29 Temmuz 2011 Cuma

3. Uluslararası Servas Bizimle Yasayın Bizimle Paylasın Çocuk Programı












Bizimle Yaşayın Bizimle Paylaşın Çocuk Programı 2009 yılında Antakya’nın Ekinci (3aydiy) beldesinde başladı. 3 yıldır her yaz Temmuz basında gerçekleştirilmekte ve 9-11 gün arası devam etmektedir. Bu program kapsamında Türkiye’den ve dünyanın her tarafından Servas üyelerini köyümüze davet ediyoruz. Bizle yaşayıp çocuklarımıza dil, tiyatro, resim, müzik, dans, cevre, sinema, vb. konularda eğitim veriyorlar. Servas gönüllüleri çocukların ailelerinde kalıyor ve onlarla günlük aile yaşamını paylaşma fırsatı yakalıyorlar. Günde 3 ya da 4 saat avluda, bahçede, sokakta yani yaşamın olduğu her yerde eğitim veren gönüllüler köyde kaldıkları süre boyunca çeşitli köy etkinliklerine katılıp hayatın akısını ve kültürü soluyorlar. Bu etkinliklerle amaçlanan kültürler arası alış veriş yaparken aynı zamanda bilgi birikiminin de karşılıklı bir şekilde yer değiştirmesini sağlamaktır. Diğer bir hedef ise çocukların yaz dönemlerini verimli bir şekilde geçirmelerini, eğlenmelerini ve gelişmelerini sağlamaktır. Etkinlikler sonunda ortaya çıkan ürünler halkla mini bir festivalle paylaşılmaktır.
Yurt içi ve dışından gelen gönüllülerin bilgi, beceri, yasam tarzı, fikirleri ve kültürleri koy çocuklarına ve velilere aktarılıyor ve bireyler hayatın sadece köyden ibaret olmadığını fark ediyorlar. Çocuklar içlerinde yasadıkları ancak farkına yeterince varamadıkları ve ileriye taşınması gereken değerleri iki dillilik, çok kültürlülük, yakın aile ilişkileri, vb) fark etmektedirler.  Böylesi olumlu etkilerden dolayı bu programın çoğaltım etkisi çok yüksek olmaktadır. Servas gönüllüleri de cok kültürlülük, çok dillilik ve hoşgörü unsurlarını içinde barındıran Antakya ve kısmen Ortadoğu kültürleriyle tanışma fırsatı yakalıyorlar.
Programın Uluslararası olması birden fazla ulusun birikiminin köye taşınması anlamına gelmektedir. Bu durum Servas ruhunu yansıtmakta ve çocukların dünyanın bir parçası oldukları hissini yasamalarına sebebiyet vermektedir.
Çevreden ve aileden gelen destekler her yıl katlanarak artmaktadır. Servas gönüllülerini konuk etmek isteyen gönüllü aile sayısı çoğalmakta ve beraber yaşamdan karşılıklı olarak ciddi fayda ve keyif alınmaktadır. Yapılan etkinliklerin içerikleri çoğunlukla onları memnun etmekte ve gönüllülerin hayallerindeki etkinlikleri özgürce yapmalarına destek sunmaktadırlar. Program kapsamında tüm etkinlikler genellikle herhangi bir bütçe gerektirmeyecek şekilde planlandığından ailelerden ya da çocuklardan bir ücret talep edilmemektedir. Gönüllüler de kendi imkânlarıyla köye gelmekte; konaklama ve yemek ihtiyaçları aileler tarafından karşılanmaktadır. Sevindirici olan bu seneki etkinlikler sonunda ailelerin daha şimdiden gelecek sene için destek vermeye hazır olduklarını ifade etmeleri idi.
Yukarıda belirtilen sebeplere ek olarak bu etkinliklerin organize ediliş sebebi  çocuklara ve köy halkına dünya kültürleri ile bütünleşme fırsatı vermek, birçok alan ile ilgili merak duygularını deşmek ve hayatları için yeni seçenekler sunmak içindir. Ayrıca bu etkinlikler ile Servas düşüncesi ve kültürü daha şimdiden çocukların dünyasına girmekte ve ilerde bu çocuklardan birçok Servas üyesinin ortaya çıkacağı aşikardır. 

Bizimle Yaşayın Bizimle Paylaşın Programının Türkiye ve dünyanın başka köylerinde gerçekleştirilmesi amaçlarımız arasındadır.

                                              
Bu seneki programda neler yaşadık?
·        Çocuklar başka ülkeden-Rusya- gelen farklı dil ve dine mensup Christina ile bu farklılıkların tadını çıkararak dostluklar kurdular. Ayrılmadan iki gün önce ağlaşmalar başladı. Hediyeler verildi sarıla sarıla ve vücut diliyle yada basit İngilizce ile sevgiler ifade edildi. Büyükler de şaşırdı. Annem, “artık sen bizim kızımızsın” deyip sarılıverdi onlarca defa. Dil bilmeden.
·        Dünya dilleri konusunda duyarlılık kazandılar. Arapça, Rusça, İngilizce, İspanyolca, Kürtçe dillerinden sevimli kelimler öğrendiler. Bu dillerin bazıları ile ilgili mini skeçler yazdılar ve oynadılar.
·        Ana dilleri olan Türkçe ve Arapça ile ilgili yeni keşifler yaptılar. Duygu öğretmenleri ilk öğrencilerine ders verme aşkını ve heyecanını yaşadı. Çocuklar da Arap alfabesini öğrenmekten ve bu alfabe ile isimlerini yazmaktan çok hoşnut oldular. Resim çiziyormuş gibi yazdılar sevimli ellerle ve öğretmenlerinden sürekli onay bekleyerek.
·        Züleyha öğretmen ile çevre derslerinde öğrendikleri “Pillerin toprağa karışmaması lazım,” “daha az plastik torba kullanmalı”, “yeşil hayattır” fikirleri gözlerini parlattı. Sonra çevre duyarlılığı için resimler çizdiler ve köyde sokak duvarlarına ve dükkanlara astılar.
·        Çocuklar Christina’nın anlattığı; “Rusya sadece soğuk bir ülke değil, tüm mevsimler yaşanıyor orada”, “O kadar büyük ki Rusya bir ucundan bir ucuna uçuş 12 saat sürmektedir”. “Mimarisi çok ilginç ve kızları çok güzelmiş” bilgilere çok şaşırdılar. İçlerinden bir gün ben de oraya gitmek istiyorum diyenler çok oldu.  
·        Çocukluğumuzun oyunlarını ve oyuncaklarını, dijital dünyaya biraz direnmek adına çocuklara öğrettik yeniden. Ve oyunlar yerin altında yıllarca kalmanın hiddetiyle çok canlıydılar. Şimmey3a, Tiroz, Çirrakayı oynarken gene çocuk olduk biz. Bazılarımız yine mızıkçılık yapıp ebe olmak istemedik. Sokakta gürültü yaptık ve yüklü eşekler sokaktaki oyun alanımızdan geçerken geçmişteki gibi ara vermek zorunda kaldık oyunumuza içimizden söverek.
·        Çocuklar zeytin ağaçlarının altında ve yanlarından geçen serin dere suyunun şırıltısı  eşliğinde dünya barışı ve köy hayatı konularında resimler çizdiler. Kimisi ağaçlara yaslandı. Kimisi de yüzükoyun toprağın üstüne uzandı. Herkes tüm boyasını ve kalemini paylaştı. Erkek çocuklar yine kız çocuklarını kızdırdı.
·        Dere kenarında her birimiz kayaların üstüne tüneyerek gözlerimizi kapattık ve dünyada seyahate çıktık. Neresiydi gittiğimiz yer? Kiminle gidiyoruz? Neden? Neler hissediyoruz? Beraberimizde neler getiriyoruz? sorularına çocukça ve ciddi cevaplar verdiler. Hayallerinde birçok çocuğun Rusya’ya gitmiş olması şaşırtıcı değildi. Köy çocuklarını tanımış olduk. Bizleri tanıdılar.
·        Sabah çok erken doğa yürüyüşüne gittik. Bizle beraber kuşlar da geldi. Şakımalarıyla eşlik ettiler. Çocuklar biz öğretmenlerinin istediği ağaç çeşitlerinden yaprakları toplayıp toplayıp getirdiler ve her birisi istenen yaprak çeşidini ilk kendi bulup getirmek istedi. Okaliptüs, defne, söğüt, böğürtlen, zeytin ve incir ağaçlardan sadece bir kaçı idi.
·        Asma ağacının altında yuvarlak yapıp yerde bağdaş kurarak erkek çocuk-kız çocuk eşitliğini yada eşitsizliğini tartıştık. Kızlar yine üstün geldi ama sadece tartışmada evde değil.
·        Servaslı gönüllüler evlerde fazla ilginin kurbanı oldular. Yemek yedirme baskısı işkenceye döndü. Ve her gün paylaşılanlar anlatıldı mahallerde ve çocukların arasında. Çocuklar gönüllüleri kendi evlerinde ağırlamak isterken aralarında tatlı kavgalar çıktı. 
·        Hint, Arap, Türk, Rus, Latin, Musevi danslar oynadılar her sabah Christina eşliğinde. Kahkahalar köye yayıldı. Komşular kızdı ama gülümsedi sonradan.
·        Akşam eve gitmek istemediler. Asma altına açık sinema yaptık ve çizgi filmler izlediler yere serilmiş hasırların üstüne oturarak. Kimisi seyrederken uykuya daldı kimisi bir film daha istedi. Kimini annesi geldi aldı götürdü ve sabah fark etti filmin geri kalanını izleyemediğini. Üzüldü ama anneleri “bu akşam tekrar var” deyip avundurdu onları.
·        Son gece gösteri gecesiydi. Skeçler oynandı, topluca gitar ve bağlama çalındı Türkçe ve Arapça şarkılar söylendi. Anneler ve babalar gurur duyup durmadan fotolar çektiler. Ve öğretmenlerin ihtiyacı olan takdir ve teşekkürler ağızlardan döküldü bol bol.

·        Sabahleyin horozlar henüz mesaiyi bitirmeden çocukların arı misali sokaklardan çıkıp avluya, asma, nar ve incir ağaçlarının altına akın etmesi ev sahibesi ve dünyanın en sevimli tarla çalışanı Huriye Teyze’nin kaşlarını birkaç saniye çatmasına sebep oluyordu. Ancak birkaç saniye geçmeden çocuklara gülümsüyor ve ihtiyaçlarını soruyordu. Ellerinde içi çoğu zaman taze salatalık, domates yada biber ile dolu olan sepetler ve çuvallar oluyordu.
·        Molalarda bahçeye indik ve armut, karadut, çilek, domates ve lübye yedik.
·        Arap, Türk ve yabancı müzik ile yetişen bu çocukların müzik kulaklarının ne kadar hassas ve tınılara açık olduğunu enstrümanları çalmaya başlar başlamaz onunla bütünleşmelerinden ve sokakta aile meclislerinde kısa sürede ve heyecanla mini konserler vermelerinden anladık. Şaşırdık, kıskandık ve ezgilere biz de eşlik ettik.   
·        Şanslı çocuklardı bunlar. Modern hayatla geleneksel doğal hayatı aynı anda karma bir şekilde yaşıyorlar. Büyükanne ve babalarıyla Arapça kardeşleri ve yaşıtlarıyla Türkçe konuşuyorlar. Ortadoğu mutfağının en leziz yemeklerini yiyiyor, bahçelerde büyüklerle ve yaşıtlarıyla farkında olmadan sosyalleşip paylaşmayı öğreniyorlar. Yarı komün bir hayat sanki. Diledikleri zaman da Internete, gitara yada yüzme havuzuna ulaşabiliyorlar. Ve bu yüzden Bizimle Yaşayın Bizimle Paylaşın Fikri onların arasında kolaylıkla filizlenebiliyor. Bu toplumu kucaklamaya hazır gelen gönüllüler de çocukların yüreğinde kolaylıkla yer ediniyorlar.
·        Kır evinde havuza ayaklarını sokup bir anda çırpınca ve çığlıklar atınca evin sahibi Cuma öğretmenleri kızdırdılar. Küçük eller hasırları serdi, sürki, kırma zeytin, acur, kokulu domates ve imdehniy serildi örtünün üstüne. Kahvaltı bitince çevre temizlendi. Sadece derse değil hayata da hazırlanıyorlarmış meğer. Kapanış kahvaltısı idi bu. Hüzünlü.
·        Bu paylaşım etkinlikleri anısına bereket, güzellik, barış ve uzun yaşamın simgesi olan Zeytin ağacı ektik. Küçük yumuşak eller ve heyecanlı gözlerle topraklar atıldı çevresine. Kimisi şişeyle kimisi de avuçlarıyla su taşıdılar yavru ağaca. 
·        Çocuklar birikimlerini yüklü bulutların uygun koşullar oluşunca birden sularını boşaltması gibi boşalttılar bu etkinlikler boyunca. Bu günleri sanki uzun seneler bekliyormuş gibi biriktirmişler ve hazırlanmışlardı. Sonunda şunu anladık ki çocuklar ciddi merak duyguları ve parlayan gözleriyle her zaman için yeni tohumlara hazırlar. Bizi bekliyorlar. Sizi bekliyorlar.  
Fotolar için: facebook: “Live with Us Share with Us”



Mehmet Ateş
          Servas Türkiye Barış Sekreteri, 2011

25 Temmuz 2011 Pazartesi

Kekik, Badem ve Deniz; Selimiye (Hydas)


















Tatil planları yapmak insanın metabolizmasını, sıvısını, ruh halini aniden değiştiriveriyor. Tatile gidecek olma düşüncesi tatilin başlangıcı oluyor. Ve özellikle gideceğin yer senin ilk defa gideceğin yerse sevinç ve gözlerindeki parlaklık artıyor. Heyecanlanıyorsun.  İşyerinde herkese gülücükler dağıtıyor ve en zor işler bile gözüne bir omlet yapmak kadar kolay geliyor. Yola çıkılacak gün zınk diye uyanıveriyorsun erkenden. Hangi gün hangi kıyafeti giyeceğini, hangi takıyı takacağını, kimle ne konuşacağını, balıkları, gökyüzünün rengini, geceleri hayal edip, ne tarz fotolar çekeceğini uykunda tartışıyorsun kendi kendine. Tatil düşüncesi bile yetiyor farklı bir insan olmaya. Bitmedi. Tatilin etkisi en az bir hafta on gün de insanın kıyafetleri, saçları ve düşünceleri üzerinde asılı duruyor. Garip değil mi? Hayat neden sadece tatilden ibaret değil ki? Tatilde çalışmak mümkün olsa ne hoş olurdu.
Tatil öncesi dönem genelde bu duygularla geçiyor Ben, Zülü, Hande ve Şems için. “Tatil varılacak nokta değil gidilecek yoldur” felsefesinden hareketle Zülü bahçemizden toplayıp annemin yaptığı sarmaları, hande de annesi Yaşa teyzenin böreğini getirmişti yola. Hande üç gün boyunca sık sık söyleyeceği cümleyi söylemeye başladı yolculuğun 10. kilometresinde; “ben çok acıktım yaaa. Neden bir şeyler yemiyoz yaaa?”. Açlığın şiddetine göre ya’nın sonunda ‘a’ sayısı değişiyor yani artıyor. Yoldan çamlıca gazozu alınca hem yemek hem de manzara ile yol ziyafeti başlamış oldu. Arabayı ben sürüyom ancak şoför olmanın avantajlarını da kullanıyorum. Hande sarmaları ağzıma tıkıyor peş peşe Zülü de üstüne gazozu boşaltıyor. Oh. Sonra yine tatil boyunca devam edecek olan Hande’nin kitap okuma serüveni başlıyor. Kitabın ismi “Dans Eden Benlikler”. Zülü ile okuduğu şeylerle ilgili paylaşımlar kitabın sayfa sayısından daha fazla. Yani yaptıkları yorumlarla bir kitap da kendileri yazıyorlar. Konu kişiler arası ilişkiler olunca çok konuşması ile ünlü olan Hande’nin çenesi daha da düşüyor. Tabi bu durumda benim onu kızdırmam da caiz oluyor. Bir an politik bir konu açılıyor. Araba sürmediği zamanlarda genelde uyuklayan Şems uyanıyor ve aniden bir aslana dönüşüyor. Konu ilgisini çekmişti bir kere. Konuşması uzuyor. Hande dinliyor ama pes ediyor çünkü dinlemeye programlanmamış. Belli bir süre dinliyor ve sonunda Şems’e patlıyor, “ ya sen çok uzun konuşuyon Şems?” Hepimiz Hande’ye manalı manalı bakıp gülüyoz tabiî ki.
Hedefimiz Marmaris’e bağlı Selimiye köyü. Selimiye tatili fiilen Gökova körfezindeki Akyaka ile başlamalı ve dönüşte Akyaka ile bitmelidir. Sakar geçidinden geçerken bir manzara molası vermeli ve incir yaprağı şeklindeki denizi seyretmeli. Yaprağın her köşesi dağların içine girmiş deniz gölleri. Akyaka’da belediye parkında mola verip çaylar içilmeli. Sonra da yaz kış 6 derecede kalan soğuk ve yeşil Azmak’ı takip edip İtalyanların Marmaris ve Fethiye yol ayırımında yolun iki tarafına diktiği devasa okaliptüslerin kapattığı yoldan geçmeli Marmaris yoluna çıkmak için. Marmaris yolu arada körfeze kaçamak bakış atabileceğiniz Türkiye’nin en güzel orman yolu. Marmaris’ten sonra 20 km daha gidiyor ve Selimiye sapağından sola dönüyoruz. Yaklaşık 20 km daha gittikten sonra yavaş yavaş ormanlar yok oluyor. Ancak orman bitti diye üzülmemek lazım. Doğa, burada orman güzelliğinin yerine başka bir şeyi düşünmüş. Yine incir yaprağı şeklindeki koylar. Mavi. Bol S harfli yollarda dolanırken dağlar mı denize girmiş deniz mi dağlara anlayamıyorsun. Şaşkınlık ve hayranlık bitmeden bir başka koy çıkıyor karşına. Gözler ve beyin coşuyor. Her zamanki ben “ aha burası çadır için süper!”, “Kesin buraya gelelim mutlaka!”, “Harika olur!” cümlelerini sık sık duymaya alışık olan Zülü bana bakıp manalı manalı gülümsüyor.
Arkaid dönemde Hydas ismini kullanan Selimiye’ye yaklaşınca önce sol taraftaki kalesi, sonra açıklardaki bir adacığı en son da cami minaresi görünüyor. Biraz daha yükselince koya elle yerleştirilmiş bir maket gibi duran Selimiye’nin tamamını görüyoruz. Heyecan artar bu anlarda ve sabırsızlanır insan. Yorgunluğa rağmen hedefe ulaşmanın huzuru ve yakıcı merakı sarar bedeni. Az sonra çoğunluğu badem, dut ve zakkum çiçekleriyle kaplı, sırtını dağa vermiş ve denizle son bulan yeşillikleri ile Selimiye köyüne giriyoruz. Bahtiyar pansiyon üyeleri karşılıyor bizi. Pansiyon&Mini restoran sahipleri şansımıza ‘profesyonel’ turizmci olmayan ve yaptıkları işten heyecan duyan sevimli bir aileden oluşuyor. Günay ve Ayşe servis yapıyor, Ülkü fırını yakıp ekmek açıyor ve yemek pişiriyor, Ahmet de akşam ziyafetleri için taze balık ve meze tedarik ediyor. Hemencecik sevdik birbirimizi ve tanıdık iç seslerin fısıldaştıklarını duydum beynimde. “Burada neşeli, içten ve rahat bir tatil geçireceksin”.
Tatile bir yere gittiğimde odaya yerleşir yerleşmez yaptığım ilk iş fotoğraf makinesini alıp çevreyi keşfe çıkmak. Bu coğrafyanın neresinde bulunduğumu, yanımda ötemde nelerin olduğunu, daha derin incelemeler için tekrar nereye gelmem gerektiğini bilmem gerekiyor. Bu sefer de öyle yaptım ve mini bir yürüyüşe çıktım. Selimiye kıyısında köy evleri zamanla pansiyon ve restorana dönüşmüş. Kıyıdan yürürken sanki evlerin bahçesinden geçe geçe ilerliyor hissine kapılıyor insan. Çünkü sahil yok gibi. Pansiyonların hemen önünde pahalı ve gösterişli yatların olduğu mini yat limanı bulunuyor. İnsanlar Arapça tabirle gözyaşı kadar berrak suyun içinde yatların arasında yüzüyor. Pansiyon ve restoranların arasında bazen mısır, domates ve börülce bahçelerine rastlanıyor. Tavuklar, horozlar, kedi ve köpekler deniz kenarında yıl boyu tatil havasında. Onları kıskanmamak elde değil. Kıyıdaki pansiyonlar bitince herhangi bir aralıktan içeri daldınız mı sanki asıl köy o zaman başlıyor. Burası kıyıya paralel giden asıl köy yolu. Sağlı sollu bahçeler, köy evleri, az da olsa dışarıdan gelenlerin yaptırmış olduğu gösterişli taş ve ahşap evler. Yolun sağına doğru yukarı bakınca köyün yükseldiğini ve denizi kuş bakışı görecek şekilde birçok evin yapılmış olduğunu fark ediyorsun. Yani iki yolda iki farklı yaşam var gibi. Deniz kenarında turizm ve onun kültürü ile arkadaki yerleşim alanında tarlalar ve çokça bulunan badem ağaçlarının olduğu köy ve köylüler. Selimiye’de emlak korkunç pahalı. Günay en son yapılan bir satıştan bahsetti. 260 metrekare bir yer 350 bin TLye satılmış. Köye yönelik ilginin derecesini o anda daha iyi anlıyoruz.
Doğal limana sahip ve dünyanın her yerinden tekne ve yatçıların demir attığı bu köyün denizi çok temiz, balık çeşitliliği fazla ve dalga hemen hemen hiç çıkmıyor. Burası Mavi Yolculuğun en gözde mekanlarından. Hayatımda gördüğüm en temiz, en yeşil, en mavi ve en canlı deniz hayatını barındıran bir deniz. Öyle ki yüzerken aniden ayaklarınızı ya da ellerinizi görüp ve başka bir şey sanıp korkabiliyorsunuz. Bahtiyar ailesi akşam ziyafetimizi hazırlarken biz de bir deniz siftahı yapalım dedik. Adayı hedefledik ve yüzerek üstüne çıktık. Burası minik bir kayalıktan oluşuyor. Üstelik üzerinde küçük kalıntıları var. Şems bir çocuk gibi korkuyor ve “yanımdan ayrılma” diyor. Az sonra Züleyha’nın sesini duyar gibi oldum ya da bana öyle geldi. Yemek hazırdı. Pansiyonun önünde çıtların bile çıkmadığı-arada zamanını şaşırmış horozun ve çok durgun denizin siyah beyaz çakıllara vuran minicik dalgaların sesini saymazsak- uzak bir dağ köyünde masa etrafında karanlıkta oturan dört kişiydik. Arada utangaç gülümsemesiyle beliriveren Günay isteklerimizi alıyor ve kendisine misafir gelen bir köylü genci rolünde isteklerimizi çabucak ve neşe ile yerine getiriveriyor. Günay yaz sezonunda ailesi ile beraber yeni yeni filizlenen bu şirin mekanda kışın da inşaatlarda çalışıyor.
Kendini anlatmaya ihtiyaç duymayan zeytinyağlı Akdeniz mezeleri, yöresel soslu çupra ve lagos balığı yanında rakı ve şarap ile Ülkü’nün köy fırınında yaptığı ekşi mayalı sıcak ekmekler de eklenince sıcak muhabbetler hoş etmez mi insanı? Gece ilerledi. Mest olduk ancak yorgun da düştük. Şems’in içtiği içkinin etkisiyle, “Tırnaklarım azcık uyuşmaya başladı” sözleri ile yatma vaktinin geldiğini anlıyoruz. Ülkü, üç kişilik odaya bir yer yatağı yapınca sığıştık böylece dört kişi. Çok kardeşli çocukluğumda, toprak evimizde en az dört beş kardeşimle (11 kardeşiz) yerde yan yana dizilip yattığımız, kavgalar ettiğimiz, birbirimizi korkutmak için hikayeler uydurduğumuz ve kimin osurduğunu bulmak için komik yöntemler keşfettiğimiz zamanlar geldi aklıma. Hüzünle ve yüzümde tebessümle uyuyakalmışım.
Horozlar yine çok erkenden öttü ve uyandım. Dışarısı alacakaranlık. Horozun inatla devam eden ötüşlerine aldırmadan tekrar dalmışım uykuya. Sonra imamın yanık ve detone sesi uyandırdı. İnat ettim tekrar uyudum ancak en son pansiyonun hemen önünde demirlemiş küçük balıkçı teknesinden gelen ve yüklü eski bir kamyonun yokuşu çıkmaya çalışırken çıkardığı sese benzer horlama sesi beni kesin olarak uyandırdı. Saat 6.30. Kalktım. Kapıyı açıp “denizi içinden karıncaların su bile içebileceği*” durgunlukta görünce kalakaldım ve eski kahvehane iskemlesine çöküp birkaç dakika seyre daldım. Balıkçı amcam teknede açık göbeğini şişire şişire uyuyordu. Foto makinem hazırdı. Etrafı dolana dolana fotoğraflar çektim. Yatlar, denizdeki yengeçler, ceviz büyüklüğünde siyah beyaz çakıl taşlar, kara dutlar, zakkum çiçekleri, tavuklara kur yaparak kesintisiz öten horoz ve aniden beliriveren yunuslar artık sonsuza kadar beynime ve makineme kazınmışlardı. Şimdi deniz vakti. En fırtınalı günde bile sükûnetini koruyan deniz beni içine almak için davetkar bakıyordu sanki ya da bana öyle geliyordu. Kumdan yapılmış bir heykeli bozmaktan korkar gibi girmeye başladım denize. Kulaç atmadan. Ve yeni mekanımıza, minik adaya çıktım. Şems 100 m2, Hande “yok o kadar olmaz” diyerek tetiklediği çocukça tartışma geldi aklıma. Neyse bu sefer tersten, adadan köyün uyanışını ve denizdeki çeşit çeşit renkli balıkları seyretmeye koyuldum. Köy gözümün altındaydı. İlginçti. Sanırım bütün şehirlere, köylere tersten ve dışından ama yakından bakmak gerekiyor onları anlayabilmek için. Sonra Şems geldi ve genelde sabahları sorduğu sorularla başladı güne. Balıkları ilk defa görüyormuş gibi hayretler içinde bakıp sorusunu sordu; “Yav Mehmet, bu balıklar deniz altında yaşayabiliyor ama biz yaşayamıyoruz. Garip değil mi? Daha cevabı veremeden yeni soru geldi? “Peki, deniz neden tuzlu?” Şemsle arkadaşsan bu sonsuz sorulara cevap vermeye hazır olmalısın. Şems’in bu sorularına alışığız ancak Hande sahneye çıktı bu defa ve daha ilginç bir soru patlattı. “Balıklar nasıl çiftleşir?” “Özel hayat” deyip sıyrıldım işin içinden. Hande ve Zülü yine koyu sohbete daldılar. Uzun uzun konuşacakları konuları her zaman nereden buluyorlar diye geçirdim içimden. Hiç de sıkılmıyorlar. Şimdi daha iyi anlıyordum uzun arkadaşlıklarının kimyasını. Ve kıskandım ve sevindim. Sonradan Zülü söylemişti; “bu tatillerin bir güzelliği de arkadaşlarımızla telaşsız ve bir yere yetişme kaygısı duymadan daha fazla vakit geçirmemizi sağlaması”. “Birbirimizi daha iyi tanıma fırsatı vermesi”. Hande, “kitaptan bir cümle ile açıkladı durumu. “İnsan kendini karşısındaki kişi sayesinde tanır”. Ben de buna benzer bir sözü küçükken Hasan abimden duymuştum; “insanı en iyi ya işte ya da seyahatte tanırsın.” Hande’nin kitabı kutsal metinlerden oluşur gibi bir şeydi. Her duruma uygun alıntılarla tartışmalarda ve sohbetlerde anahtar rol oynuyordu. Selimiye’nin pek bir plajı olmadığından teknelerin arasında ve arada teknelerin demirlerine asıla asıla oyun oynayarak yüzmek zevkli çocukça bir şey. Kendimize belli hedefler koyup o hedeflere yüzerek ulaşmak da performansımızı arttırdı ve gün sonunda kendimizi çakı gibi hissettik. Köyün en ucundaki sığ liman kumdan oluşan tek plaj. Önce sarı ve çok sığ sonra birden derinleşip mavileşiyor. Etrafında çam ağaçlarları ve türlü türlü deniz canlılarının yaşadığı kayalıklar. Kıyıda deniz canlılarını inceledik. Hande küçük midyeyi incelemek için ikiye böldü. Lisede biyoloji dersi geldi aklıma. Kaplumbağayı kesmiştik laboratuarda. Taşlara yapışmış küçük boru şeklinde olan ve içinden kırmızı tüy ya da kelebek gibi çıkan canlılara bakıp bakıp şaşırdık. Daha ilginci onlara yaklaşınca borunun içine kaçıveriyorlar. Issız bir adaya düşen üç meraklı çocuk gibiydik. Sonra sahile çıkıyoruz yorgun argın. Dalma ve zıpkınla balık avlama konusunda uzman Fikret’le tanışıyor ve koyu bir sohbete dalıyoruz. Hepimizden çok Şems ilgi duyuyor bu sohbete. Deniz altında 4-5 saat kalabilme düşüncesi sarstı Şems’i. Deli gibi bu işe aşık Fikret başka neler anlattı? “Strese ve sigaraya karşı en etkili silah deniz altı”, “deniz altındayken dünyayla bütün bağın kesiliyor, balıkların peşinden giderken renkli dünyalara rastlıyor onları takip ederken bazen mağaralara girip çıkıyorsun.” Hatta girip de çıkacak yolu zor bulduğun da oluyordu. Nefes almayı ve zamanında yukarı çıkmayı unuttuğum çok oldu.” Birbirimize bakıp gülümsedik. Beyindeki listeye ‘yapılacak yeni bir şey daha’ diye ekledik.
Az sonra arabayla koy ve köy keşfine çıkıyoruz. Köyün batı yönüne giden yola çıkıyor ve çok daha yüksekten köy manzarasına doya doya bakıyoruz. Etrafta kel dağlar ve tepelere bakıyoruz yine. Susuzluğa dirençli badem ağaçları sıralanıyor her yönde ve kekik kokuları misler gibi. Bu kokuyu damağımda da hissetmiştim bu sabah kahvaltıda bal yerken. “Ocak sonu ve şubat başında buraya kar yağar” diyor köylüler ve şaşkınlığıma bakıp gülümseyerek ekliyorlar, “badem çiçekleri açınca her taraf beyaz olur”. “Karlı örtü gibi”. “Hem de ılık havada.” İlerliyoruz. Biraz sonra koylara yakın yerlerde tekne ve yat tersanelerine rastlıyoruz. 20 dk. kadar sonra da Bozburun’da Denizkızına varıyoruz. Sessiz ve terk edilmiş bir kasaba gibi. Açıklarda adacıklar. Denizi enfes olsa da plajının ve gölgesinin olmaması hoşumuza gitmedi. Çünkü karpuz, peynir, ekmek ziyafetimiz vardı. Biraz daha dolanınca bir plaj buluyoruz. Ve yüzme sefası. Denizde Şemsle beraber yeni kararlar alıyoruz. Tatilde olmanın verdiği rahatlık ve huzur hayal gücünü arttırıyor ve yeni kararlar almak için kendinde güç buluyorsun. Neydi karar? Şems’in taş işini uluslar arası pazara taşıyacaz ve para kazanınca da tekne alacağız. Yüzerken ayrıntılı planlamayı yaptık. İzmir’e döner dönmez harekete geçilecekti. Kıyıya çıkıyoruz ve kızlar da tatilde olduklarından olacak fikrimize olumlu bir tebessümle karşılık verdiler. Az sonra Survivor’daki sunucu Acun Ilıca’dan doğan hararetli “başarılı insan kimdir?” tartışması patlak verdi. “Popular kültür içinde başarılı olmak da başarıdır “ diyen Hande ve Şems ile bu başarıyı başarı saymayan ben sıkça yaptığımız gibi şiddetli, çocukça ve bağırarak tartıştık uzun uzun. Aynı anda marketten aldığımız ve 13.75 TL tutan öğle yemeğimiz yiyiyoruz. Karpuz, peynir ve ekmek. Hande karpuzu yemiyor kabuğunu kemiriyor adeta. Onda ve hepimizde çocukluğa dönme özlemiydi bu. Pansiyonumuzu ve aileyi özlemiştik galiba. “Hadi eve gidelim” der gibi kalktık ve soluğu ‘evimizin’ orda aldık. Sabahtan verilen siparişlerden oluşan soframıza kurulduk yine. Akşam saatlerinde eflatun ve mor renklerine bürünüyor gökyüzü ve deniz. Şems dün çayı şekersiz içmeye karar vermişti. Bugünse Hande bizim gazımızla Rakıcı olmaya karar veriyor. Bu kısa tatilde daha ne kararlar alıncak diye merak ediyordum. Gecenin sonunda “Vay be!” “Güzelmiş rakı!” “Harika hissettiriyor” lafları dökülüveriyor dudaklarından. Ve yeni bir tartışma daha çıkıyor bir anda. Hande ve Şems iki bekar insan. İlk kim evlenecek? iddiası başlıyor. Hande, “ilk sen evleneceksin çünkü şansın daha yüksek” derken Şems, “ilk sen evleneceksin çünkü güzelsin, İzmirlisin ve doğulu değilsin”. Ve oradan Doğulu olmanın ne demek olduğuna dair uzun, acılı hikayeler ve yaşanmışlıklarla dolu iç dökmeler başlıyor. Hande, “evet, haklısın galiba. Ben beyaz Türkmüşüm baksana bu konular hakkında pek bilgim yokmuş”. Bir sessizlik…
Pazar günü. Sürekli tazelenen çaylardan ve kekik aromalı balları kaşıklamaktan dolayı kalkmak istemediğimiz ailemizin pansiyon bahçesinde, salıncakta gazete ve kitap keyfine devam ediyoruz. Öğlene kadar. Ama gitme vakti çünkü yol boyunca keşifler devam edecekti. Bir yerden ayrılmak istememek duyguların en güzelidir bence. Her mutlu ayrılışta genelde pansiyon sahiplerinin numaraları alınır, “yine gelecez” teselli lafları edilir ve arkada yeni kurulmuş bir bağdan memnun yola çıkılır. Biz de öyle yaptık. Ailecek kapıda uğurladılar. O anda aklıma bizim Toprakev pansiyonumuza gelen misafirlerimizi uğurlarkenki halimiz geldi. Bu mutluluğun dili her yerde aynı idi. Yoldayız. Hedef Zülü’nün isabetli kararı ile gitmeye karar verdiğimiz Turgut Şelalesi. Selimiye’den Marmaris yönünde 10. Km de dağda orman içindeki saklı şelaleye varıyoruz. Şelalenin suyu yeterince bol ve hoş akıyor. Aynı anda turistlerle beraber dalıyoruz çivi gibi soğuk suyun içine. Eğlence ve aksiyon bolca var. Bu arada etrafta uçarken kırmızıya dönen ama konduğunda kanatları yeşil ve yeşilin üstünde sarı çizgileri bulunan kelebekleri görüyorum. Sürü halinde dolanıyorlar. Fikret’in deniz altında balıkları takip etmesi gibi ben de ormanda onları takip ettim elimde foto makinesiyle. Kafamı kaldırıp beni götürdükleri yere bakınca “vay be güzelliklerin yerini en iyi kelebekler biliyorlarmış” düşüncesi geçti aklımdan ve ortam Avatar filmini hatırlattı. Ama bu gördüklerime doyamadan geri döndüm. Çünkü arkadaşlar bekliyordu. Şems hala çocuklar gibi şendi. “Tatilin en mutluluk verici kısmı bu idi”, diyor film setine benzeyen şelaleye bakarken. “Şimdiye kadar yaşlı tatili yapıyormuşuz” deyip yeni bir tartışmasının fitilini çekti. Yaşlı tatili mi genç tatili mi yapıyoruz biz? Uzun tartışmadan sonra bir sonraki tatilin genç tatili olması gerektiği fikri konusunda uzlaşıyoruz.
Gidilecek bir yer daha vardı. Yine yol üstünde (5km kadar sonra) Orhaniye köyünde denizin içlerine doğru uzanan kumun üstünde yaklaşık 200 metre uzunluğunda kumlu çakıllı şerit. Burası Kızkumu. Derin denizin içinde oluşmuş yarım metre derinliğinde sığ bir yol. Uzaktan bakınca insanların su içinde yürüdüklerini sanıyorsun. Hemen sağında bir ada ve kale surlarını görünce kendimi gece mehtapta deniz içindeki bu yolda yalnız başıma yürürken ve kaleyi seyrederken hayal ettim. Ve ürperdim. Bu da yapılacaklar listesine eklendi. Dönüş yolunda son durak Akyaka Halil’in yeri. Soğuk suyun yüze vuran serinliğinde veda yemeği. Ve bu yazı için yapılan son karalamalar. Akşam 9 da Torbalıya varıyoruz. Misafirsever arkadaşımız Şems bize evinde kahve yapıyor ve adet haline getirdiğimiz video kaydını yapıyoruz. Hande muhteşem telefonu ile herkesin tatili değerlendiren konuşmasının video kaydını yapıyor. Zülü tatil anlayışımızı güzel özetliyor, “tatilde paylaşımın, öğrenmenin ve dinlenmenin en güzelini yapıyoruz. Kalabalık tatilleri seviyorum. Özellikle sevdiğim insanlarla.”

*Yaşar Kemal’in Ege’nin bir deniz köyünü anlatan romanı.
                                                           Ateş Mehmet, 29 Haziran 2011, izmir

28 Haziran 2011 Salı

Solcu Kimdir?

Solcu Kimdir?
-         Solcu sosyalisttir. Sadece lafla değil yaşam tarzıyla sosyalisttir,
S  Sosyalizmin tarihsel kökenini, gelişimini ve temel ilkelerini okuyup öğrenendir,
-         İnsanların eşit olması için çalışır; Ezen ve ezilenin olmaması gerektiğine inanır. Ezilenlerin yanındadır,
-         Varolan durum hoşuna gitmiyorsa değiştirmeye çalışır; Kaderci değildir.
-         Farklılıklara saygılıdır ve farklılıkları zenginlik olarak kabul eder,
-         Cins ayırımcılığı yapmaz; sırf erkek olduğu için bayanlardan üstün olduğunu düşünmez.
-         Doğayı, insanı ve hayvanları sever ve onları korumaya çalışır.
-         Çevrecidir,
-         Çok üretir, az tüketir ve az kirletir.
-         Bütün insanların dil, din, ırk farkına rağmen kardeş olduğuna inanır; sınırları olmayan bir dünya hayal eder,
-         İnsanları fikirlerinden dolayı suçlamaz, kınamaz ve onlara düşmanlık beslemez. Sadece kendi görüşünün doğru olduğuna inanmaz,
-         Kendi çıkarından önce toplumun çıkarını savunur,
-         Toplum özgürleşmeden kendisinin de özgürleşemeyeceğini düşünür,
-         Kitap dostudur ve kitaplar hayatının vazgeçilmez parçalarıdır,
-         Şüphecidir. Okulda, medyada, kitaplarda, e-maillerde karşılaştığı bilgilerden şüphe duyar. Şüphe duyduğu bilgileri birkaç kaynaktan araştırır, analiz eder ve dünya görüşüne göre değerlendirir,
-         Meraklıdır ve öğrenmek, kendini geliştirmek için fırsatlar yaratır,
-         Zamana saygılıdır ve etkili kullanmaya çalışır.
-         Kendi kültürünü öğrenir, güzel yönlerini farkedip çağ dışı kalmış taraflarını  eleştirir ve geliştirmeye çalışır.
-         Afgan, Arap, Japon, Avrupa yada Afrika ülkesi ayırımı yapmadan Dünya kültürlerine saygı duyar ve onları öğrenmeye çalışır,
-         Sürüden ayrılandır. Herkes yapıyor diye bir şeyi yapmaz. Ona mantıklı geliyorsa yapar,
-         Nefret ve umutsuzluk yerine SEVGİ doludur,
-         Lafla (vatan, millet, bayrak, savaş, tarihi kullanarak) vatanseverlik yapmaz, işini en güzel yaparak ve yukardakileri uygulayarak vatansever ve Dünyasever olmaya çalışır.
-         Bu maddeleri bile sorgulayandır. J

Sosyalist olmak zor bir iş değil mi? Sosyalist olmak zor olanı başarmaktır zaten.
                                                                                   Mehmet Ateş-Nisan 09 izmir
                                                               

Krizden Çıkış İçin İnsana Dönüş

 Krizden Çıkış için İnsana Dönüş

Yıllardır süre giden, tüketim merkezli, bencilliğe varacak kadar bireyselleşme ve yalnızlaşma bu ekonomik kriz ile birleşince insanlar artık ‘imdat’ demeye başladı. Hükümetlerin ve ulusal/uluslararası sermayenin kısa vadede bu imdada koşmasını yani soruna bir çözüm getirmesini ve insanları huzura kavuşturmasını beklemenin isabetli bir karar olmayacağı aşikardır. Bunun yerine kendimiz imkansız gibi görünen ama etkili sonuçlar verebilecek alternatif bir toplum yaşamı oluşturmaya dönük eylemlere girmememiz gerekiyor. Toplum işleyişini yeniden kurgulayıp, hayatı ucuzlatacak, doğaya verdiğimiz yükü hafifletecek ve en önemlisi topluluk halinde yaşayan bir kavim olduğumuzu tekrar hatırlatacak bir hareket bu. Peki, bu nasıl olacak? Hareketin dört ana eylem planı var. Birincisi ev yaşantısını yeniden kurgulamak/beraber yaşamak, ikincisi modern takas sistemini hayata geçirmek, üçüncüsü memur becayiş olanaklarını getirmek ve dördüncüsü ise üretim temelli yeni yerleşim yerleri inşa etmek. 
İnsanoğlu bireysellik dedi, özgürleşme dedi, modern yaşam dedi ve sonunda kendini betondan kutular içinde buldu. Genelde bir, iki kişi ile başlayıp sonra çocuklarla büyüyen bu kutular içindeki aileler kutulardan bağımsız istediğini yapabiliyor ve diğer kutulardaki insanlarla temas kurmuyorlar. Bu yaşam tarzı hem toplumdan izolasyona sebep oluyor yani yalnızlaştırıyor hem de ekonomik açıdan pahalıya mal oluyor. Buna karşı ev yaşamını yeniden kurgulanıp beraber yaşama geçmek ekonomik açıdan rahatlama sağlayacağı gibi insanları yalnızlıktan kurtaracak ve paylaşmayı tekrar öğretecektir. Bunun için birbirine yakın iki yada daha fazla ailenin yada arkadaş grubunun tek bir evde yaşama (kısmi komün) geçmeleri gerekmektedir. Özel yaşam ve birlikte yaşam alanları ayrı ayrı tasarlanıp evler ona göre tekrar düzenlenmelidir. Mesela, insanların bireyselliklerini yaşayabilecekleri ayrı odaları olacağı gibi mutfak, banyo, TV odası gibi ortak kullanım yerleri oluşturulabilir. Çocuklar ise paylaşmayı ve beraber yaşamı öğrenmeleri için aynı odada ve yaşıtları olan birden fazla kişiyle yaşamalılar. Bu dönüşüm sayesinde ev kirası, ısınma, yakıt, Internet masrafları vb. birçok ihtiyaç otomatik olarak yarıya düşecek, yalnızlık sorunu ortadan kalkacak, insanlar arasında bilgi transferi artacak ve çevreye verilen zarar en aza indirgemiş olacaktır.   
İkinci tasarruf imkanı verecek ve yalnızlaşmanın acısını kısmen ortadan kaldıracak girişim ise farklı meslek grubunda çalışan insanların hizmetlerini birbirleriyle takas etmelerini ve böylece hizmet için para ödemek zorunda kalmaktan kurtulmalarını sağlayacak girişimdir. Mesela doktor olan bir kişi öğretmenin çocuğuna vereceği tıbbi tedavi karşılığında kendi çocuğuna matematik ya da İngilizce dersi alabilir. Ya da bahçıvan olan bir kişi bahçe hizmeti karşılığında elektrik tesisatçısından evine elektrik hizmeti alabilir. Site gibi yerleşim alanlarında farklı mesleklerin bir arada olmasından dolayı böylesi modern bir takas hem daha kolay hem de artısı çok fazladır. Ayrıca böyle bir sistemi sitelerde organize etmek dağınık yerleşim yerlerinde organize etmekten daha kolaydır. Hizmet takasına ortak araç kullanımını (car pooling) da ekleyebiliriz. Halihazırda dünyanın birçok yerinde ve Türkiye’de sınırlı şekilde uygulanan bu sistem daha etkili ağlarla ve daha büyük mahalleri kapsayacak şekilde genişletilmelidir. Böylece zaman ve para tasarrufu ile çevreye daha az aracın çıkması sağlanıp petrol kullanımını azaltılacaktır. Internet ağlarıyla desteklenecek böyle bir ulaşım sisteminin hayata geçmesiyle aynı mahallede ya da sitede yaşayan insanlar arasında iletişimin ve paylaşımın artacağı şüphesizdir.
Üçüncü eylem ise hükümetlerin devlet memurlar ile ilgili yapacakları düzenleme ile ilgilidir. Bakanlıklar memurlarına kendi aralarında becayiş (karşılıklı yer değiştirme) yapabilmelerini yani herkesin kendi evine en yakın işyerinde çalışabilmelerini olanaklı hale getirmelidir. Bu çözüm ile özellikle büyük şehirlerde her gün ulaşım araçlarını kullanmak zorunda olan çalışanlara maddi-manevi açıdan birçok kazanç sağlayacaktır. Mesela daha az yol parası, daha az trafik ve karbon gazı ve daha az stres. Diğer taraftan aile ve dostlarla daha fazla vakit ayırabilme şansı ortaya çıkıp insanların ruh hali iyileşebilecek.
Nüfusu hızla artan dünyamızın gıda ihtiyacı gittikçe artmaktadır. Yakın tarihlerde gıda fiyatlarının daha da artacağı ve genetiği ile oynanan besinlerin bütün dünyayı saracağı da bilinen bir gerçektir. Bu gerçekleri görerek yeni yerleşim alanlarını üretime imkan verecek şekilde kurgulamak gerekmektedir. Kurulacak yeni yerleşim alanları kendi kendine azami derece yetebilmelidir. Evler en fazla üç katlı ve geniş bahçe içerisinde inşa edilmeli mümkünse çiftlik, mandıra, derslikler ve farklı üretim atölyeleri yerleşim yerlerinin yakınına kurulmalıdır. Burada sürekli çalışacak olan konu uzmanları (ziraatçı, marangoz, veteriner, öğretmen, vb.) orada yaşayacak insanlara kendilerine yetecek kadar bahçe işi yapabilmelerini, evlerini tamir edebilmelerini, ilk yardım vb. birçok alanla ilgili eğitim verebilmelidir. Doğayla bütünleşmiş, üretime dayalı ve kendine kısmen yetebilen modern bir yerleşim yerindeki insanların mutluluk düzeyleri de yükselecektir.
Sonuç olarak mademki yakın gelecekte krizlerden ve ekonomik darboğazlardan kurtulamayacağız o zaman bu krizlerden en az etkilenme becerisini yukarıda ifade edilen girişimleri hayata geçirerek gösterebiliriz. Bu yeni yaşam şekli üretimi artıracak, masraflarımızı azaltacak, insanlar arasındaki iletişimi, işbirliğini ve yardımlaşmayı güçlendirecek ve en önemlisi sisteme karşı bağımlılığımızı en aza indirecektir. Tasarlanan bu sistem modern hayatı terk edip köy hayatına dönüşü savunan bir sistem değildir. Aksine modern hayatın alt ve üst yapılarından ve kazanımlarından azami şekilde faydalanmayı amaçlamaktadır. Yaşamı, üretimi ve ilişkileri insanın tekrar insanlığa dönmesi ilkesi ile yeniden düzenlemeyi arzu etmektedir.  Ancak bunları gerçekleştirmek için azıcık hayalperest bireylere, kent planlayıcılarına, odalara ve diğer sivil toplum örgütlerine ile site ya da apartman yöneticilerine, muhtarlara ve hükümete ihtiyaç vardır. John Lennon’un şarkı sözünü azcık değiştirip bitirmek istiyorum. “Hayalperest diyebilirsiniz bana. Oysa biliyorum ki yalnız değilim ben. Umarım bir gün siz de katılırsınız bana.”

                                                                                Mehmet Ateş
                                                                                          12 Ocak 2009/İzmir

Türkiye Bahçesi Renklerine Kavuşuyor mu?

Türkiye Bahçesi Renklerine Kavuşuyor mu?

Türkiye’nin TRT aracılığıyla gerçekleştirdiği ve büyük ihtimalle diğer kültürel hakların tanınmasının kapısını aralayacağını düşündüğüm Kürtçe TV açılımı sadece Kürtler için değil Türkiye’de yaşayan diğer halklar açısından büyük önem taşımaktadır. Kürtlerin zor ve acılı mücadeleleri sonucunda elde ettikleri hakların ve açtıkları yolun üstüne, hazıra konmak gibi algılanacak olsa da, mağduriyetlerin giderilmesi ve eşitliğin sağlanması amacıyla Türkiye’nin diğer halklarına da bu olanakların bu hükümet tarafından tanınması gerekmektedir. Ancak bu sürecin hızlandırılması, kültürlerin korunması, gelişmesi ve kaybedilen zamanın diller üzerindeki olumsuz etkilerinin silinmesi için bizzat o kültürlerin tabanından da böyle bir isteğin ortaya çıkması gerekmektedir. Bu bağlam içerisinde Türkiye’nin solmakta olan renklerinden birçok dil kast etmekle beraber asıl üzerinde durmak istediğim kesim Hatay, Mersin, Tarsus ve Adana ’da yaşayan Arapların kullandığı Arapça dilidir.* Türkiye’nin en güneyinde yaşayan ve Ortadoğu’nun birçok kültürel zenginliğini içinde barındıran bu halkın yaşadığı dil ağırlıklı yozlaşmanın üç temel sebebi; ekonomik dönüşümler yoluyla sisteme entegre olma, sistem kaynaklı asimilasyon politikaları ve iletişim araçlarının yaygınlaşması. Bu noktaları iyi analiz ettikten sonra sorunun çözümünde hükümet ve bölgedeki aydınların atması gereken adımlar üzerinde durmak gerekmektedir.  
Arapların büyük bir çoğunluğu 1990’ların başlarına kadar Çukurova’da ve Amik Ovasında pamuk işçisi ya da Mersin’de narenciye işçisi- diğer bir adla Fellah (Çiftçi)- olarak çalıştı. Doğal olarak bu tarihlere kadar sermaye birikimi düşük ve okullaşma oranı yüksek olmadığından bu kesim kendisine ancak toplumun alt gelir grubunda yer bulabiliyordu. Diğer yandan belirtilen bu tarihe kadar ve özellikle 1980’lerden sonra Arap dili ve kültürü üzerinde yoğunlaşan baskılardan dolayı insanlar kendilerini Arap olarak ifade etmede ve Arapça konuşmada zorluklar yaşamaya başladılar. Bunlara ek olarak bu kesimin- ne zamandan beri olduğunu benim de bilmediğim- sol gelenek içerisinde yer alması da eklenince bu halk üzerindeki baskı daha da arttı. Hem sınıfsal hem de kültürel açıdan kendini ikinci sınıf hisseden ve kendine güven sorunu yaşayan büyüklerin “Aman kendinizi belli etmeyin, aman aranızda Arapça konuşmayın!” telkiniyle yetişen yeni nesiller ortaya çıktı. Yaşadıkları ayrımcılığı çocuklarının da yaşamamaları için çocuklarıyla sadece Türkçe konuşma-Arapça aksanıyla-  savunmasını geliştirdiler. Bu yöntem uzun yıllar kısmi bir dil yozlaşmasına sebep oldu. Kısmi oldu; çünkü çocuklar hiç Türkçe bilmeyen ninelerinden, dedelerinden ve çevreden her şekilde Arapçayı; nine ve dedeler de bu sayede çocuklardan basit düzeyde Türkçe öğreniyorlardı. Ancak bu şekilde birbirleriyle anlaşabiliyorlardı. Güçlü olmasına rağmen Arapça’nın bu bölgede yok olma tehlikesini yaşamasının diğer bir sebebi de o dönemde ve şu an hala bilinçaltında var olan Türkçe bilmenin ‘sınıf atlama’ anlamına gelmesi. Arap dili, bu kesimde ırgatlığı dolayısıyla yoksulluğu ve sistem tarafından dışlanmayı çağrıştırıyordu. Türkçe bilmek ise devlet memuru olabilmek, Türklerin arasına girebilmek yani sistem tarafından kabul edilmek kısacası ‘adam olmak’ anlamına geliyordu. Dolayısıyla Türkçe konuşabiliyor olmak insanlar için bir üstünlük aracı ve gurur kaynağıydı.
1990’lardan itibaren gelişen kısmi rahatlama ve dil-kültür üzerindeki azalan baskılara rağmen bilinçaltına kazınmış olan savunma psikolojisiyle ebeveynler, çocuklarıyla Arapça yerine Türkçe konuşmaya devam ettiler. Ancak bu arada Arapların toplumsal bir dönüşümüne şahit oluyoruz. Araplar sınıf değiştirmeye başlıyorlardı. Arapların ırgatlığı bırakıp ticarete yönelmeleri ve Suudi Arabistan’ın vize vermesi ile her aileden en az bir kişinin bu ülkeye gidip çalışması -zor şartlarda da olsa- onları orta sınıf düzeyine yükseltti. Sınıfın yükselmesi sistemin nimetlerinden daha fazla faydalanabilmeyi sağlarken sistemin arzu ettiği şekilde Türkçenin kullanımını da arttırdı. Alt sınıfta kalanlar da üst sınıflara özentiden dolayı Arapça’ya sırtlarını dönüp- bozuk da olsa- kendilerini Türkçe konuşmaya zorladılar. Bu durum onlara sisteme dâhil oldukları hissini verdiğinden onlarda psikolojik rahatlama sağladı. Bu, üç kesim dışında kalan dördüncü ve sayısı azımsanmayacak kadar büyük bir kesim ise kurtuluşu okumakta buldu. Eğitim süresinin uzunluğu ve yoğunluğundan dolayı Türkçe kullanımı her yönden artan bu eğitimli kesimde ana dili kullanma oranı azaldı ve böylece bu dil zayıfladı.
Ticaretle uğraşan kesim özellikle ihracat -yaş sebze meyve- alanında hem bölgeye hem de Türkiye’ye büyük bir gelir artışı sağladı. Okuyan- yazan kesim de başta öğretmenlik, tıp ve hukuk alanında boy gösterdi. Ticarete atılan ve okuyan bu kesimler bu başarı ile sisteme entegre oldular ve bu entegrasyon sosyolojik bir kural olarak yukarıda belirtildiği gibi anadilin kullanımını azalttı. Buraya kadar yaşananlar dönüşümün doğasında olan ve kısmen kendiliğinden olan dönüşümlerdir. Ancak sisteme bu şekildeki bir uyum Arapların daha önce var olan baskıya dayalı asimilasyona maruz kalmaları yerine sınıfsal değişimden ve pragmatik sebeplerden doğan doğal bir asimilasyon -gönüllü asimilasyon- sürecine girmelerine sebep oldu. Kanada’daki göçmenlerin bir potada (Melting Pot) erimelerine benzer bir durum ortaya çıktı. Bunda ebette ki televizyon, gazete, radyo gibi yazılı ve görsel medyanın, eğitim sisteminin, internetin ve diğer kurumların da payı çok büyüktür. Açıkçası, bu güçlü etmenlere rağmen bir halkın hiçbir eğitim, araştırma kurumu –resmi veya gayri resmi-, edebiyat ve diğer yazılı enstrümanları kullanmadan Arapça gibi çok zengin ama o kadar da komplike bir dili yaşatması zaten mümkün olamazdı. Bu yüzdendir ki şu an o bölgede konuşulan dil Konuşma Arapçası diye nitelendirilebilir. Halk, bu dilde okuma yazma bilmediğinden bu dilin içinde Türkçe kelimeleri yoğun bir şekilde kullanarak ancak konuşabiliyor. Zira standart resmi dil, Fasih Arapça, Konuşma Arapçasından çok farklıdır ve bunu öğrenmek için ciddi bir eğitim almak gerekir.
Bütün bu olumsuzluklar bende ve benim gibi insanlarda umutsuzluğu hâkim ruh hali kılmışken 1 Ocak 2009’daki gelişme, durumu tersine çevirecek tarihsel bir döneme girdiğimizi; dillerin ve kültürlerin kurtarılıp eski canlı, üretken hallerine döndürme şansımızın doğmakta olduğuna dair- güçlü olmasa da- bir umut hissettirdi. Acaba hükümet ve devlet bürokrasisi, farklılıkları yok etmeye dayalı geleneksel politikanın sonuna yaklaşıldığını ve artık bu politikayla yola devam edilemeyeceğini TRT Şeş’i açmakla mı göstermek istiyor? Geç kalınmış olunsa da ülkemizde özlemi duyulan hoşgörü ve barış toplumunu yaratmak için bu topraklarda yaşayan ve renklerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalan bütün halkların aslında ülke için bir şans olduğunu mu fark etti? Hükümet ve toplumun büyük bir kesimi birbirimizi sevmek için illa ki birbirimize benzemek zorunda olmadığımız gerçeğini mi idrak etti? Asıl problemin birbirimize çok benzememiz ve bu sebepten birbirimize ilham kaynağı olabilecek farklılıklardan yoksun kalmamız durumunda ortaya çıkacağını kısmen de olsa anladı mı? Eğer öyleyse bu gelişmelere ve adımlara katkı vermek amacıyla yoğunlukla Doğu Akdeniz’de kullanılan ve tarih boyunca Türkçeye büyük katkılar sunan/sunmaya devam eden Arap dili ve kültürünü yaşatmak adına ne yapmalı?
Kürtçe TV açılımı yukarıda belirtildiği gibi diğer halklara da benzer fırsatlar açacak gibi görünüyor. Ancak mücadele etmeden ve tabandan böyle bir talebin ortaya çıkması için gerekli çalışmaları yapmadan yayına geçecek bir TRT SEB’A (TRT 7) ya da TRT TMENİ (TRT 8) kanalının etki alanı ve kitlelere ulaşabilme oranı düşük olacaktır. Arap aydınların, düşünür, sinemacı, öğretmen ve konuya duyarlı diğer kesimlerin sivil örgütlenmeler yoluyla bir araya gelmeleri, kültürel haklar konusunda kafa yormaları, dilin ve kültürün diğer bütün alanlarının filizlenip hem bölgeyi hem de Türkiye’yi renklendirmek için bir adım atmalarının zamanı çoktan geldi. Öyle kritik bir noktadayız ki bu gidişat bu fırsatla tersine çevrilmezse diğer birçok dil gibi bu bölgede konuşulan Arapçanın varlığı iki-üç kuşak sonra tamamen son bulacaktır. Şu an zaten Adana, Mersin ve Tarsus’ta sanayileşme daha erken dönemden başladığından bu illerde yaşayan Araplardaki dil temelli yozlaşma daha ileri boyuttadır. Son olarak The Times yazarı Thomas H. Maugh II’a kulak verelim, “Şu anda dünyada 7000 dil bulunuyor ve her on beş günde bir dil yok oluyor.” Kaygı verici değil mi? Gerçi, Arapçanın dünyadan silinmeyeceği aşikâr olmakla beraber bu bölgeden silinme tehlikesi her zamankinden daha büyüktür.
 Arapça dilinin önünü açmanın diğer bir haklı gerekçesi ise uzun süre kesik kalan, Ortadoğu ile aramızdaki bilgi ve kültür alışverişini sağlayan bu damara yeniden hayat verme gerekliliği. Doğunun bizim bahçelerimize ekebileceği bizim de doğunun bahçelerine ekebileceğimiz sayısız çiçeği elimizde kurutmadan artık ekmemizin vakti geldi. Çocukların Türkçe masallar okumak, Türkçe çizgi filmler izlemenin yanında Arapça 1001 gece masallarını okumaları, Feyruz yada Ümmü Gülsümden şarkılar dinlemenin onlara vereceği kültürel zenginliği hayal edebiliyor musunuz? Arap dünyası ile gelişen ekonomik ilişkilerin kültürel ilişkilerle devam ettirilmesi Ortadoğu coğrafyasında acilen ihtiyacı duyulan barışa vereceği katkıyı da görmeliyiz. Ayrıca hükümet kültürleri koruma konusunda daha içten, daha bilinçli, daha destekleyici ve daha cesur olmalıdır. Sadece TV açmanın sorunun çözümünün sadece başlangıç olabilir. Konunun muhataplarını da içine alıp geçmişin kayıplarını telafi yoluna gitmelidir. Aksi takdirde yeri geldiğinde övündükleri Türkiye’nin çok kültürlülüğüyle birkaç on yıl sonra övünemeyeceklerdir. Belki de Türkiye’de Medeniyetler Buluşmasını düzenlemek için bir şehir dahi bulunamayacaklar. Uzun süredir kurumaya bırakılmış olan Türkiye bahçesini renklerine kavuşturalım. Tohumlar elimizde bekliyoruz.
* Hatay, Mardin, Siirt, Şanlıurfa, Batman ve çevresinde yaşayan Sünni ve Hıristiyan Arapların geçirdikleri dönüşüm Alevi Arapların geçirdiği dönüşümden birkaç açıdan farklılık gösterdiğinden bu yazı sadece Arap Alevilerini kapsamaktadır.
                                                                                                                             Mehmet Ateş17/3/2009 -