10 Haziran 2015 Çarşamba

Kaşifler ve Sokaklar Kenti; Lizbon

Kansız devrim olur mu? Hem de kanlı bir diktatöre karşı? Elinizde karanfiller varsa, Evet, Mümkün. Portekizliler bunu başardı. Hem de ta 1974’de. Kaşifler kenti Portekiz'deyiz. Dünyanın bilinmeyen büyük bir kısmını bilinen hale getirmekle yani keşfetmekle övünen denizci milletin başkenti Lizbon’dayız. 1260’dan beri Portekiz'in başkenti ve dünyanın kalbi olan Lizbon’u biz de keşfetmeye geldik.
Lizbon, denizi andıran ve üstünde kavisler çizerek ilerleyen asma köprüleri ile Tajo Nehri’nin koynunda büyümüş bir kent. İspanyadan doğan bu nehir Lizbon’da yatağını çok genişletir ve az sonra okyanusla buluşur. Cristof Colomb, Vasko de Gama ve bilinmeyen dünyayı merak
eden maceraperest denizcilerin okyanuslara açıldıkları kıyılarda başlıyor kent gezimiz. Yanımızda gönüllü rehberimiz Ela. Her an sahnedeymiş gibi konuşan, mimiklerini, vücut dilini sevimli bir abartı ile çok kullanan, kara kaşlı kara gözlü ve Antakyalı bir Arap kadını olan Ela tası tarağı toplayıp eğitim için eski Endülüs topraklarına gelmiş. İşin tuhafı 7. Yüzyılda Arap ataları buraları fetih için at üstünde kılıçlarla gelmiş ve yüzlerce yıl burada yaşamışlardı.
Ela heyecanla anlatıyor biz ise hem ayaklarına hem de sözlerine ulaşmaya çalışıyoruz. Aynı anda memleketten getirdiğimiz sarmaları iştahla yutuyor. Portekiz’liler kansız devrimleri ile
övünürler demiştik. Oradan devam ediyor Ela. 1974'de kanlı diktatör Salazar’a karşı ordu içindeki solcu askerlerle başlatılan darbe kısa sürede sonuç veriyor. Halk, devrim sırasında çiçek çarşısında geçerken karanfilleri topluyor ve Salazar askerlerinin tüfeklerine ve tanklarına takıyorlar. Tek bir kursun bile sıkılmıyor. Salazar, eski sömürge Brezilya’ya kaçıyor. Solcu darbeciler demokratik anayasa yapıyor ve kadınların oy kullanma hakkını bile elinden alan Salazar yasalarını çöpe atıyorlar. Ülkede bugünkü gelişmiş insan haklarının temellerini atıyorlar. Askerler bir memlekete demokrasi getirir mi? sorusunu soranlar ve siyaset bilimciler için bu deneyim çok şey anlatıyor.  
Lisbon mozaik kaldırımlar kentidir. Kaldırımlar insanların sadece yürümesi için değil aynı zamanda
gözlerine hitap etmesi için mozaikli resimler ve şekillerle bezenmiş. Kaldırımlar  dokusu korunmuş tarihi binalar, özgür ruhlu kadınlar, sokak sanatçıları, renkli göçmenler ve müzisyenlerle bütünleşiyor ve biz seyyahlar bu sahnelere bir tabloya bakar gibi bakarak yürüyoruz. İçimizde sessiz bir isyan duygusu eşlik ediyor yürüyüşümüze. Aklımızda ise memleketimizde olamayışı bu güzelliklerin. Hemen hemen her Türkiyeli turistin yurt dışında ayağa kalkan isyan duygusuydu bu.
Lizbon tarihte çok büyük bir deprem yaşamış. 1755 yılında meydana gelen depremde kent sakinlerini kilislerde ayin yaparken ve mumlar yakılırken yakalamış. Bu yüzden büyük yangınlar çıkmış. Ateşten kaçan insanlar nehre doğru koşuşmuşlar ancak o sırada da Tsunami meydana gelmiş ve bu durum felaketin büyümesine neden olmuştur. 100 bin ölü, yerle bir olmuş bir kent, salgın hastalıklar, fakirlik,umutsuzluk ve manevi yalnızlık Zira deprem ve Tsunami Müslüman mahallesini etkilememişti. Buna rağmen halk her şeyi bir kenara bırakıp kenti tekrar ayağa kaldırmayı başarmış ve Lisbon'u bir sanat eseri yaratır gibi yeniden yaratmıştır. 
Bir kent engebeli, tepelikli ya da dağlık bir yerde kuruluysa, bir de etrafını masmavi, muazzam bir güzellik sarmışsa , ve bir de buna uyum sağlamak için ahenk verenleri varsa o kent çok şanslı demektir. Doğası, tatları, kokuları, aroması ve müzikleri daha da bir zengin olur. Ve en önemlisi insanlara, kente meraklı bir kuş gibi yüksekten bakma şansı verir. Lizbon böyle bir kent işte. Kale kentin üst yamacında tüm ihtişamıyla, dimdik ayakta, onun hemen altında ise seyir terasları, kentin tarihi dokusunu naif bir şekilde tamamlayan kırmızı kiremitli çatılar, alabildiğine mavi bir nehir ve kendisini hiç nazlanmadan sunan şehrin tarihi sizi bekliyor.
Gerçi buralara çıkmak öyle kolay bir iş değil. Az çalışan, az vagonlu, renkli tramwaylara binmek için çok beklemek ve binerken itişme kabiliyetinizin güçlü olması lazım. Kentin kendine ait yavaşlığını, az trafiğini ve sükunetini bozmak istemeyen bir belediye yönetimi ve halkın olduğunu hissediyorum. Tramwaylar ve araçlar o yüzden az diye geçiyor içimden. Hıza ve kalabalığa alışkın biz Türkiyeliler elbette ki bu durumdan hoşnut değiliz. Halbuki en keyifli şeyler en yavaş yapılanlar değil midir?Neyse ki hızımızı enfes acı espresso kahve, kendine özgü tadı ile likör, şarap ve mimari kesiyor. Etrafı izliyoruz sıklıkla. İnsanları, satıcıları, sokak müzisyenlerini, sürücüleri ve çocukları. Gergin olmayan, gülümsemeye hazır yüzler.  Bir kentin hayat kalitesini yüzlerdeki dinginlik göstermez mi zaten?.
Tüm güzel kentler gibi Lizbon’da çok kültürlü ve çok renkli bir şehir.  Portekiz’in sömürge geleneğinden dolayı özellikle Angola ve Afrika’nın bir çok ülkesinden gelen insanlar kendi renkleri ile beraber sokaklarda görüyorsunuz. Deniz ve su kenti olan Lizbon doğal olarak halen göçmen almaya devam etmektedir. Bu arada Lizbon Avrupa’da hoşgörü kenti seçilmiştir. Çok anlamlı bir şekilde bunun farklı dillerde yazıldığı
duvarın dibi mültecilerin buluşma noktasıdır. Burada oturulup muhabbet edilir. Memleket hasreti giderilir. Hemen yakınından yukarı doğru kıvrılınca mültecilerin yaşadığı mahalleye geliyoruz. Çok çiçekli duvarlar, kadınların renkli kıyafetleri, kentin normali haline gelen ot satıcıları ve biz.
dolu pencereleri ve kapıları seyrederek kuytu bir kafeye giriyoruz. Sürahide sunulan su ve güler yüzler. Yine Espresso gelsin. Uykuya, yorgunluğa ve solgun gözlere çaredir bu kahve. Zamanı az seyahat edeceği yerleri çok olan tüm seyyahlara önerilir. 
Canımız kente başka bir bölgeden ve yüksekten bakmak istiyor. Bu defa İzmir’deki asansörün benzerine çıkıyoruz. Bu asansör İzmir’deki ile yakın tarihlerde (19. Yüzyılın başında) yapılmış ve
aynı şekilde üst mahalleye çıkmak amacı ile kullanılıyor. Kente başka açıdan bakmak, tarihi yaşamak, insanoğlunun yaratıcılığını ve çılgınlığını hissetmek için yapılmış gibi .

Lizbon bugün zayıflamış olsa da güçlü inançların ve kiliselerin kentidir. Kiliselerin en ilginç olanına götürüyor bizi Ela. Teatral anlatım devam ediyor. 1241 doğumlu bu kilisenin halk arasındaki adı Yanık Kilisedir (Aziz Domingos). Neden yanık kilise? Kraliyet ailesinin evlenme yeri olan bu kilise iki büyük deprem (1531 ve 1755) sırasında tamamen yanar. Onarım ve tamiratı ancak 1807'de biter. Ancak felaket bu kilisenin peşini bırakmaz. 1959 yılında tekrar bir yangın çıkar. Tamamen yanar ve hatta yangın sırasında iki itfaiyeci ölür. Restorasyon sırasında yanık kısımlar yaşananları anlatması ve bir daha yangın çıkmaması için özellikle açıkta bırakılır. Kiliseye giriyoruz. Duvarlarda ve fresklerde yanıklar hala çok canlı. İçeride yanan yüzlerce mum yangını akla getiriyor.  
Kiliseden sonra okyanus ve nehir ülkesi Portekiz'in balık zenginliklerinden faydalanmak için alçak gönüllü bir restorana oturuyoruz. Sarımsak zeytinyağı ve baharatların zenginleştirdiği tanıdık ve tanımadık balıkları, kaliteli ve ucuz şarapları içmek iyi ki Lizbon’dayım hissini yaratıyor. Yanı başımızda Jose Saramago’nun evi görünce çok şaşırıyor ve seviniyorum. Hümanist, sosyalist, Vicdanlı ve hayal gücü dağlar kadar olan fantastik yazar Saramago. Aklıma iki kült kitabı geliyor o anda. Körlük ve Görmek. Dünyayı ve memleketi tanımak için etkili kitaplar bunlar.   
Lizbon’un en güzel işletilen, nehir manzaralı, içinde eğlenceli tiplerin konakladığı ve tarihi bir binası
olan Lisb’on hostela geliyoruz. Canlı bir kentin canlı dünyasına girmiş gibi oluyoruz. Farklı diller, yüzler ve kıyafetler ama aynı hedef. Kenti keşfetmek ve farklı yaşamlar tecrübe etmek. Kısa bir dinlenmeden sonra Lizbon’un gündüzden canlı gece yaşamına dalıyoruz. Farklı tercihler için farklı barlar, müzikler ve içkiler. Mesala, Fado müzik yapan mekanlar ya da kütüphanesi olan bir striptiz bar. Enerjisi olana sabaha kadar eğlenme şansı var Lizbon gece hayatında.
Lisbon’da bir Nehir sahili yürüyüşüne çıkmalı. Geniş, uzun ve balıkların eşlik ettiği bu yolda hem nehri hem de geride duran kenti seyredebileceksiniz. Biz de öyle yaptık. Bu defa Erasmus program kapsamında buraya gelen ve aşık olup kentte yaşamaya karar veren Sinem yanımızda. Sinem bizi istemediğimiz araca yani tramwaya bindiriyor. Ancak artık tecrübeliydik ve ayıp mayıp takmıyorduk. Kalabalık grup olmamıza rağmen en önce biz biniyor ve cumba gibi bir yerde topluca oturuyorduk. Türkiyeli olmanın biraz da avantajı olsun.


Lizbon’un Belem’i var. Merkeze yaklaşık 10 km
mesafede, nehir kıyısına kurulu bir yeşil alan cenneti olan belde  ilgi çekici mimari yapıları içinde barındırıyor. Bu cennette devasa büyüklükteki mimari şaheser Jeranimo Manastırı, Portekiz’in kaşiflerini canladıran kocaman bir anıt ve gerçek mi minyatür mü olduğu belli olmayan bir tarihi kale. Hepsini merakla incelerken yaşadığımız memleketten ne kadar uzak ve farklı bir yerde olduğumuz hissi uyanıyor.  Kaşifler anıtına bakarken ise aklımdan ışık hızı ile şu düşünce geçiyor. “Keşfedenler mutlu, ünlü oldu. Ve zenginleşti. Ya keşfedilenler? Sonları trajedi değil miydi? Biz Lizbon keşfimizi en meşhur Lizbon tatlısı olan Pasta de Nata ile bitiriyoruz. Az sonra ağzımızda
tatlının şekeri ve gözlerimizde kentin büyüsü ile okyanus ortasındaki Madeira adasına gitmek üzere uçağa biniyoruz.

Haziran 10, 2015 




















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder