28 Haziran 2011 Salı

İngilizce Ders Kitap Yazımı

            Kendi İngilizce ders kitaplarını yazma projelerini başarıyla tamamlayan Rusya, Belarus, Romanya, özbekistan, Kosta Rika, Ekvador, Fas, Hindistan ve Bangladeş’den sonra her ülkenin kendi kitabını yazma fikri iyice benimsendi ve yaygınlaştı. İngilizce ders kitaplarının yerel öğretmenler (ana dili ingilizce olmayan) tarafından yazılma fikrini destekleyen nedenler aşağıdadır.

  1. İçerik
      Bilindiği gibi yabancı yayınevlerinin yazdığı kitaplar bütün dünyada yüzlerce ülkede okutulmaktadır. İngiltere’de yada Avustralya’da yazan bir yazarın örneğin Arjantin yada Kenya’daki yaşam tarzı, öğrencilerin ve öğretmenlerin düşünüş, algılayış ve yorumlama şeklini ve diğer koşulları bilmesi ve bu önemli noktaları yansıtacak kitapları yazması mümkün değildir.
      Bu önemli noktaları ancak o ülkedeki yazar-öğretmenler, öğretmen eğitimciler ve akademisyenler bilebilir ve bu doğrultuda kitaplar yazabilir.

  1. Müfredat
      Bilindiği gibi yakın geçmişe kadar İngilizce yabancı ders kitapları aynı zamanda okutuldukları ülkelerin ulusal müfredatı olarak kabul ediliyordu. Ancak son dönemlerde her ülke İngilizce öğretim saatlerine, öğrencilerin yaşına, sistemin kendine özgü ölçme değerlendirme ve diğer önceliklerine uyacak ulusal müfredatlar yapma yolunu tercih etmeye başladı.
      Bu önemli gelişmeden dolayı yabancı kitaplar ulusal müfredatlara uyamaz oldu. Buna en iyi çözüm her ülkeye özgü yerel müfredatın hazırlanması ve bu müfredata uygun yerel kitapların yazılmasıdır. Örneğin, Türkiye Milli Eğitimi’nin Anadolu Liseleri Müfredatı 2000 yılında Avrupa Konseyi tarafından hazırlanan Avrupa Dilleri Ortak Çerçeve Programı (CEF) esas alınarak hazırlandı.

  1. Dil Farklılıkları
      Global İngilizce ders kitap yazarları her ülkede konuşulan dilin özelliklerini kısmen de olsa gözönünde tutup ders kitabı yazma olanakları yoktur. Zira hem her ülkenin dilini bilme şansları yoktur hem de aynı kitabı birçok farklı ülkede pazarlamak durumundadırlar. Unutulmaması gereken önemli bir nokta da bazı dillerin kendilerine özgü yapıları o dilin öğrenilmesi güçleştirebilir yada kolaylaştırabilir.
Yukarıda bahsedilen duyarlılıkları ancak yerel öğretmen-yazarlar farkedebilir ve bunları kitaplara yansıtabilirler.

  1. Öğretim Aktiviteleri
      Öğretim deneyimleri göstermiştir ki bir sınıf içinde olumlu sonuç veren bir aktivite aynı okulun diğer bir sınıfında dahi aynı sonucu veremeyebilir. Böyle olunca İngiltere’de yazılan ve bütün ülkelere ihraç edilecek bir kitapta her ülke öğrencisine ve öğretmenine hitap edebilecek aktiviteleri içermesi mümkün gözükmemektedir.
      Bu sebeplerden dolayı kitaplarda kullanılacak aktivitelerin o ülke öğretemenlerinin kendi deneyimlerinden gelen doğruluğu ve geçerliliği kanıtlanmış olanlarını içermesi gerektiğinden ders kitaplarının ülkenin değişik bölgelerinde öğretmenlik yapmış yerel öğretmen-yazarlar tarafından yazılması zorunludur.

  1. Kültürel Faktörler
      Dünyamız çok çeşitli dil, giyim, yemek, eğlence, alışkanlık ve diğer kültürel öğelerin zenginliğinden oluşmaktadır. Ancak özellikle son yarım yüzyıl içerisinde farklı sebeplerin yanısıra İngilizce’nin yaygınlaşması ile bu farklılıklar yok olmakta, tek kültürün hakimiyeti gerçekleşmektedir. Bunda global ders kitapların tek tip kültürü işlemesinin büyük rolü vardır.
      Yerel öğretemen-yazarlar dünyanın farklı ülkelerinden farklı kültürel değerler ile kendi değerlerini harmanlayabilecekleri kitapları yazabilirler.

  1. Pilot Uygulamalar
      Global yazarların hazırladıkları kitapları bütün ülkelerde pilot uygulamalarını yapmaları mümkün değildir.
Ancak yerel öğretmen-yazarlar bunu ülkelerinde rahatlıkla yapabilir, ihtiyaç ve geri dönütlere göre kitaplarını revize edebilirler.

  1. Ekonomik Sebepler
      Global kitaplar bir ülkenin kaldıramayacağı kadar büyük bir ekonomik yük oluşturmaktadır. Eğitimin bunca kaynak sorunu varken bir ülkenin var olan sınırlı kaynaklarını global kitaplar için harcaması mantıklı değildir.
      Yerel kitaplar herhangi bir telif ücreti ödenmeden yerel öğretmen-yazarlar ve kaynaklarla daha ucuza hazırlanabilmektedir.  

8. Öğretmen-Yazar Gelişimi
      Ülkelerin sürekli kitap ithal etmeleri ve kitap yazımına girişmemeleri yerel öğretmen-yazarların doğmasını engellemektedir. Halbuki İngilizcenin dünya dili olmasıyla her ülkenin bu dile olan katkısı da artmakta ve bu katkı o dili zenginleştirmektedir.
      Yerel İngilizce ders kitaplarının yazılması yerel yazarların, editörlerin ve akademisyenlerin ortaya yetişmesini sağlamaktadır. Bu da uzun vadede bir ülkenin dil eğitimi için büyük bir potansiyel ve birikim oluşturmasını sağlamaktadır.

İngilizce Ders Kitaplarını Hazırlamasında İzlenecek Adımlar
a. Hazırlık Safhası
  1. Planlama,
  2. Yerel ingilizce ders kitaplarının hazırlanma gerekçesinin saptanması (İhtiyaç analizi),
  3.  İngiliz menşeli bir enstitü yada üniversite (İngiliz Kültür vb.- Romanya örneği) ile ortaklık (partnerlik) anlaşmasının yapılması,
  4. Yazar seçimi: Yazar seçim kriterleri oluşturulur. İngilizce bilgi seviyesi, İngilizce metod bilgisi, İngilizce yazma yeteneği, Materyal geliştirme ve değerlendirme bilgisi, müfredat bilgisi, Grup çalışmasına yatkınlık, Yurtdışıda (İngilizcenin ana dil olarak konuşulduğu ülkelerde) bulunma ve İnsanlar arasında din, dil, kültür, renk, ırk ve cinsiyet ayırımı yapmayıp, insanlığın evrensel değerlerine sahip olduğunu ortaya çıkaracak testlerin ve mülakatların yapılması. Uygulama bölümünde ise aday yazardan örnek bir ders materyali hazırlanması istenir.
  5. Öğretmen eğitimcilerinin yer almasına dikkat edilir) ve İngiltere’de eğitimleri (partner enstitü aracılığıyla) yapılır,
  6. Tüm kitap ekibinin telif yasası ile ilgili bilgilendirmelerinin yapılması,
  7. Resim, bilgisayar ve tasarım uzmanlarının seçimi,
  8. Projeye fon ayrılması,
  9. Yazarların müfredat ile ilgili eğitimlerinin yapılması,
  10. müfredatı hazırlayan uzmanlardan bir yada ikisinin ders kitap yazım aşamalarında yazarlarla beraber çalışmak için görevlendirilmeleri,
  11. Çalışma mekanının seçimi,
  12. Pilot uygulama için okul seçimi.

b. Yazım Safhası
Yazıma başlarken yazarların aşağıdaki konularda net olmaları gerekmektedir:
  1. Kitap sayfa sayısı,
  2. Kitapları kullanacak öğrenci grubu ve yıllık ders saati,
  3. Kitaplarla beraber hangi materyaller hazırlanacağı (kast, video, öğretmen kitabı, CD ROM, hikaye kitapları vb.),
  4. Kitapta kullanılacak metod ( task-based, activity based, communicative vb.),
  5. Kitabın bitirilme tarihi,

Notlar:
      Yazım ekibi her seviye için en fazla 4 yada 5 kişiden oluşmalı ve her grup içinde en az bir öğretmen eğitimcisi ve editörün (Akademisyen olası tercih sebebidir) olmasına dikkat edilmelidir. Yazım sırasında bütün ekibin içinde olacağı dönemsel değerlendirme ve atölye çalışmaları yapılmalıdır. Hazırlanan taslaklar anadili ingilizce olan danışmanlarla beraber değerlendirilmeli, tartışılmalı ve gerekli değişiklikler belirlenmelidir. Revize edilen üniteler pilot uygulamaya gönderilmelidir. Ordan gelecek geri dönütler bir havuzda toplanmalı ve genel değerlendirme yapılıp uygun görülen noktalar düzeltilmeli yada değiştirilmelidir.

c. Yazım Sonrası
  1. Kitapların piyasaya çıkmasıyla beraber öğretmen-yazarlar ülke çapında seminerler ve atölye çalışmaları ile kitapların tanıtımını yapmalıdır.
  2. Kitapları kullanan öğretmenlerden dönemsel olarak geri dönütlerin alınması,
  3. Kitaplarla ilgili konuyla ilgili yerli ve yabancı akademisyenlerden eleştirilerin alınması,
  4. Kitapların ve bir bütün olarak bu projenin ulusal ve uluslararası dil konferansları ve sempozyumlarda tanıtılmaları,
  5. Kitapların başka ülkelerde de okutulmaları için gerekli girişimlerde bulunulması. 
                 

Mehmet ATEŞ

İngilizce Ders Kitap Yazarı/Öğretmen/Öğretmen Eğitimcisi
İzmir/Türkiye

2. Uluslararası Servas Bizimle Yaşayın Bizimle Paylaşın Programı

Deneyim Paylaşımı

                        Dünyanın birçok ülkesindeki Servas* üyelerine “bizimle yani bizim köyün çocuklarıyla, ailelerin yanında yaşamak ister misiniz?” diye sorduk. Ve ekledik. “Aileler size bakacak. Siz de günde birkaç saat bildiğiniz konularda çocuklara eğitim vereceksiniz.” Heyecan dolu cevaplar hiç gecikmeden geldi. Geçen seneden farklı olarak bu sene beklediğimizin üstünde talep aldık. Yurt içinden ve dışından bu eğitim programına katılmak isteyen Servaslılıar İngilizce, dans, resim, müzik ve satranç konularda gönüllü çalışmak istediler. Ve 8 gün sürecek etkinlikler böylece başlamış oldu. Nasıl yaptık, neler yaşadık, kazanımlar neler oldu?

                                     Temmuz başında köye gittiğimde bizim köydeki çocuklar beni görünce hemen gülümsemeye başladılar. Sanırım onlara etkinlikleri hatırlatıyorum. V ehep bir ağızdan; “Mehmet abi Mehmet abi, servaslılar gelecek mi? Ne zaman başlıyoz?” Neye başlayacağımızı iki taraf da biliyor. Cumartesi günü dedim. 2. Uluslar arası Servas Bizimle Yaşayın Bizimle Paylaşın Programı güneşli bir sabah 07-13 yaş arasındaki çocukların beklentilerini, heyecanlarını, meraklarını gösteren gülücükler ve gürültülerle başladı. Köyün en sonunda zeytin bahçeleri (Kerm) başlamadan önce onlarca farklı meyvesi olan ve herhalde dünyanın en verici ailesinin sahibi olduğu bahçede asma ağacının altında toplandık. Burası Bet El Feneriy ailesine aitti. Ailede herkes bir bayram kutlamasını yapar gibi çalıştı ve bize, çocuklara tüm imkânlarını hiç karşılık beklemeden ve onlara yük olduğumuzu hissettirmeden sundular. Etkinlikler sonunda 8 bardak ve 3 tabak kırılmış, üzümler aşırılmış, çileklerin en pembeleri yenmiş ve bahçenin en diplerinde bile minik ayakların izleri kalmıştı. Evin gelini, Nevida, her seferinde yüzünde ve gözlerinde sürekli asılı duran gülümsemesiyle, “Mehmet, fatura yükseliyor bak. Paraları hazırla” diyerek bana sürekli takıldı. Kısacası bu bahçe ve evin avlusu 9 gün boyunca 50 çocuğu ve en az 30 veliyi ağırlayan bir eğitim üssü görevini yaptı. Eğitimler, İngilizce, çocuk oyunları&dans, resim, satranç, müzik branşlarında yapıldı. Çevre temizlik kampanyası kısa ama öğreticiydi. Çocuklar, duvarı boyayarak yaptığımız beyaz perdede kilimlerin üstünde uzanarak İspanyol çizgi filmini, Arapça komediyi ve Keman yapım ustası Stanislavski’nin hayatını anlatan filmleri bazen gürültülü bir coşkuyla bazen de uyuklayarak izlediler. Ayrıca her günün sonunda çekilen etkinlik fotoğrafları duvara yansıtılarak çocukların neler yaptıkları konusunda farkındalık yaratılmaya çalışıldı. Farklı ülkelerden gelen gönüllülerin fotoğraf slight gösterileriyle ülkelerini tanıtmaları çocukların Dünyanın bütün köşelerini merak etmelerine ve bu ülkeler hakkında sorular sormalarını sağlandı. Her gecenin sonunda çocukları bitkin ve huzurlu bir uykuyla bize müteşekkir aileleri tarafından eve götürüldüklerini görmek biz gönüllüler için en büyük ödüldü.

                       Peki bu gönüllüler kimdi? Oyun ve dans konusunda üstün yetenekli Rusya’dan Üniversite tarih öğrencisi Kristina, İngilizce derslerinde kıpır kıpır öğretmen adayı Pakistan-Türk melezi Nasreen, Avustralya’nın Tazmanya eyaletinden Amanda, resimde ve çocuklarla çalışmada çok yaratıcı ve tecrübeli İstanbul’dan Aysel, keman yapımında ve çocuklarla iletişimde harikalar yaratan İzmir’den Atilla ve tabi ki her konuda imdada yetişen Akan etkinlikler boyunca çok emek verdiler, dayanışma içinde oldular ve tabiî ki çok eğlenip çok eğlendirdiler.  

                       Bir gün Kristina dedi ki “Mehmet, bu çocuklar ne kadar uyumlu, öğrenmeye istekli, disiplinli ve sorunsuzlar. Çok şaşırıyorum.” Kristinanın söylediklerini bu konuda aynı fikirde olmayan çocukların velilerine söyledim. Tabii çok şaşırdılar, içten içe gururlandılar ama yine de başka çocuklardan bahsediyorum sandılar. Ama şunu gördük ki çocuklara bir şeyler sunulduğunda ve kalıplar dışında programlar yapıldığında sonuç mucizevi oluyor. Çünkü artık çocuklar sırf biz büyükler ya da okul istiyor diye sorgulamadan ve sevmeden bir şeyler yapmak yada bir şeyi öğrenmek istemiyorlar. Aksine onların hayal dünyasına ve isteğine uyacak dahası heyecan verecek etkinliklerle çalışmak istiyorlar. Sanırım yaşadığımız bu küçük tecrübe “nasıl bir eğitim istiyoruz?” sorusuna azıcık da olsa cevap verecek nitelikte.

                          Çalışmalardan birisini köyün dışında zeytinlerin altında ve eski su değirmeninin hemen yamacında yaptık. Çocuklar Barışı anlatan resimler çizdi çocuklar. Bazı çocuklar zeytini çizdiler sonra güvercini ve barış işaretini. Bazıları el ele tutuşan dünya çocuklarını. Ama bir çocuk vardı ki-üstelik en haylazı olarak biliyor- onun çizdikleri sersemleticiydi. Bu çocuk dağ ve asker çiziyordu. Yanına oturdum ve seyretmeye başladım. Birazdan terörist dediği bir genci daha çizdi ve çok acemice çubuklar şeklide eller yaparak askerle el ele tutuşturdu ve utanarak gülümsedi. “Komik oldu değil mi” dedi? “Hayır”, dedim, “en anlamlı resmi sen çizdin” dedim ve diğer bütün çocuklara gösterdim. Çok etkileyici ve öğretici olabiliyor bu çocuklar.

                           O kadar dille içli dışlı oldular ki çocuklar. İki ana dilleri Arapça ve Türkçe’nin yanı sıra Amanda ile İngilizce Nasreen ile Urduca, Kristina ile Rusça melodiler her daim çınladı çocukların kulağında. Bizim çocuklar gönüllülere güzel Arapça kelimler tabiî ki bazen de küfürle öğrettiler. Arapça, Türkçe şarkılar söylediler, gönüllüler taklit etmeye ve onlarla beraber söylemeye çalıştılar. Çocukların bu kadar dille ve çok kültürle daha şimdiden tanışmaları, bunların farkına varmaları bu etkinliklerin en büyük getirisi saırım. Çocukların gelecekteki hallerini şimdiden çok merak ediyorum.

                             76 yaşındaki annem “oğlum bu kız ta Rusya’dan neden geldi” diye sordu bir sabah. Çocuklara oyun oynatmak ve bizden öğrenmek, kültürümüzü yaşamak için geldi. Hem de kendi masraflarını kendi karşılıyor dedim. Biz sadece yatacak yer ve yiyecek vereceğiz dedim. Gitti kıza sarıldı. O günden sonra annem gün içinde birkaç kez Kristinanın yüzüne şefkatle bakıyor ve ona sarılıyordu. Herhalde burada anasız babasız kendini yalnız hissediyor olduğunu düşünüyordu. 11 çocuk doğuran annemin bu kadar anaç olması doğal herhalde. Ya köylülerimiz? Köylüler bu etkinlikler ve yabancıların köye gelmesi sebebiyle geçen sene de şaşkındı bu sene de. Avustralya’dan Kanada’dan Amerikandan Rusya’dan ve Türkiye’nin birçok yerinden insanların bu iş için bize gelmeleri, canla başla bizim çocuklara karşılıksız bir şeyler vermeleri onlara başta inanılacak gibi gelmiyordu. Etkileşim ve paylaşımla gönüllülerin iyi niyetleri, paylaşım istekleri, heyecanları ve kültürlere olan saygı ve merakları yerel halkta hemen karşılık buldu. Aileler evelerine davet etmeye, bir şeyler ikram etme yarışına girmeye başladılar. Ve ben seyyar tercüman olarak evlerde ve sokaklarda insanlara zevkle tercümeler yapmaya başladım. Eğlenceliydi.

                            Bu etkinlikler süresince o kadar hoş ve unutulmaz anlar yaşadık ki hepsini yazmak mümkün değil tabiî ki. Ama birkaç tanesini anlatayım. Etkinlikleri düzenlediğimiz yerin Annesi Huriye’nin ana dili Arapça ve çok az Türkçe biliyor. İnsanı hayretler içinde bırakan bir çalışkanlığı var. Tarla bahçe işleri yapıyor, en az üç kişinin yaptığı işi yapıyor, günde en az 15 saat kadar çalışıyor. Sabah gün ağarmadan tarlaya gidiyor günün ortasına doğru eski bir minibüsle pazara sebze-meyve götürüyor. Bir gün bizi de pazara götürmek istedi. Ben, Kristina ve Amanda. Tamam dedik.  Çuvallar ve kovalarla sebzeleri yükledik ve pazara götürdük. Minibüsten inince Kristina bir çuval sırtladı, Amanda ise çok ağır dediği yeşil damarlı leziz domatesleri taşıdı. Ne hoş bir manzaraydı öyle. Neyse çok geçmeden tezgâhımızı açtık ve her birimiz bir sebzenin satışından sorumlu olduk. Bayanların üçü, Huriye, Kristina ve Amanda Türkçe bilmeden satış yapmaya çalışmaları pazarda büyük bir eğlenceye ve tatlı bir kaosa sebep oldu. Bir yandan da bizim gönüllüler fotoğraf çekiyor ve vücut dilinin sınırlarını zorluyarak pazardaki insanlarla iletişim kurmaya çalışıyorlardı. Amcalardan bir tanesi “Ya ben Rus kızlarını böyle bilmiyordum” diğeri ise “yok ya ta Avustralya’dan buralara bizim için gelmiş olmazlar” deyip benim açıklamalarıma tebessümle inanmadığını belli etti. Pazarda buzlu limon yedik ve Kristina’nın hayalindeki çaydanlığı ülkesine götürmek üzere satın alıp mavi Ford minibüsümüzle köye geri döndük.

                             Bir sabah 06.30’da kahkahalarla uyandım. Bir gözü açabildim zorla. Bir baktım bizim Krisitna Toprakev-Beytuturab avlusunda bizim hanımlara spor ekzersizleri yaptırıyor. Tabi bizimkiler yapamayınca basıyorlar kahkahayı. Bir yandan da aşağı köye kadar spor amacıyla yürüyüp gelen ve konuşmayı çok sevdiğinden yol üstünde en azından 6-7 kişi ile muhabbet edip gelen annem nam-ı diğer ‘uykucuların düşmanı’  hanımlara alaylı bir gülümsemeyle bakıp, “marifet güneş doğmadan kalkıp uzun yürümek ve sıcaklar bastırmadan geri gelmek. Öyle yerinde saymakla olmaz bu işler”. Ve ekliyor, “siz bu şekilde hayatta zayıflayamazsınız.” Tabi Kristina hanımlardan tercüme isteyemiyor. Çünkü İngilizce bilmiyorlar. O’na vücut dilleriyle anlatmaya çalışırken asıl o zaman spor yaptıklarını söyledim ve ikinci gözü açıp beraber gülmeye başladık. Annem bu sırada başka bir bomba daha patlatıyor. “Oğlum bu kız gerçekten ne Arapça ne de Türkçe biliyor mu? Ne kadar yazık! Neden öğrenmemiş?” diye hayıflanıyor. Annem çok komik yaaa…

                                 Bizimle Yaşayın Bizimle Paylaşın Programı çocukların çok kültürlü dünyanın farkına erken yaşta varmalarını sağlamak, her türlü önyargıdan ve farklılıklardan korkmalarını engellemek hedefine kısmen de olsa ulaşıldı. Bu programa katılan herhangi bir çocuğa Rus, Amerikalı, Suriyeli, Koreli, Afrikalı, İsrailli, Pakistanlı dediğinde onda herhangi negatif bir duygu yaratmayacak aksine bu kültürlerden gelen kişileri merak edip onlar hakkında bilgiler almaya çalışacaklar.  Bu güzelliklerin oluşmasında elbette ki Servas ruhunun çok büyük payı var.  Çocuklardan bir tanesini arkadaşına şuna söylerken yakaladım, “Servas dünyaya barış getirecekmiş.” Hayalci işte. Hayalcilerle beraber çalışmak o kadar güzel ki. Ve kolay. Neden daha çok yerde ve daha sık yapmayalım? Gelecek sene yine aynı tarihlerde buluşmak dileğiyle.

                                Düşünüyorum da bir şeyler üreterek ve kamu yararı gözeterek yapılan çalışmalar insanlara neden cazip gelmez? Çocuklara kamıştan su tabancası yapmasını öğretip onlarla su savaşı yapıp ıslanmak sonra da Antakya’nın mozaiklerini anlatırken barışı anlatmak olağanüstü bir duygu. Birkaç dinin kutsal mekanlarını gezip farklılıklar içinde zaten içinde yaşamakta oldukları barışı ve hoşgörüyü fark etmelerini sağlamak çok değerli bir deneğim değil mi? Büyük laflara, ülkeyi ve dünyayı kurtarmaya hiç gerek yok sanırım. Başaramıyoruz da zaten. Ve barışı, eylemi, duyarlılığı, imza kampanyalarını, vb. Internet dünyasında değil de böyle sokakta ve insanlarla çalışarak, paylaşarak, insan sıcaklığını hissederek gerçekleştiremez miyiz?

Bir Entegrasyon Hikâyesi; Antakya Deneyimi


Ülke içerisinde hoşgörü ile başlayan demokratikleşmenin ayrılıkçılığı değil bütünleşmeyi yani entegrasyonu sağladığının kanıtını görmek isteyenler yakın geçmişte başlayan ve hala devam eden Antakya tecrübesine bir göz atmaları çok öğretici olabilir.  Antakya’da 1990’dan itibaren devlet katında Arap Alevilerine (Nusayriler) yönelik gelişen ‘Sessiz bir Açılımla’ önyargılı bakış açısı yavaş yavaş yumuşadı. Antakya’nın kadim yerel kültürü- Arap Aleviliğine(Nusayriler) müdahaleden vazgeçilip kısmen daha saygılı davranılmaya başlandı. Devlet kademleri ve ticari hayat bu topluluk fertleriyle paylaşılmaya başlandı ve neticede Arap Alevileri sisteme entegre olma yolunda belirgin bir gelişme kaydettiler. Antakya’nın yüzyıllardır süregelen çok kültürlü yapısı ve hoşgörü geleneğinin de bu entegrasyon sürecindeki etkisini de yadsımamak lazım. Sessizce ve zamana yayılarak gelişen bu açılım bugünün Kürt sorunu başta olmak üzere kendilerini dışlanmış hisseden bütün toplulukluların sorunlarını çözüp sisteme dahil edilmelerinde ciddi bir referans olarak kullanılabilir. Bize özgü, denenmiş, sorunu tahammül edebilecek dereceye indirmeyi başarabilmiş Antakya deneyimi masa başında kurgulanan ya da ithal çözümlerden hem daha etkili olacak hem de demokratikleşmeden ürken Türkiye’nin hassas kesimlerini daha az yaralayacaktır. Sonuçta Antakya deneyimi aynı anda hem özgürlükleri arttırıp ülkenin geri kalanıyla bütünleşmeyi sağladı hem de devletle belli bir etnik grubun barışını sağladı. Bu da gösterdi ki farklı topluluklara sağlanan özgürlükler ülkeyi bölmez aksine birleştirir.  
Bu süreci daha iyi anlayabilmek için sürecin öncesi ve sonrasına bir göz atmakta fayda vardır. 1980 öncesinde Arap Alevi toplumu dışlanmanın etkisi ve inancının yatkınlığından dolayı kendilerini aşırı sol ya da sosyal demokrat partilerde ifade etti. 1980 sonrasında asimilasyon politikaları bütün yurtta olduğu gibi bu bölgede de kendini daha acımasız bir şekilde hissettirmeye başlandı. Örnekler vermek gerekirse; okullarda ve resmi kurumlarda Arapça konuşma ile düğünlerde Arapça şarkı söyleme tamamen yasaklandı. Nusayri inancına ait kutsal günlerin kutlanmasında zorluklar yaşanmaya ve Arap Alevi olan köylere zorla cami yaptırma girişimleri arttı. Tüm bu baskıcı uygulamalar topluluk içerisinde devlete ve sisteme yönelik ciddi bir tepkilerin oluşmasına neden oldu. Nusayrilerin çoğunluğu kendi içine kapanarak kimliğine daha fazla sarılma refleksi gösterdiler. Bir kısım ise sistem içerisinde belli bir yerlere gelebilmek için kimliğini gizlemek yolunu seçti. Hatta birçok anne-baba çocuklarına “Köy dışında sakın Arapça konuşmayın; Alevi olduğunuzu söylemeyin” telkininde bulunarak onları ‘kötülüklerden koruma’ refleksini geliştirdiler. Uygulanan bu politikanın sonuçları acı oldu. Gençler sistem içerisinde kendilerini ifade edemez hale geldiklerinden illegal örgütlenmelere eğilimleri ciddi oranda arttı. Devletin onlara önyargılı davrandığını ve onları asimile etmeye dönük politikalar geliştirdiğine dair ciddi bir kanaat oluşturmaları sonucunda sistemle olan ince ipler kopma noktasına geldi. Ebetteki ‘80 öncesi dönemden miras alınan sol geleneğin de insanların böyle bir muhalif ruh geliştirmesinde büyük etkisi oldu.  
1990’ların 2. yarısından itibaren sistem şaşırtıcı ve beklenmedik bir şekilde tersine döndü. Nusayrilere yönelik devlette-fikir babasının kim olduğu bilinmeyen- olumlu politika değişikliği hissedilmeye başlandı. Bu politika değişikliklerinin görünür olanları şöyle idi. Özellikle devlet dairelerinde Arapça konuşmak zaman içersinde yadırganmaz oldu. Devleti temsil eden makam sahiplerinin Nusayrilerin kutsal günlerine katılımı halk arasında sempati oluşturdu. Ancak 1990’dan sonra devlet dairelerinde ve diğer kademelerde Nusayrilerin istihdamı önündeki görünür görünmez engeller azalmaya başladı ( 1990 öncesinde devlet dairelerinde Nusayri istihdamı çok düşüktü). Diğer yandan ticari hayata katılımın önündeki-özellikle uygulamadaki- engellemeler azaldı ve böylece Nusayri toplumu Antakya’daki sermaye dolaşımından pay almaya başladı. Özellikle Arap ülkelerine yapılan ihracat ciddi oranda artması ve Arap ülkelerinde çalışan işçi ve işverenlerin sayısının artması sonucu bu topluluğun refah seviyesi yükseldi. İç göçten çok dış göçler hızlandı ve hala devam etmektedir. Ekonomik sisteme entegre olunması ve devlet tarafından ‘şüpheli’ konumdan çıkarılmakla eşzamanlı olarak Nusayriler arasındaki illegal örgütlenme hızlı bir şekilde azalmaya başladı. Beldelerde kültürel ve sosyal faaliyetler arttı ve sistemi iyileştirmek isteyen kesimler düzen içerisinde varolan partilere katılıp yerel yönetimlerde söz sahibi olmaya başladı. İnsanlar bunu başardıklarında ve belde yönetimlerinde etkin roller kazandıklarında demokrasi, insan hakları ve adaletli bölüşüm ile kültürel hakların arttırılması yönünde sistem içerisinde kalarak mücadele edebileceklerini ve sonuç alabileceklerini gördüler. Ve en son 29 Mart seçimlerinde Samandağ ve Aknehir beldelerinde ÖDP’li adayların kazanmış olması ve birçok beldede kazanmaya çok yakın oylar alması insanlarda daha güzel bir dünya yaratma fikrinin gelişmesine, entegrasyon duygusunun güçlenmesine ve doğal olarak devletle ilişkilerin ivme kazanmasına sebep oldu.
Ebetteki uzun yılların birikimi olan önyargılar ve ayrımcılık bu ‘Sessiz Açılıma’ rağmen tamamen ortadan kalkmadı ancak sorun tahammül edilebilir boyutlara indi. Devam eden sorunlardan birincisi bölgede Arapça dilinin kullanımıyla ilgilidir. Arapça, okullarda okutulmadığından, medyada, kitap, dergi gibi basılı yayınlarda kullanılmadığından bu bölgede sürekli zayıflamakta ve çocukların ana dili olan bu dili öğrenme oranları sürekli düşmektedir. Dil öğrenimini ailenin inisiyatifine bırakmak ve sadece sözlü şekilde yaşatmaya çalışmak dilin uzun vadede fakirleşip ölmesini engelleyemiyor. Dilin resmi, edebi, kültürel ve sanatsal kullanım alanlarının yaratılması zaruridir. İkincisi Nusayri inancının özgürce yaşanmasının önünde duran yasal sorunlardır. Gerçi bugünlerde gerçekleştirilmeye çalışılan demokratikleşme açılımıyla bu eksikliklerin giderileceği ve entegrasyon düzeyinin en üst noktaya ulaşacağı inancı güçlenmektedir. Yakında Arapça kanal TRT Seba’nın (TRT 7) yayına başlayacak olması ve Alevi Açılımı bu izlenimi güçlendirmektedir.
İnsanları olduğu gibi kabul edip, doğuştan getirdikleri kültürler haklarını yaşamalarını engelleyen görünür görünmez yasaları ortadan kaldırmak ve daha da önemlisi onlara hakim üst kültür tarafından ‘efendilik’ taslamak yerine onlarla ‘efendisiz’ bir ilişki kurmak toplumların sisteme entegrasyonunu büyük oranda sağlıyor. Yani ‘biz kardeşiz’ derken kardeşimizin dilini yasaklamak olacak şey mi? Aynı zamanda devlet kurumlarının bakış açısı şüphecilikten uzaklaşıp daha kucaklayıcı olduğu ölçüde toplumlar kendini devlete daha yakın hissediyor ve ülkenin diğer kesimleriyle daha sıkı bağlar kuruyorlar. Yani içine kapanık bir cemaat olmaktan çıkıp o ülkenin asli unsuru olma duygusunu yaşıyorlar. Türkiye özelinde söylemek gerekirse o cemaat Türkiyelileşiyor. Böylelikle ülkenin eğitim, kültür, sanat ve ticari hayatına katkıları da giderek artıyor. Farklı etnik grupların doğal olan haklarını teslim etmenin ayrılıkçılığı körüklediği iddiası ise hakim kültür olma ayrıcalığını yitirmek istemeyen kesimlerin demagojisinden başka bir şey değildir. Bu açılardan bakıldığında Antakya deneyimi bugün tartıştığımız ve bazılarını çok tedirgin eden “Demokratik Açılım” için iyi bir model olabilir. Kimliğimizi yaşayarak bütünleşebilmek için. 
                                                                                   06.10.2009
                                                                                                mehmet ateş
                                                        

Yeşil Deniz, Deli Dağlar ve Pastel Ova-VAN

Biz bir bütün değilmişiz ve birbirimize o kadar da benzemiyormuşuz. Van’a ayak basar basmaz hatta uçaktan şehre ve coğrafyaya bakıldığında çok farklı bir yere geldiğinizi fark ediveriyorsunuz. Yemek, kullanılan Türkçe, kadının konumu, politik ortam, çok çocukluluk, çarşı-pazar, doğal güzellikler, mimari, taşların rengi, peynir, kıyafetler, trafik, gece yaşamı ve en önemlisi anadil, Kürtçe. Hepsi farklı ve özgünlüğünü koruyabilmiş. Üç günde üç defter dolusu hatırayla döndük Van’dan İzmir’e. Bu üç defterden üç sayfa okuyacaksınız şimdi. 
Havadan Van gölüne bakınca evet diyoruz Vanlıların dediği gibi bu bir göl değil bir deniz (Bahr Van). Pastel renkli ova ve karlı kel dağların üstüne üstüne giden yeşil bir deniz, Van Denizi. Dağlar her tarafını çevirse de Van Denizi asla sınırları kabul etmek istemeyen bir sel gibi dağların içlerine dalmış koyun koyuna yaşamak yerine dağlardan parça koparmaya çalışan kaplanlar gibi saldırıyor her yönden. Su değiştirmiş her kıyıları, toprağı, havayı ve atmosferi. Su değişim demek değil mi zaten?  
Şemslerin mahallesine getiriyor bizi kardeşi Mela. Hakkari ve Muş ağırlıklı göçmenlerin yaşadığı bir mahalle bu. Çoğunlukla bahçeli tek katlı evlerden oluşuyor ve insanlar avlularda oturup bahçelerde tandır yapıyor, muhabbet ediyor, düğünler yapılıyor, çocuklar da kavgalarını da burada ediyorlar. Tıpkı bir zamanlar köylerinde yaşadıkları gibi. Böyle devam ettirmek istiyorlar hayatlarını. Özlem ve inatla. Şemslerin büyük ailesi birkaç küçük aileden oluşuyor ve yarı komün bir hayat tarzı yaşıyorlar Dört erkek ve beş kız çocuktan çok büyük bir geniş aile ortaya çıkmış. Evler yan yana ya da üst üste. Mela, “Bizde eve bir şey alacaksan birkaç eve de alman gerekiyor. Benim çocuğum doyarken abimin ya da ablamın çocuğu aç kalamaz diyor.” Coğrafi, ekonomik ve politik açıdan zor olan bu şehirde paylaşım ve dayanışma insanları ayakta tutuyor. Ve bununla gurur duyuyorlar. Akşam yemeği ve oturması eve aniden dalan misafir ve akrabalarla bayram buluşmasını andırıyor hemen hemen her akşam. Her gelene yemek, çay ve meyve vermek adettendir. Yemek için ısrar etmek ev sahiplerinin görevi. Bütün yemekler yer sofrasında yenilip muhabbetler aynı odada, şark köşelerinde yapılıyor. Aileler kalabalık olunca odalar da çok geniş yapılmış. Yemek ve çay servisine erkekler de yardım ediyorlar. Sofrada önce misafirler ve sofrada yer olduğu oranda sonra büyükler, en son da küçükler yemek yiyiyorlar. Van kahvaltısı namına yakışacak kadar zengin ve renkli. Ancak bu kahvaltının güzelliği çok çeşitli olmasında değil malzemelerin doğallığından ve lezzetinden kaynaklanıyor. Tereyağı ayran kokuyor adeta. Bal sıfır şeker ve yayla kokuyor. Balla ilgili size bir küçük hikâye. Hakkari’nin dağlarında arıları olan yaşlı amcaya sormuşlar, “Arılarınıza şeker veriyor musunuz?” Amca yanıtlamış, “şeker mi? Dağ başında şekeri bulabilsem arılara vermez kendim kullanırdım.” Ekmek tandır ekmeği. Duman kokuyor. Çeşit çeşit otlu peynirlerdeki otun tazeliğini ve aromasını hemen alabiliyor insan. Ancak onca çeşit kahvaltıyı hazırlamak kolay değil elbette. Arkadaşımız Şems bizden bir buçuk saat önce kalkıp kahvaltıyı hazırladı. Öyle bir niyeti yoktu ama akşam “Sen Van kahvaltısı hazırlayamazsın” değince gaza gelmiş. Sabah uyandığımızda 20 çeşitten fazla çeşit kahvaltıyı görünce iyi ki gaza getirmişim diye düşündüm. J İlginç bulduğum bir şey daha. Gece yatmadan önce bahsettiğim Hakkari dağlarından gelen has bal ve ceviz servisi yapılıyor. Çok çocuk olayının sırrını o anda çözüyorum. Şaka bir yana muhabbet de bir tatlı oluyor ki kalabalık dağılıp sessizliğin hükmü başlayınca. Ve pencereden karlı Artos dağlarına vuran dolunayın ışığını seyre dalınca. Gece hava soğuk ama imdada Sevde’nin yün yatak ve yorganları ulaşıyor. Yorganlar pek ağır ve altına girince kımıldamak biraz güç gerektiriyor.
 Van çarşısında ve merkezde tatlı bir kaos yaşanıyor. Rus Çarşısında İran, Hint ve Çin malları satılıyor. Kendinizi bir anda Halep’te ya da Erbil’deymiş gibi hissediyorsunuz.  Belediyenin inşaat çalışmalarından dolayı şehir toz duman içerisinde. Belediye genelde halkın gözüne girmiş ve ona olan destek de giderek artıyor görüntüsü var. Aynı zamanda halk kendi görüşlerinin iktidarda olmasından dolayı tatlı bir şımarıklık yaşıyor. Ve gururla şimdiye kadar ne yaptıklarını ve gelecek projelerini anlatıyorlar. Kendilerine güven üst seviyede ve bundan sonraki seçimde daha yüksek bir oy oranıyla belediyeyi yönetmeye devam edeceklerini söylüyorlar.

Şehri ayak attığımızdan itibaren Kürtçe ve Kürt kültürünün her alanda bilinçli bir şekilde yaşandığını fark ediyorsunuz. Çarşıda pazarda, aile içinde ve Televizyonda sürekli Kürtçe kullanılıyor. 35 yaş üstü kadınların çoğu Türkçeyi az biliyor ve çocuklarıyla Kürtçe konuşuyorlar doğal olarak. Bu durum dilin çocuklara aktarımını devam ettiriyor. Küçük çocuklar bu sebeplerden okula gidinceye kadar sadece Kürtçe konuşuyorlar. İsimler eskiden olduğu gibi (orta yaş ve üstü)  Arapça kökenli değil, Kürtçe. Ciwan, Bahos, bedirhan, helin, Rojin, Rojda, Mir Kasım yaygın isimlerden bazıları. Sanki “yıllarca emek ve mücadele ederek bu haklarımızı aldık bunları da en güzel şekilde sürekli kullanmamız ve korumamız gerekiyor” bilinciyle hareket ediyorlar. Buna rağmen insanların farklı kültürlere, dinlere ve yaşamlara ilişkin ayırımcı ya da milliyetçi bir tavır içine girmedikleri de kolaylıkla gözlemlenebilir. Dayılardan birisi “ Devlet bize zorla Türkçe öğretti. Böylece Kürtçeyi unutacağımızı düşündü. Ancak bilmeden bize iyilik yaptı. Hem Türkçeyi öğrendik hem de Kürtçeyi unutmadık. Yani iki dilli olduk. Ne güzel.” Biz ise iletişimi sevginin ve vücudun diliyle yapıyorduk. Fayruz nene bizi anlamadığı zaman hemen elimizi tutuyor ya da olmadı sarılıveriyor. O zaman ne konuştuğunuzun anlamı kalmıyor. Birbirimizi anlıyoruz.
Politika, Türkiye ve dünya gündemi şaşırtıcı bir şekilde ihtiyar kadınlar ve çocuklar dahil herkes tarafından nefesler tutularak takip ediliyor. Kürt kadını en az erkekler kadar toplumsal yaşamın, siyasetin, yerel yönetimin ve sivil toplum örgütlerinin içinde. Aşiret ve törelere dayalı yaşam batıdan göründüğünün aksine etkinliğini büyük oranda yitirmiş durumda. Buralar gerçekten hızlı bir değişim içerisinde. Gözler sürekli batıda ve batıdan kopuş yerine batıyla bütünleşme arzulanmaktadır. Bakın Arif abi ne diyor. “ Bir Vanlı ya da Hakkarili neden İstanbul’dan, İzmir’den yada Mersin’den vazgeçsin? Neden akrabalarıyla arasına sınır koymak istesin. Biz beraber yaşamak istiyoruz ama kardeşlerimizle aynı haklara sahip olarak.” “Hangi haklar” diye soruyorum. “Mesela diyor, ben de Türk kardeşim gibi çocuğuma kendi ana dilinde eğitim aldırmak istiyorum. Ama aynı zamanda Türkçeyi de öğretmek istiyorum. Aynı zamanda kardeşimiz de az da olsa dilimizi öğrensin, bizi tanısın istiyoruz.” Doğuya atfedilen şiddet, töre cinayetleri ve gericilik buradaki insanları çok üzmekte ve yanlış anlaşıldıklarını düşünüyorlar. Kalışımız süresince barışa ve huzura ne kadar değer verdiklerini ve artık şiddetin bu bölgeden göçüp gitmesini ne kadar çok arzuladıklarını anlatmaya ve bizi ikna etmeye çalıştılar.
Gezinin 2. gününde hava açık ve rüzgarlı. Van yüksek olduğu için gökyüzü çok yakın ve masmavi. Bulutlar beyaz ve hızlı hareket ediyorlar Van Denizinin üstünde. Denizin etrafını çevreleyen maket gibi dağlara gece daha fazla kar yağmış ve bize bol bol soğuk gönderiyor. Süphan ve Artos Dağları ile diğer dağlar Van denizini aralarına almış tatlı bir kibirle şöyle der gibi bakıyorlar. “Biz olmasak sen de olamazdın”. Şehir dışına çıkıp Deniz kenarına gelince insan kendini farklı bir gezegene düşmüş hissediyor. Sanki senelerce burada yaşıyor ve modern hayatı tanımıyoruz gibi bir his kaplıyor içimizi. Kendimizi daha fazla kaptırmadan devam ediyoruz gezmeye. Birazdan Van denizinin kıyısında Van’ın yazlık ilçeleri olan Edremit ve sonra Gevaş’a geliyoruz. Arkalarında dağlar kel ve ihtişamlı, şehirler ise kasaba havasında. Canım sonbahar renkleri meyve ve kavak ağaçlarında bizi kendine kendine çekiyor. Biz de kendimizi kaptırıyor ve renklere doğru yol alıyoruz. Enfes.
Az sonra teknedeyiz. Ermenilerden kalma son eserlerden olan ve hala bütün Dünya Ermelerinin en kutsal mekanlarından olan Ahtamar Adasındaki Surp Haç Kilisesine doğru yol alıyoruz. Hava daha soğuk ve deniz çok dalgalı. Tekne kağıt gemi gibi dalgaların üstünden üstünden gidiyor. Biz de salına salına gözlerimiz deniz ortasında ikamet eden kahverengi adaya ve kilisiye dalmış gidiyoruz. İnsanın aklına neler gelmiyor o anda. Tamara ve sevgilisinin bu sudaki mücadelesi, Tamara’nın babasının adada feneri nasıl tuttuğu ve delikanlıyı nasıl şaşırttığı, binlerce yıl buraya ibadete, pikniğe ve yüzmeye gelen Ermenilerin şamatası, gürültüsü ve denizden çıkan inci balıkları… Hayallerimiz bitmeden adaya çıktık ve etrafı badem ağaçlarıyla sarılmış olan kiliseye girdik. Orayı ziyaret eden herkesin ağzında aynı tepkiler dökülüyor. Duyuyorsunuz. “Vay be o tarihte böyle bir bina nasıl yapılabilir?” O tarih 10. Yüzyıl. Kilisedeki kubbeler, kemerler ve kapılarda kullanılan mimari hayranlık verici. 300 keşişin ikamet ettiği bu manastır 1895 olaylarından ve 1915 tehcirinden sonra tamamen boşaltılmış. Doğudaki birçok başka Ermeni anıtı ile birlikte Ahtamar Kilisesinin de 1951′de hükümet emriyle yıkımı kararlaştırılmış, 25 Haziran 1951′de başlatılan yıkım çalışması o dönemde genç bir gazeteci olan ve tesadüfen olaydan haberdar olan Yaşar Kemal’in müdahalesiyle durdurulmuştur. Ada ile ilgili diğer ilginç bilgi ise I. Gagik döneminde Vaspuragan Krallığına başkentlik yaptığı ve 16. Yüzyıla kadar üzerinde insanların yaşadığıdır. En yüksek noktası deniz seviyesinden 1912 metre yüksekte bulunan adanın batı uçlarında yüksekliği 80 metreye ulaşan dik kayalıklar hemen kendini gösteriyor. Korka korka kayalıklara çıkıp yarların ucuna oturdum. Arka planda mavi deniz ve karlı dağlarla beraber çeşit çeşit kuşları ve gümüş rengi tavşanları heyecanla ve hüzünle gözlemledim. Hüznümün sebebi geçmişte burada yaşanan acılar ve şimdiki insansızlık. Sessizlik. Mela sessizliği bozuyor. Dönüş vakti. Tekneye binip adayı ve kiliseyi arkamızda bırakıp yavaş yavaş uzaklaşınca hüzün daha da arttı.
Şehre, karmaşa dolu hayata geri dönüyoruz. Güneş batmak üzere. Hemen yeni restore edilmiş Van Kalesine çıkıyoruz. Bizi Türkçe, Kürtçe, İngilizce ve Japonca anlatım yapan  çocuk rehberler karşılıyor. Ve durmadan aynı cümleyi tekrar ediyorlar, “abe, tarihi anlatayım mı?” “Tarihi anlatmak” sözcükleri takılıyor aklıma ve gülümsüyorum. Biraz ilerleyip gün hoşça kal demeye hazırlanırken bulutlar, Deniz, Kale ve güneşin oynaşması sonucu oluşan ilginç ışıklar altında şehrin masalımsı bir havaya büründüğünü görüyoruz şaşırarak. Dümdüz, çok renkli ve içinde birçok macera barındırdığı hissi veren bir şehir görünüyor yukardan. Hele güneş Denizde batarken kalenin en yüksek noktasına çıkmalı, rahat bir yer bulup oturmalı, nefesler 10 dakikalığına tutularak ya beyin ve gözlerle ya da fotoğraf makinesiyle o an kayda alınmalı. Ben iki yöntemi de kullandım. Biraz fotoğraf çektim. Çoğu zaman da yüzlerce yıl önce bu burçlardan bakan insanları hayal edip seyre daldım. Başka çarem de yoktu zaten. Tek fotoğraf makinemiz olduğu için Züleyha’yla makine kapma savaşına girmiştik. İkimiz de güneşin denizde saniye saniye dalışını izliyor ve ikimiz de makineyi kullanmak ve o anı kalbimizle beraber kadraja almak istiyorduk. Tatlı savaşın galibi tabi ki Züleyha idi.
Kalışımız boyunca aileler sırayla bizi akşam yemeği, kahvaltı ya da çaya davet edip misafirperverliklerini yaşatmaya çalıştı. Ve bunu içten, hesapsız ve karşılıksız yaptılar. Mutlu ederken mutlu oldular. Kültürlerinin bir parçasıydı bu muamele şekli. Topluca uğurlarken bizi çocukları gidiyormuş gibi üzüldüler. Şems’in annesi Fayruz elimi tutuyor. Gözleri dolu. Çok üzgün. Hem bizim gidişimize hem de Şems’in evlenmeyip yalnız kalmasına içerliyor. Kürtçe dualar eşliğinde havaalanına kadar geldi bizle. Ve “oğlum size emanet. İzmir’de yalnız kalmasın” manasında bir şey söyledi. Zayıf Kürtçemle O’nu teselli etmeye çalıştım. “Negri Haltimin, negri*”
Elbette ki Van’da her şey çok güzel, kusursuz ve mükemmel değil. Olması da mümkün değil. İsteyen istediği kadar olumsuzluk bulup hemen buradan kaçabilir. İsteyen de kendini farklı bir kültürde ve şehirde yaşayan hikâye kahramanı gibi hissedebilir. Bakış açısı işte. Ama her gezimden sonra hissettiğim bir şey var. Bir şehre gidiyorsan mümkünse o şehrin yerlisi bir ailenin yanında kalmalısın. Kültürü bir turist gibi okumak için değil kültürü yaşamak için. Son söz. Korkarım ki bir gün gelecek modernleşme ve sanayileşme bu geleneklerin büyük bir kısmını darmadağın edecek. Batıda geçmişte yaşandığı gibi. Belki de modernleşirken bu değerleri nasıl koruyabiliriz bunun üstünde kafa yormamız lazım. Kaybetmeden önce.  

* Ağlama Teyzem ağlama.
 Mehmet Ateş
01 Kasım 2010 

Dans, Doğa ve Kiliseler Şehri: Dublin


“Öldüğümde Dublin yüreğimde yazılı olacak” demiş James Joyce Dublin aşkını anlatmak için. Sadece James Joyce, Bernard Shaw yada Bono gibi Dublin’li ünlüler değil halkın çoğunda kendini beğenme, şanslı görme ve gururlu olma hali var bu deniz ortasında yalnız yaşayan Irlanda adasında. İnce ince yağan yağmuru, sert rüzgarı, bazen ay yüzeyini andıran kızıl çayırları, aniden başlayan ve aniden biten ormanları ve koyu ama kasvetli olmayan havasıyla insana buraya ilk ayak bastığında “evet burada farklı şeyler yaşayacağım” hissini veren bir şehir.

Havaalanında karşıladı beni iki dilli levhalar. İngilizce ve İrlandaca (Gaelic). Hazırlıksız yakalanmıştım. Liffey nehrinden geçip Trinity Coolegeda durunca daha derin fark ettim iki dilli yaşamı. Daha sonra öğrendim ki İrlandaca okullarda zorunlu eğitim dili olup bütün resmi yazışmalar, hizmetler, bilgilendirmeler iki dille yapılmaktadır. İrlandaca kulağa sevimli gelen tamamıyla farklı bir dil. İngiliz yönetimi altında iken değiştirilen yer adlarını İrlanda bağımsızlığını kazandıktan sonra geri almış. Konuştuğum İrlandalılar yer adlarının kendi dillerinde daha anlamlı ve o yer hakkında daha fazla bilgi verdiğini söylediler. Küçük  not: Dublinin asıl adı Ath Cliath. Hoş geldiniz: Failte.

Bir şehri yürüyerek gezebiliyorsan o şehir rahat şehirdir benim için. İyi hazırlanmış bir harita,  yerel kanalları dinlemek için kulağına takabileceğin basit bir radyo kulaklığı varsa şehri keşfetmeye hazırsın demek.
Tritinity Coollege, şehrin Taksim gibi merkezi bölgesinde 1592 kurulmuş ve Oscar Wilde, Oliver Twist, Samuel Beckett ve George Berkeley gibi ünlü ismi içinden çıkarmış bir üniversite. Muhteşem Gotik mimarisi ile yapılmış bu kadim üniversitenin en çok hoşuma giden yönü öğrenci, turist ve halkın sürekli kullandıkları yol geçen hanı gibi bir yer olması. Bahçelerde sürekli martıları görmek mümkün çünkü deniz sadece 3-4 km uzakta. Üniversiteyi dolaşırken yorgun düştüm çünkü bavulumu da gezdiriyordum yanımda. Akşama anlaşmıştık Servaslı Steifan ile buluşmak için. Servas uluslar arası barış ve dostluğu geliştirmeyi amaçlayan ve yaklaşık 100 ülkede üyesi bulunan bir organizasyon. Bu organizasyonda üyeler birbirlerinin evlerinde kalıp kültürü bir turist gibi değil de yaşayarak öğrenme fırsatı buluyorlar. Yani dünyanın her yerinde evimiz ve dostlarımız bizi bekliyor. Steifan da onlardan birisiydi. Steifanla buluştuk ve yorgunluğu atmak için biraz ilerde trafiğe kapalı cadde olan Crafton caddesinde bulunan ve geleneksel kahvaltısı ile meşhur Bewley’s de yorgunluk kahvesi ve sonra da İrlanda kahvaltısı yaptık. Evinde rahat etmem için her şey hazırdı. Evde beslediği kedi ve köpeğe gerekli talimatlar verilmiş yani fazla şımarmaları veya gürültü yapmaları konusunda tembihlenmişlerdi. O İrlanda yemeği hazırladı bense kolay olsun diye Menemen yaptım. Gecenin ilerleyen saatlerinde kültür, politika, din, aile ve şehir hayatı ile ilgili birçok konuyu konuşmuş sonra da film izlemeye başlamıştık.

            Karadenizli insanlarımıza benzettim Dublinlileri. Genellemek iyi bir tarz olmasa da benim tecrübem böyle oldu. Konuşkan, her an espiri yapmaya hazır, İrlandalı olmaktan dolayı gururlu ve kendilerini şanslı hissediyorlar. Otobüse binince edindim bu ilk izlenimleri. İki yaşlı kadına ineceğim yerleri sorar sormaz başladı muhabbet. Ve indiğimde kadının bir tanesi gideceğim yerde yaşadığı bir aşkı anlatıyordu. İrlandalıların İngiltere’nin egemenliği altında yaklaşık 600 yıl kalmışlar. Ve en uzun süren mücadelelerden sonra 1922’de bağımsızlıkları kazanmışlar. Tabi ki uzun yılların İngiliz etkisini bir anda söküp atamamış ancak tepkiden olsa gerek sağlam bir vatanseverlik ortaya çıkmış. Ve İngiliz etkisini atmak için mücadeleleri devam etmektedir.
            Müze severler için bir cennet burası. Müze çok ve ücretsiz. En beğendiğim müze sinema ve fotoğraf müzesi. Fotoğraf müzesinde 1845’lerden itibaren çekilen ve İrlanda kültürünü gösteren fotoğraflar İrlanda’yı özümsemek için derin bir geri plan bilgisi veriyor. Doğa Müzesinde yine 1800’lerden kalma kelebek ve diğer böcek ve hayvan koleksiyonlarını görmek garip bir his barındırıyor. Bilim insanlarının o dönemden bu kadar disiplinli bilimsel çalışmalar yapmalarını şaşırtıyor. Diğer harika müze ise İrlanda Yazarlar Müzesi. James Joyce, Bernard shaw, gibi yukarıda isimlerini saydığım ünlü yazarların sevgiliye veya anneye yazılmış sararmış el yazması mektuplarını, kartpostallarını, konuşuyormuş gibi duran daktilolarını,  kalemlerini görmek ve Ulyses gibi kitapların ilk baskılarında kopyalar görmek nefes kesici bir heyecan veriyor insana.  
            Publar ve geleneksel İrlanda müziği hayatın merkezinde ve sosyalleşmenin olmazsa olmazı. Bizdeki kahve kültürünün yerinde bar ve müzik kültürü her sokakta kendini hissettiriyor. Geleneksel müzik çalan barlarda genç ve yaşlıları beraber görmek her zaman mümkün. Gecenin ilerleyen saatlerinde bu müziğe River dans denilen ve ayakların tahtalara vurularak yapıldığı dans gösterileri izliyor ve misafirler-çoğunlukla turistler de davet ediliyor sahneye. Kırmızı renkli Temple bar tek başına güzel bir bar olsa da asılda o barlar bölgesinin adı Temple bar. Giriş ve çıkışlar o kadar rahat ki sokaklarda akan insanlarla bardaki insanlar birbirlerine karışıyorlar bazen. Caddelerde rahatça dolaşan çakırkeyf kadın ve erkekler bardan bara dolaşıp (bar sürtmesi deniyor) sabahı bulabiliyorlar. İrlanda müziği sürekli bir coşku hali veriyor içseniz de içmeseniz de. Bu yaygın bar kültürüne rağmen burada içki pahalı. En ucuzu 4.5 Euro ama kim dinler. En çok yerel içkiler Guiness, Smithwicks, Cider (elmalı) tercih ediliyor. Ancak o kadar içki, izdiham olunca insan kavga ya da en azından bir hadise bekliyor ama çok gürültü var olay yok. Bodyguardlar bile çok az. Gece 2 den sonra insanlar caddelere taşıyor ve asıl muhabbetler o zaman başlıyor. Sarhoş. İçki, müzik ve şarkılar olmadan İrlanda olmazdı herhalde. Ünlü İrlandalı futbolcunun sözü her şeyi açıklıyor aslında. “Paramın %90’nını kadınlara ve içkiye harcıyorum. Geri kalanı da boşa gidiyor.”
            İrlandalının hayatında göç nesilden nesile aktarılan ve sürekliliği olan bir olgu. En çok da halk şarkılarına yansımış. Dublin’de ne zaman bir fakir görsem Frank Mc court’un Angela’nın külleri kitabı geldi aklıma. Dublin’in fakirlerini genelde Afrika göçmenleri ve Doğu Avrupa’dan gelen Çingeneler oluşturuyor. Göç sürekli zihinde taşınan ve her zaman gerçekleşebilecekmiş gibi beklenen bir rüya kabus karışımı gibi bir şey. En büyük göçleri 1845-51 yıllarındaki büyük açlık sırasında gerçekleşmiş. Nüfusun yarısı ölmüş ve 1 milyona yakın kişi Amerika kıtasına göç etmiş. Bu korkunç açlığı anlatan heykel Liffey nehri kıyısında Gümrük binasının karşısına dikilmiş. Olayı bilmeyenler bile bu heykellerin duygu dolu yüzlerinden tarihte gerçekleşen bu acı olayı okuyup ürperebilir. Ve herhalde o günlerden kalma bir söz gözüme çarpıyor bir barın duvarı üstünde. “Tüm kötülüklerin anası parasızlıktır.” Göç bugünlerde de İrlandalının gündeminde. Son ekonomik kriz herhalde AB içerisinde en ciddi şekilde burada hissedildiğinden insanlar iş için ABD, Kanada ve Avustralya yollarına düşmeye başladılar yine.
Hiç bu kadar kilise ve bu kadar barın Dublin’de olabileceğini hayal etmemiştim. Nüfusu 500 bin civarında ve bizim kahve sayısının iki katından fazla bar ve wikipedia’yaya göre 41 kilisesi var. Buradaki insanların çoğunluğu Katolik ama hem Katolikler hem de Protestanlar ve Ortodoxlar kendi içlerinde 16 farklı kiliseye ayrılmış durumda. Roman Katolik, Presbiteryan, Lutheryen, Baptist, Quaker, Protestan bunlardan sadece birkaçı. İnanç burası için hala çok önemli bir yer teşkil ediyor ve arkadaşıma göre aile hayatı sıkı olmaya devam ediyor. Kiliselerden bir tanesi Church restaurant Kilise restorana dönüştürülmüş. Böyle muhteşem bir mekanın avlusuna bakan üst katında yemek yemek ve içmek ilginç bir deneyim. İnsan hem bu dünyayı hem de diğer dünyayı yaşıyormuş gibi hissediyor. Kilisenin ortası kocaman bar üst kısmında ise hala dua edilebilecek küçük bir yer bırakılmış. Stiaphan’ın geziden sonra tekrar evine gittiğimde önce ailesinden bahsetti. Biraz dedikodu yapıp gururlu ve utangaç bir edayla “biz İrlandalılar çok konuşmayı ve dedikoduyu severiz” dedi. Bize benzeyen bir özellikleri daha var. O da yemek yedirmek ve rahat ettirmek için ısrarcı oluyorlar. Bir şeyler ikram ettiklerinde en az üç defa tekrar ediyorlar. Israr etmemek ayıp bir şey sayılıyor. Bu arada başka bir dünyada hiç tanımadığım bir insanın evinde olduğum gerçeği içime tatlı bir dünya kardeşliği hissi yaydı. Gülümsedim. Servas böyle şeyler yaşatıyor doğal doğal.
            Yüzyıllarca İngiltere tarafından yönetilmiş olan İrlandalılar bağımsızlık mücadelelerine başladıkları günden şimdiye kadar İngiliz yönetimi ve kültürüyle sürekli mücadele halindeler. Baskı altında kalmış hemen hemen bütün kültürler gibi kimliklerine sarılma, kendilerini çok fazla önemseme ve kültürlerini-özellikle İngilizler adaya gelmeden önceki halini- olağanüstü bir şekilde yüceltmektedirler. Geleneksel İrlanda müziği de bu geçmişten nasibini almış ve hüzünlü ezgilerle dolmuş. Yine de İngilizlerin adaya getirdiği Protestanlarla kısmen güzel bir hava yakalanmış. Eskiden yaşanan acılar dersler vermiş. Sorunun karmaşıklığı adanın güneyinde Belfast’ı merkez alan bölgede. Burası hala  Birleşik Krallığa bağlı daha az gelişmiş bir bölge. Yani ada bölünmüş durumda. Sırf bu yüzden İrlanda vizesiyle güneye giremedim. Giriş için İngiltere vizesine ihtiyaç var. Adanın bu tarafında İngiltere yanlısı Protestanlar ve bağımsızlık yanlısı Katolikler arasında köprüler yeniden kuruluyor. Tarih boyunca ilk defa Katolik ve Protestan öğrencilerin beraberce okuyabilecekleri okullar inşa ediliyor. Yani beraber büyüyecek yeni bir nesil yetiştirilmeye çalışılıyor. Normalde hayatın hemen hemen her alanında insanlar hala-eskisi kadar olmasa da- Katolik ya da Protestan diye ayrılıyor.
            Stiphanla ikinci günümüz. Erkenden çıktık. Yol üzerinden üç gazetede çıkan haberi buldu ve okula gittik. Çocuklarla tartışmak için seçtiği konu fırtına sebebiyle üstüne ağaç düşen ve ölen bir kadının hayatı. Dersten sonra vadileri, ormanları ve kızıl çalılıklarla örtülü Wiklow bölgesinde, Glendelough’da gezdirmeye başladı beni. Yağmur kaç gündür yağıyor. Ama ben seviyorum. Yollar çok dar ama bu sayede doğanın tam kalbinde hissediyorsun kendini. Sisli vadi boyunca giderken bir yandan akan deli nehirleri ve yağmurun şiddetlenmesiyle çizgi filmlerdeki gibi dağların her yanından akmaya başlayan sayısız şelaleleri fark etmek, aynı anda radyodan İrlanda müziği dinlemek orayı iliklerine kadar yaşamak gibi bir şey. Arada mola veriyor, köy kafelerine giriyor ve şömineden gelen yanan odun çıtırtılarının sesiyle Kahve Lattemizi yudumluyoruz. Burada hayat çok yavaş ve insanlar nedense fısıltıyla konuşuyorlar. Gölün kenarında dolanıyoruz daha sonra. Az ötede Milli Park eğitim Merkezini ziyaret ediyoruz. Burada okullardan gelen çocuklara ve halka ormanı tanıma ve koruma etkinlikleri yapılıyor. Etkinliklerden bir tanesinde çocuklara içinde farklı bitkiler olan bir kağıt veriliyor ve ormanda bu yaprakları bulmaları isteniyor. Buldukları bitkileri sepetlere doldurup merkeze geliyorlar ve buldukları yapraklar üzerinde konuşuyorlar. Yaban hayvanları da tanıtılıyor. Gözlem yapılıyor.  Ve merkezdeki kemikler ve fotoğraflar inceleniyor. Anlatarak değil keşfettirerek ve yaptırarak gerçekleştiriliyor bu eğitim. Oradan çıkıp İrlanda tarihinde yaşanmış bütün acıları hatırlamak ve acısını hafifletmek için kurulmuş olan Glencree’de Peace and Reconcilation centere gidiyoruz. Kuruluş amacı (1974) İrlanda toplumunda varolan şiddetin yerine barış ve uzlaşmayı yaygınlaştırmak. Savaşlar, IRA deneyimi ve Katolik Protestan çekişmesinin acılarını azaltmaya çalışan barış faaliyetlerini gösteren eserleri görünce içimden ülkemde geçmişte yaşanan ve yaşanmaya devam eden acılar geçti. Bu arada başka bir salona geçiyor ve bir sergi ile karşılaşıyorum. 2. Dünya savaşı sırasında hayatta kalan binlerce Alman çocuk ailelerin izniyle İrlanda’ya getirtiliyor. Çocukların bir kısmı İrlandalı ailelere dağıtılıyor bir kısmı ise yurtlarda kalıyor. Bu çocukları beslemek ve büyütmek için İrlanda tarihinin en büyük kampanyası yürütülüyor. Ve imkânsız sayılacak bir para toplanıyor. Bu olaya bakınca insanlığa olan inancım tazelendi ve içimdeki huzura dolu gözlerim eşlik etti.
Daha yazacak çok yer çok şey çok güzellik var Dublinde. Mesela fok balıklarının size poz verdikleri, evleri, denize bakan çıplak tepeleri ve yürüyüş patikalarıyla Hawth Kasabası.
Duru bir güzellik. Yaramaz bir çocuk bu. Dublin merkezde ucuz, temiz ve çok uluslu hostellerde-Gençlik Yurtlarında (Abbey House gibi) kalmak, raylarla çember gibi çizili Dublin körfezini trenle gezmek, Guiness bira müzesi binasına çıkıp Guiness içerken Dublini izlemek ve bira yapım tarihçesini yaşamak, belediyeye ait bisikletlerden-ücretsiz- bir tane kapıp şehir turu yapmak, mütevazı ve kendine özgü mimarisi ile Camiyi ve Sinagogu ziyaret etmek, o gece uğrayan müzisyenlerden hemencecik oluşan bir gruptan (bazen 30 kişi oluyorlar) müzik dinelebileceğiniz bir bara gitmek ve yalnız hissederseniz ilk bulduğunuz İrlandalıyla futbol, Rugby ya da politika konuşup politikacılara sövmek. Bunlar benim görebildiklerim. Ya göremediğim ve yaşamadıklarım? O zaman sıra sizde. Siz gidin oraya ve yazıma kaldığım yerden devam edin.