28 Mart 2015 Cumartesi

Dans, Doğa ve Kiliseler Şehri: Dublin


“Öldüğümde Dublin yüreğimde yazılı olacak” demiş James Joyce Dublin aşkını anlatmak için. Sadece James Joyce, Bernard Shaw yada Bono gibi Dublin’li ünlüler değil halkın çoğunda kendini beğenme, şanslı görme ve gururlu olma hali var bu deniz ortasında yalnız yaşayan Irlanda adasında. İnce ince yağan yağmuru, sert rüzgarı, bazen ay yüzeyini andıran kızıl çayırları, aniden başlayan ve aniden biten ormanları ve koyu ama kasvetli olmayan havasıyla insana buraya ilk ayak bastığında “evet burada farklı şeyler yaşayacağım” hissini veren bir şehir.

Havaalanında karşıladı beni iki dilli levhalar. İngilizce ve İrlandaca (Gaelic). Hazırlıksız yakalanmıştım. Liffey nehrinden geçip Trinity Coolegeda durunca daha derin fark ettim iki dilli yaşamı. Daha sonra öğrendim ki İrlandaca okullarda zorunlu eğitim dili olup bütün resmi yazışmalar, hizmetler, bilgilendirmeler iki dille yapılmaktadır. İrlandaca kulağa sevimli gelen tamamıyla farklı bir dil. İngiliz yönetimi altında iken değiştirilen yer adlarını İrlanda bağımsızlığını kazandıktan sonra geri almış. Konuştuğum İrlandalılar yer adlarının kendi dillerinde daha anlamlı ve o yer hakkında daha fazla bilgi verdiğini söylediler. Küçük  not: Dublinin asıl adı Ath Cliath. Hoş geldiniz: Failte.

Bir şehri yürüyerek gezebiliyorsan o şehir rahat şehirdir benim için. İyi hazırlanmış bir harita,  yerel kanalları dinlemek için kulağına takabileceğin basit bir radyo kulaklığı varsa şehri keşfetmeye hazırsın demek.
Tritinity Coollege, şehrin Taksim gibi merkezi bölgesinde 1592 kurulmuş ve Oscar Wilde, Oliver Twist, Samuel Beckett ve George Berkeley gibi ünlü ismi içinden çıkarmış bir üniversite. Muhteşem Gotik mimarisi ile yapılmış bu kadim üniversitenin en çok hoşuma giden yönü öğrenci, turist ve halkın sürekli kullandıkları yol geçen hanı gibi bir yer olması. Bahçelerde sürekli martıları görmek mümkün çünkü deniz sadece 3-4 km uzakta. Üniversiteyi dolaşırken yorgun düştüm çünkü bavulumu da gezdiriyordum yanımda. Akşama anlaşmıştık Servaslı Steifan ile buluşmak için. Servas uluslar arası barış ve dostluğu geliştirmeyi amaçlayan ve yaklaşık 100 ülkede üyesi bulunan bir organizasyon. Bu organizasyonda üyeler birbirlerinin evlerinde kalıp kültürü bir turist gibi değil de yaşayarak öğrenme fırsatı buluyorlar. Yani dünyanın her yerinde evimiz ve dostlarımız bizi bekliyor. Steifan da onlardan birisiydi. Steifanla buluştuk ve yorgunluğu atmak için biraz ilerde trafiğe kapalı cadde olan Crafton caddesinde bulunan ve geleneksel kahvaltısı ile meşhur Bewley’s de yorgunluk kahvesi ve sonra da İrlanda kahvaltısı yaptık. Evinde rahat etmem için her şey hazırdı. Evde beslediği kedi ve köpeğe gerekli talimatlar verilmiş yani fazla şımarmaları veya gürültü yapmaları konusunda tembihlenmişlerdi. O İrlanda yemeği hazırladı bense kolay olsun diye Menemen yaptım. Gecenin ilerleyen saatlerinde kültür, politika, din, aile ve şehir hayatı ile ilgili birçok konuyu konuşmuş sonra da film izlemeye başlamıştık.

            Karadenizli insanlarımıza benzettim Dublinlileri. Genellemek iyi bir tarz olmasa da benim tecrübem böyle oldu. Konuşkan, her an espiri yapmaya hazır, İrlandalı olmaktan dolayı gururlu ve kendilerini şanslı hissediyorlar. Otobüse binince edindim bu ilk izlenimleri. İki yaşlı kadına ineceğim yerleri sorar sormaz başladı muhabbet. Ve indiğimde kadının bir tanesi gideceğim yerde yaşadığı bir aşkı anlatıyordu. İrlandalıların İngiltere’nin egemenliği altında yaklaşık 600 yıl kalmışlar. Ve en uzun süren mücadelelerden sonra 1922’de bağımsızlıkları kazanmışlar. Tabi ki uzun yılların İngiliz etkisini bir anda söküp atamamış ancak tepkiden olsa gerek sağlam bir vatanseverlik ortaya çıkmış. Ve İngiliz etkisini atmak için mücadeleleri devam etmektedir.
            Müze severler için bir cennet burası. Müze çok ve ücretsiz. En beğendiğim müze sinema ve fotoğraf müzesi. Fotoğraf müzesinde 1845’lerden itibaren çekilen ve İrlanda kültürünü gösteren fotoğraflar İrlanda’yı özümsemek için derin bir geri plan bilgisi veriyor. Doğa Müzesinde yine 1800’lerden kalma kelebek ve diğer böcek ve hayvan koleksiyonlarını görmek garip bir his barındırıyor. Bilim insanlarının o dönemden bu kadar disiplinli bilimsel çalışmalar yapmalarını şaşırtıyor. Diğer harika müze ise İrlanda Yazarlar Müzesi. James Joyce, Bernard shaw, gibi yukarıda isimlerini saydığım ünlü yazarların sevgiliye veya anneye yazılmış sararmış el yazması mektuplarını, kartpostallarını, konuşuyormuş gibi duran daktilolarını,  kalemlerini görmek ve Ulyses gibi kitapların ilk baskılarında kopyalar görmek nefes kesici bir heyecan veriyor insana.  
            Publar ve geleneksel İrlanda müziği hayatın merkezinde ve sosyalleşmenin olmazsa olmazı. Bizdeki kahve kültürünün yerinde bar ve müzik kültürü her sokakta kendini hissettiriyor. Geleneksel müzik çalan barlarda genç ve yaşlıları beraber görmek her zaman mümkün. Gecenin ilerleyen saatlerinde bu müziğe River dans denilen ve ayakların tahtalara vurularak yapıldığı dans gösterileri izliyor ve misafirler-çoğunlukla turistler de davet ediliyor sahneye. Kırmızı renkli Temple bar tek başına güzel bir bar olsa da asılda o barlar bölgesinin adı Temple bar. Giriş ve çıkışlar o kadar rahat ki sokaklarda akan insanlarla bardaki insanlar birbirlerine karışıyorlar bazen. Caddelerde rahatça dolaşan çakırkeyf kadın ve erkekler bardan bara dolaşıp (bar sürtmesi deniyor) sabahı bulabiliyorlar. İrlanda müziği sürekli bir coşku hali veriyor içseniz de içmeseniz de. Bu yaygın bar kültürüne rağmen burada içki pahalı. En ucuzu 4.5 Euro ama kim dinler. En çok yerel içkiler Guiness, Smithwicks, Cider (elmalı) tercih ediliyor. Ancak o kadar içki, izdiham olunca insan kavga ya da en azından bir hadise bekliyor ama çok gürültü var olay yok. Bodyguardlar bile çok az. Gece 2 den sonra insanlar caddelere taşıyor ve asıl muhabbetler o zaman başlıyor. Sarhoş. İçki, müzik ve şarkılar olmadan İrlanda olmazdı herhalde. Ünlü İrlandalı futbolcunun sözü her şeyi açıklıyor aslında. “Paramın %90’nını kadınlara ve içkiye harcıyorum. Geri kalanı da boşa gidiyor.”
            İrlandalının hayatında göç nesilden nesile aktarılan ve sürekliliği olan bir olgu. En çok da halk şarkılarına yansımış. Dublin’de ne zaman bir fakir görsem Frank Mc court’un Angela’nın külleri kitabı geldi aklıma. Dublin’in fakirlerini genelde Afrika göçmenleri ve Doğu Avrupa’dan gelen Çingeneler oluşturuyor. Göç sürekli zihinde taşınan ve her zaman gerçekleşebilecekmiş gibi beklenen bir rüya kabus karışımı gibi bir şey. En büyük göçleri 1845-51 yıllarındaki büyük açlık sırasında gerçekleşmiş. Nüfusun yarısı ölmüş ve 1 milyona yakın kişi Amerika kıtasına göç etmiş. Bu korkunç açlığı anlatan heykel Liffey nehri kıyısında Gümrük binasının karşısına dikilmiş. Olayı bilmeyenler bile bu heykellerin duygu dolu yüzlerinden tarihte gerçekleşen bu acı olayı okuyup ürperebilir. Ve herhalde o günlerden kalma bir söz gözüme çarpıyor bir barın duvarı üstünde. “Tüm kötülüklerin anası parasızlıktır.” Göç bugünlerde de İrlandalının gündeminde. Son ekonomik kriz herhalde AB içerisinde en ciddi şekilde burada hissedildiğinden insanlar iş için ABD, Kanada ve Avustralya yollarına düşmeye başladılar yine.
Hiç bu kadar kilise ve bu kadar barın Dublin’de olabileceğini hayal etmemiştim. Nüfusu 500 bin civarında ve bizim kahve sayısının iki katından fazla bar ve wikipedia’yaya göre 41 kilisesi var. Buradaki insanların çoğunluğu Katolik ama hem Katolikler hem de Protestanlar ve Ortodoxlar kendi içlerinde 16 farklı kiliseye ayrılmış durumda. Roman Katolik, Presbiteryan, Lutheryen, Baptist, Quaker, Protestan bunlardan sadece birkaçı. İnanç burası için hala çok önemli bir yer teşkil ediyor ve arkadaşıma göre aile hayatı sıkı olmaya devam ediyor. Kiliselerden bir tanesi Church restaurant Kilise restorana dönüştürülmüş. Böyle muhteşem bir mekanın avlusuna bakan üst katında yemek yemek ve içmek ilginç bir deneyim. İnsan hem bu dünyayı hem de diğer dünyayı yaşıyormuş gibi hissediyor. Kilisenin ortası kocaman bar üst kısmında ise hala dua edilebilecek küçük bir yer bırakılmış. Stiaphan’ın geziden sonra tekrar evine gittiğimde önce ailesinden bahsetti. Biraz dedikodu yapıp gururlu ve utangaç bir edayla “biz İrlandalılar çok konuşmayı ve dedikoduyu severiz” dedi. Bize benzeyen bir özellikleri daha var. O da yemek yedirmek ve rahat ettirmek için ısrarcı oluyorlar. Bir şeyler ikram ettiklerinde en az üç defa tekrar ediyorlar. Israr etmemek ayıp bir şey sayılıyor. Bu arada başka bir dünyada hiç tanımadığım bir insanın evinde olduğum gerçeği içime tatlı bir dünya kardeşliği hissi yaydı. Gülümsedim. Servas böyle şeyler yaşatıyor doğal doğal.
            Yüzyıllarca İngiltere tarafından yönetilmiş olan İrlandalılar bağımsızlık mücadelelerine başladıkları günden şimdiye kadar İngiliz yönetimi ve kültürüyle sürekli mücadele halindeler. Baskı altında kalmış hemen hemen bütün kültürler gibi kimliklerine sarılma, kendilerini çok fazla önemseme ve kültürlerini-özellikle İngilizler adaya gelmeden önceki halini- olağanüstü bir şekilde yüceltmektedirler. Geleneksel İrlanda müziği de bu geçmişten nasibini almış ve hüzünlü ezgilerle dolmuş. Yine de İngilizlerin adaya getirdiği Protestanlarla kısmen güzel bir hava yakalanmış. Eskiden yaşanan acılar dersler vermiş. Sorunun karmaşıklığı adanın güneyinde Belfast’ı merkez alan bölgede. Burası hala  Birleşik Krallığa bağlı daha az gelişmiş bir bölge. Yani ada bölünmüş durumda. Sırf bu yüzden İrlanda vizesiyle güneye giremedim. Giriş için İngiltere vizesine ihtiyaç var. Adanın bu tarafında İngiltere yanlısı Protestanlar ve bağımsızlık yanlısı Katolikler arasında köprüler yeniden kuruluyor. Tarih boyunca ilk defa Katolik ve Protestan öğrencilerin beraberce okuyabilecekleri okullar inşa ediliyor. Yani beraber büyüyecek yeni bir nesil yetiştirilmeye çalışılıyor. Normalde hayatın hemen hemen her alanında insanlar hala-eskisi kadar olmasa da- Katolik ya da Protestan diye ayrılıyor.
            Stiphanla ikinci günümüz. Erkenden çıktık. Yol üzerinden üç gazetede çıkan haberi buldu ve okula gittik. Çocuklarla tartışmak için seçtiği konu fırtına sebebiyle üstüne ağaç düşen ve ölen bir kadının hayatı. Dersten sonra vadileri, ormanları ve kızıl çalılıklarla örtülü Wiklow bölgesinde, Glendelough’da gezdirmeye başladı beni. Yağmur kaç gündür yağıyor. Ama ben seviyorum. Yollar çok dar ama bu sayede doğanın tam kalbinde hissediyorsun kendini. Sisli vadi boyunca giderken bir yandan akan deli nehirleri ve yağmurun şiddetlenmesiyle çizgi filmlerdeki gibi dağların her yanından akmaya başlayan sayısız şelaleleri fark etmek, aynı anda radyodan İrlanda müziği dinlemek orayı iliklerine kadar yaşamak gibi bir şey. Arada mola veriyor, köy kafelerine giriyor ve şömineden gelen yanan odun çıtırtılarının sesiyle Kahve Lattemizi yudumluyoruz. Burada hayat çok yavaş ve insanlar nedense fısıltıyla konuşuyorlar. Gölün kenarında dolanıyoruz daha sonra. Az ötede Milli Park eğitim Merkezini ziyaret ediyoruz. Burada okullardan gelen çocuklara ve halka ormanı tanıma ve koruma etkinlikleri yapılıyor. Etkinliklerden bir tanesinde çocuklara içinde farklı bitkiler olan bir kağıt veriliyor ve ormanda bu yaprakları bulmaları isteniyor. Buldukları bitkileri sepetlere doldurup merkeze geliyorlar ve buldukları yapraklar üzerinde konuşuyorlar. Yaban hayvanları da tanıtılıyor. Gözlem yapılıyor.  Ve merkezdeki kemikler ve fotoğraflar inceleniyor. Anlatarak değil keşfettirerek ve yaptırarak gerçekleştiriliyor bu eğitim. Oradan çıkıp İrlanda tarihinde yaşanmış bütün acıları hatırlamak ve acısını hafifletmek için kurulmuş olan Glencree’de Peace and Reconcilation centere gidiyoruz. Kuruluş amacı (1974) İrlanda toplumunda varolan şiddetin yerine barış ve uzlaşmayı yaygınlaştırmak. Savaşlar, IRA deneyimi ve Katolik Protestan çekişmesinin acılarını azaltmaya çalışan barış faaliyetlerini gösteren eserleri görünce içimden ülkemde geçmişte yaşanan ve yaşanmaya devam eden acılar geçti. Bu arada başka bir salona geçiyor ve bir sergi ile karşılaşıyorum. 2. Dünya savaşı sırasında hayatta kalan binlerce Alman çocuk ailelerin izniyle İrlanda’ya getirtiliyor. Çocukların bir kısmı İrlandalı ailelere dağıtılıyor bir kısmı ise yurtlarda kalıyor. Bu çocukları beslemek ve büyütmek için İrlanda tarihinin en büyük kampanyası yürütülüyor. Ve imkânsız sayılacak bir para toplanıyor. Bu olaya bakınca insanlığa olan inancım tazelendi ve içimdeki huzura dolu gözlerim eşlik etti.
Daha yazacak çok yer çok şey çok güzellik var Dublinde. Mesela fok balıklarının size poz verdikleri, evleri, denize bakan çıplak tepeleri ve yürüyüş patikalarıyla Hawth Kasabası.
Duru bir güzellik. Yaramaz bir çocuk bu. Dublin merkezde ucuz, temiz ve çok uluslu hostellerde-Gençlik Yurtlarında (Abbey House gibi) kalmak, raylarla çember gibi çizili Dublin körfezini trenle gezmek, Guiness bira müzesi binasına çıkıp Guiness içerken Dublini izlemek ve bira yapım tarihçesini yaşamak, belediyeye ait bisikletlerden-ücretsiz- bir tane kapıp şehir turu yapmak, mütevazı ve kendine özgü mimarisi ile Camiyi ve Sinagogu ziyaret etmek, o gece uğrayan müzisyenlerden hemencecik oluşan bir gruptan (bazen 30 kişi oluyorlar) müzik dinelebileceğiniz bir bara gitmek ve yalnız hissederseniz ilk bulduğunuz İrlandalıyla futbol, Rugby ya da politika konuşup politikacılara sövmek. Bunlar benim görebildiklerim. Ya göremediğim ve yaşamadıklarım? O zaman sıra sizde. Siz gidin oraya ve yazıma kaldığım yerden devam edin.  


04-14 mart 2011

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder