumunu yaratmak için bu topraklarda yaşayan ve renklerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalan bütün halkların aslında ülke için bir şans olduğunu mu fark etti? Hükümet ve toplumun büyük bir kesimi birbirimizi sevmek için illa ki birbirimize benzemek zorunda olmadığımız gerçeğini mi idrak etti? Asıl problemin birbirimize çok benzememiz ve bu sebepten birbirimize ilham kaynağı olabilecek farklılıklardan yoksun kalmamız durumunda ortaya çıkacağını kısmen de olsa anladı mı? Eğer öyleyse bu gelişmelere ve adımlara katkı vermek amacıyla yoğunlukla Doğu Akdeniz’de kullanılan ve tarih boyunca Türkçeye büyük katkılar sunan/sunmaya devam eden Arap dili ve kültürünü yaşatmak adına ne yapmalı?
Kürtçe TV açılımı yukarıda belirtildiği gibi diğer halklara da benzer fırsatlar açacak gibi görünüyor. Ancak mücadele etmeden ve tabandan böyle bir talebin ortaya çıkması için gerekli çalışmaları yapmadan yayına geçecek bir TRT SEB’A (TRT 7) ya da TRT TMENİ (TRT 8) kanalının etki alanı ve kitlelere ulaşabilme oranı düşük olacaktır. Arap aydınların, düşünür, sinemacı, öğretmen ve konuya duyarlı diğer kesimlerin sivil örgütlenmeler yoluyla bir araya gelmeleri, kültürel haklar konusunda kafa yormaları, dilin ve kültürün diğer bütün alanlarının filizlenip hem bölgeyi hem de Türkiye’yi renklendirmek için bir adım atmalarının zamanı çoktan geldi. Öyle kritik bir noktadayız ki bu gidişat bu fırsatla tersine çevrilmezse diğer birçok dil gibi bu bölgede konuşulan Arapçanın varlığı iki-üç kuşak sonra tamamen son bulacaktır. Şu an zaten Adana, Mersin ve Tarsus’ta sanayileşme daha erken dönemden başladığından bu illerde yaşayan Araplardaki dil temelli yozlaşma daha ileri boyuttadır. Son olarak The Times yazarı Thomas H. Maugh II’a kulak verelim, “Şu anda dünyada 7000 dil bulunuyor ve her on beş günde bir dil yok oluyor.” Kaygı verici değil mi? Gerçi, Arapçanın dünyadan silinmeyeceği aşikâr olmakla beraber bu bölgeden silinme tehlikesi her zamankinden daha büyüktür.
 Arapça dilinin önünü açmanın diğer bir haklı gerekçesi ise uzun süre kesik kalan, Ortadoğu ile aramızdaki bilgi ve kültür alışverişini sağlayan bu damara yeniden hayat verme gerekliliği. Doğunun bizim bahçelerimize ekebileceği bizim de doğunun bahçelerine ekebileceğimiz sayısız çiçeği elimizde kurutmadan artık ekmemizin vakti geldi. Çocukların Türkçe masallar okumak, Türkçe çizgi filmler izlemenin yanında Arapça 1001 gece masallarını okumaları, Feyruz yada Ümmü Gülsümden şarkılar dinlemenin onlara vereceği kültürel zenginliği hayal edebiliyor musunuz? Arap dünyası ile gelişen ekonomik ilişkilerin kültürel ilişkilerle devam ettirilmesi Ortadoğu coğrafyasında acilen ihtiyacı duyulan barışa vereceği katkıyı da görmeliyiz. Ayrıca hükümet kültürleri koruma konusunda daha içten, daha bilinçli, daha destekleyici ve daha cesur olmalıdır. Sadece TV açmanın sorunun çözümünün sadece başlangıç olabilir. Konunun muhataplarını da içine alıp geçmişin kayıplarını telafi yoluna gitmelidir. Aksi takdirde yeri geldiğinde övündükleri Türkiye’nin çok kültürlülüğüyle birkaç on yıl sonra övünemeyeceklerdir. Belki de Türkiye’de Medeniyetler Buluşmasını düzenlemek için bir şehir dahi bulunamayacaklar. Uzun süredir kurumaya bırakılmış olan Türkiye bahçesini renklerine kavuşturalım. Tohumlar elimizde bekliyoruz.
* Hatay, Mardin, Siirt, Şanlıurfa, Batman ve çevresinde yaşayan Sünni ve Hıristiyan Arapların geçirdikleri dönüşüm Alevi Arapların geçirdiği dönüşümden birkaç açıdan farklılık gösterdiğinden bu yazı sadece Arap Alevilerini kapsamaktadır.
                                                                                                                             Mehmet Ateş17/3/2009 -

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder