15 Ekim 2014 Çarşamba

Antakya’dan Göçmen Hikâyeleri



Etrafımızda gelişen olaylarda ülke çıkarlarını, siyasi görüşleri ve çekişmeleri bir an için kenara koyarsak insanların sadece yalın hikâyeleri çıkar ortaya. Çırılçıplak. O zaman insani meselelerde sadece duygularımız ve vicdanlarımızla hareket edebiliriz. Suriye’den güvenli bir hayat için Antakya’ya kaçan mültecileri her gördüğümde aklıma böyle bir şey gelir. Onlarla sohbet ederken bildiğim her şeyi unutmaya çalışır anlattıklarına yoğunlaşırım. Zira özellikle siyasetle ilgili kafamda biriktirdiğin bütün bilgiler o insanları bir yere

yerleştirmeme, kestirme sonuçlar çıkarmama ve sonuçta yaşadıklarının üzerlerini kalın bir perde ile kapatmama neden olacağını bilirim. Aslında yaptığım şey annemin düşünüş biçimini uygulamaya çalışmaktan ibaret. Siyaset, tarih bir yana okuma yazma bilmeyen annem (bir çok anne gibi) mültecilere bakıp “Yazık çoluk çocuk evlerini yurtlarını bırakıp buralara gelmişler. Sürünüyorlar. Onlara yardım etmemiz lazım”. Güya çok şey bilen ben ise eskiden olsa; “Ama bunların hepsi sakallı, çarşaflı, şeriatçı. Hırsızlık yapıyorlar. Burayı berbat ediyorlar. ” diyemesem bile içimden bunları geçirecektim. Son zamanlarda Antakya’da dinlediğim hayat hikâyeleri annemin yalın ve insancıl yönteminin durumu algılamada daha etkili olduğunu ispatladı.
Birinci hikâye bir kitapçıda geçiyor. Son dönemde yaşanan çalkantılardan dolayı Antakya’nın sokaklarında daha fazla gezinmeye, gözlemler yapmaya ve fırsat bulunca insanlarla konuşmaya başladım. Bir gün bir kitapçıdayken ve mekân sahibi ile tesadüf eseri Suriye meselelerinden konulurken içeriye yirmili yaşlarda temiz giyimli genç bir adam girdi. Çekine çekine bize doğru geldi ve Arapça ile şöyle dedi; “Halep’ten yeni geldim. Orada Arap dili ve Edebiyatı bölümünü yeni bitirdim. Arapçanın yanı sıra İngilizce, Fransızca ve İbranice biliyorum. İş varsa çalışmak isterim. Her şey olabilir. Bir de ailem için bir ev bulmam lazım.” Nutkumuz tutuldu bir anda. Ne diyeceğimizi bilemedik. Bu durumda ne denebilir? “İş yok. Olsa bile ucuza çalışmak zorunda kalırsın. Evler de pahalı.” diyemedik tabi ki…
İkinci hikâye bir hastanede geçiyor. Yaşlı babama katarak ameliyatı yaptırmak için sıra bekliyoruz. Bir anda telaş ve acı içinde vücudunun yarısı yanık,  kolu,  bacağı yaralı ölü gibi görünen bir adamı ameliyathaneye alıyorlar. Refakatçisi olan abisi dışardaki merdivenlerde oturuyor. Elleri yanaklarında çökmüş bir şekilde bekliyor. Ona birkaç defa göz attıktan sonra cesaretimi topladım ve ne olduğunu soruyorum. O anda korkumun yersiz olduğunu anlıyorum çünkü genç adam içini dökmek istercesine her şeyi ayrıntılı bir şekilde anlatmaya başlıyor; “Halep’in bir mahallesinde kardeşimin içinde olduğu bir minibüs ile giderken kimin attığı belli olmayan bir bomba onlara isabet ediyor. Minibüsün içindeki insanların yarısı ölüyor. Kardeşim ölümden dönüyor. İşin bir de daha trajik bir yönü var. Kardeşim, bomba atılmadan kısa bir süre önce minibüse binen bir kadın ve iki küçük çocuğuna yerini veriyor. Hemen sonra bomba geliyor ve birçok insan ile beraber kadın ve çocuklar da ölüyor. Kardeşim de gördüğünüz gibi ağır yaralı olarak kurtuluyor.” Bu arada hadisenin on gün kadar önce olduğunu ve kardeşinin görmeyen gözünü ameliyat ettirmek için Reyhanlı’dan buraya geldiklerini söylüyor.  Bu sırada hemşire, hasta yakınını (ağabeyini) çağırıyor ve hasta formunu doldurmak için sorular soruyor: isim, adres, telefon numarası. Hemşire formun sadece isim hanesine cevap alabiliyor.
Üçüncü hikâye birkaç yerde geçiyor. Suriye’de olaylar patlak vermeden kısa süre önce Kuzey Suriye’nin Kamışlı ilçesinin Kürt Alevi bir köyünden bir aile yasal yollarla Antakya’ya gelip ev tutuyor.  Şükrü, eşi Elif ve kızları Berivan. Avusturya’da yaşayan oğulları Adnan onları yanına almak için uğraşmaktadır. Anne-babayı almak kolay da Berivan 18’ini geçtiği için ona vize almak kolay olmuyor. Anne-baba doğal olarak kızlarını bırakıp gitmiyorlar.
Diğer yanda başka bir aile birleşimi meselesi daha var. Almanya’da yaşayan ve kısa süre önce Şükrü’nün yeğeni Mustafa ile Kamışlı’da evlenen Ruken Suriye’den gelip Antakya’daki aileye katılıyor. Mustafa,  Almanya’ya dönüp eşini yanına almak için hemen girişimlere başlıyor. Gerçi koşullar zor ve formaliteler bezdirici ancak başka çare de yoktur. Süreç uzuyor tabi iki. İnsanlar boş durmuyor. Kısa sürede mahalle ortamına ve Antakya hayatına uyum sağlıyorlar. Kapı komşuları olan ağabeyim ve ailesi ile çok yakın dost oluyorlar. Birbirlerine misafir olup yemeklerini, dertlerini ve zamanlarını paylaşıyorlar. Gerektiğinde çocuklarını birbirlerine emanet ediyorlar. Berivan bir kuaförde iş bulup cıvıl cıvıl ve cana yakın kişiliği ile insanlarla kısa sürede muhabbet kuruyor. Türkçeyi hata yapma korkusu taşımadan sevimli bir şekilde konuşuyor.
Şimdi hikâyenin en önemli yerini anlatmak üzere sözü hikayenin memen hemen tüm kısımlarına şahit olan ağabeyim; Sonay’a bırakıyorum.
“Gelin olan Ruken’in iki demir asaya tutunarak yürüyebilen engelli annesi Sapha Kamışlıdaki köyde kalmıştır. 14 yıldır görmediği ablası da Almanya’da. Suriye’de şiddet artınca Almanya’da yaşayan abla Kamışlıdaki engelli kız kardeşini görebilmek umudu ile önce Antep’e geliyor. Sınırdan bin bir zorluk, tehlike ve rüşvetle geçebiliyor. Ancak Suriye içlerinde ilerleyince yolculuk giderek daha tehlikeli bir hal alıyor. Yol boyunca birkaç defa soyuluyor. Parası ve eşyası gasp ediliyor. Sonunda daha fazla ilerleyemeden Antep’e geri dönmek zorunda kalıyor. Bu defa abla, kız kardeşi Sapha’yı Antep’e çağırıyor. Sapha yine büyük zorluklarla sınıra kadar geliyor ancak pasaportun süresi bitmiş olduğu için önce sınırdan geçmesine izin verilmiyor. Sabah saat 5’ten akşam 7’ye kadar kapıda bekletiliyor. Sonunda rüşvet vererek Antep’e girmeyi başarıyor. Bu arada ablasının Almanya’ya dönmesine iki saat kalmıştır. İki kız kardeş taksicinin yoğun çabaları sonucunda ancak havaalanında o da bir saatliğe buluşabiliyorlar. Gözyaşları içinde geçen bu kısa süre bitiyor ve abla Almanya’ya uçuyor. Engelinden dolayı otobüse binemeyen kız kardeşi Sapha’yı almak üzere kızı Ruken, Şükrü ve eşi Elif Antep’e gidiyorlar. Taksi şoförü Arapça bilmediğinden Antep’ten Antakya’daki evlerine gelinceye kadar ona telefonda yol tarifini ben yapıyorum. 
Sonunda vize çıkıyor ve Ruken Münih’e uçuyor. Böyle temiz, insancıl ve nazik bir insanın bizden ayrılmasına hem üzülüyor hem de sonunda eşine kavuşacağı ve yeni bir hayat kuracağı için seviniyoruz. Son gün bizi evlerine davet ediyor ve onlarla birlikte yemek yiyiyoruz. Vedalaşmamız ağlamaklı oluyor. Eşim ve çocuklarımla beraber ona ne kadar çok alıştığımızı ve hayatımızı nasıl renklendirmiş olduğunu fark ediyoruz. Diğer yandan Ruken’in annesi Sapha’nın yakında Suriye’deki köyüne geri dönecek olması hepimizi korkutuyor. Nedeni belli. Kürt bölgesinde olan köyü, çatışmaların olduğu yerlere çok yakın. Ayrıca bölgede üretim durmuş, gıda ve elektrik sıkıntısı baş göstermiş.   
Şükrü ve Elif çifti kızları Berivan ile halen Avusturya’ya gitmeyi bekliyorlar”.  Hikayeyi gözümü kırpmadan sonuna kadar dinliyorum. Baba Şükrü’nün söylemiş olduğu bir cümleye takılıyor beynim: “Memleketimde yüzlerce zeytin ağacı varken buradan zeytinyağı almak çok zoruma gidiyor”. Göçmenlik böyle bir şey işte diyor ve başım önümde Antakya sokaklarında kayboluyorum.
Mehmet Ateş/2014







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder